Şamil | Kategoriler | Konular
Beyyine suresi
BEYYİNE SÛRESİ
Kur'ân-ı Kerîm'in doksan sekizinci sûresi. Sekiz âyet, doksan dört kelime, üçyüz doksan dokuz harftir. Fasılası h'dir. Mekkî veya medenî olduğu hususu müfessirler arasında ihtilâflıdır. Cumhur-ı müfessirine göre Mekkî'dir. Buna karşılık İbn Zübeyr ile Atâ İbn Yesâr Medenî olduğunu söylemişlerdir. Bunun aksi de iddia edilmiş ve Cumhur'a göre Medenî olduğu belirtilmiştir. Ebû Salih, İbn Abbâs'dan Mekkî olduğunu rivayet etmiştir. İbn Kesîr (774/1372) ise şöyle bir hadîse dayanarak Medenî olduğunu kesin bir ifadeyle belirtmiştir:
Enes b. Mâlik'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s.) Ubey b. Ka'be: Âllah, sana Beyyine sûresini okumamı emretti. "Übey: Cenâb-ı Allah benim adımı söyledi mi ya Rasûlallah?" diye sordu.
Rasûlullah: "Evet, söyledi" deyince, Übey b. Ka'b duygulanarak ağladı. (Müslim, Fadailüs-Sahabe, 23, 121, Hadis no: 2465).
Beyyine sûresi, Kur'ân-ı Kerîm sûrelerinden evsat-ı mufassal sûreler arasında yer alır (bk. sûre). Bu sûreye "Munafıkun" ve "Beriyye" adı da verilir.
Beyyine; nûr gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını beyan eden, açıklayan demektir. Bu yüzden davacının davasını açık bir sûrette beyan ve isbat eden şâhide; sağlam delil ve mûcizeye, beyyine denir. Burada ise Rasûlullah (s.a.s.)'e beyyine denmiştir. Çünkü hak ile batılı birbirinden en iyi ayıran beyyine (delil) O'dur.
Sûrenin Medine'de inmiş olması ihtimalini kuvvetlendiren bir uslûp, içerisinde bazı tarihî ve imanî gerçekleri açıkladığı görülmektedir. Bu gerçeklerden birincisi Hz. Peygamber'in Peygamberliğinin ehli kitaptan ve müşriklerden küfredenlerin düştükleri sapıklık ve ihtilafı ortadan kaldırmak için kaçınılmaz olduğu, Hz. Peygamber gelmeden bu ihtilafları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı hususunu ortaya sermektedir:
"Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler kendilerine apaçık bir hüccet (beyyine) gelinceye kadar vazgeçecek değillerdi. Arınmış sahifeleri okuyan Allah katından bir peygamber, içinde en doğru yazılar bulunan... " (1-3).
Diğer bir gerçek ise Ehl-i Kitab'ın bilgisizliklerinden veya bu kitabın kapalı ve anlaşılmaz noktaları bulunduğundan dolayı onun üzerinde ihtilafa düşmemiş olduklarını; ancak kendilerine deliller ve bilgi geldikten sonra ihtilafa düştüklerini belirtmektedir.
"Kitap verilmiş olanlar ancak kendilerine apaçık hüccetler geldikten sonra ayrılığa düştüler. " (4).
Ehl-i Kitab olan yahudi ve hristiyanlar Rasûlullah gelmeden evvel sapıklık içinde idiler. Bu sapıklığa o kadar dalmışlardı ki kendi kendilerine doğru yolu bulmaları mümkün değildi. Uyanmaları için bir peygambere ihtiyaçları vardı. Aynı zamanda Allah'a söz de vermiş, eğer o peygamber gelirse ona iman ederiz demişlerdi. Bu konuda da hayli bilgi sahibi idiler. Çünkü kitaplarında ona dair bir çok bilgi vardı. Hal böyle iken o rasûl gelince ihtilâfa düştüler. Bazıları iman etti, birçokları ise onu tanımadılar. Ehl-i Kitab âhir zaman peygamberi hakkında bir çok bilgiye sahip oldukları halde böyle davranırlarsa, müşriklerin İslâm'a büyük tepki göstermeleri beklenen bir husustu. Zaten tarih de bu istikamette gelişti.
Sûrenin başında da işaret edildiği gibi, Ehl-i Kitab'ın ve müşrik kâfirlerin âkıbetlerinin kötü olduğu, yani ebediyyen Cehennem'de kalacakları; buna karşılık yaratıkların iyisi olan mü'minlerin ve salâh erbâbının âkıbetlerinin ebedî Cennet olduğu buyurulmuştur.
Üçüncü gerçek ise, aslında dinin bir tek kaynaktan doğduğunu, kâidelerinin sâde ve açık olduğunu, bundan dolayı ihtilafa ve görüş ayrılıklarına gerek bırakmadığını tabiatı itibarıyla anlaşılır bulunduğunu ifâde etmektedir:
"Halbuki onlar doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak, O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekât'ı vermekle emrolunmuşlardı. İşte bu en doğru dindir. " (5).
Dördüncü gerçek ise, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfredenlerin yaratıkların en kötüsü olduğu; iman edip sâlih amel işleyenlerin ise yaratıkların en iyisi olduğu hususdur. Her iki grubun cezası birbirinden bütünüyle farklı olacaktır.
Kitab Ehli'nden ve müşriklerden küfredenler, içinde ebediyyen kalacakları Cehennem ateşindedirler. Yaratıkların en kötüsü de işte bunlardır. İman etmiş olup sâlih ameller işleyenler; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan ve orada ebediyyen kalacakları Adn Cennet'leridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı. İşte bu Rabbi'nden korkan kimseye mahsustur. " (6-8)
İmanın en önemli unsuru Cenâb-ı Allah'a ihlâs ile İbâdet etmek, yalnız O nun adını anmak, her türlü söz, iş ve amelde samimiyetle O'na yönelmektedir.
İhlâs, ibadetin özüdür. Bir kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur:
"Ben Şirke nisbetle ortakların en zenginiyim. Kim bir amel eder de başkasını bana ortak koşarsa ben onu da şirkini de terk ederim. " (Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21 ).
Abdulvehhab ÖZTÜRK