Şamil | Kategoriler | Konular

Sapka

ŞAPKA

Başa giyilen başlık anlamında
latince "cappa"dan alınma bir kelime. Günümüzde, erkek
ve kadınların sokağa çıkarken gerek süs olarak,
gerekse yağmur ve güneşten başlarını korumak
gayesiyle giydikleri başlığın genel adıdır.
Bununla birlikte, şapkaya benzediğinden, ocak ve soba
borularının tepesine konulan ve rüzgârın dumanı içeriye
doğru savurmasına engel olan sac külahlara da şapka
denilmektedir. Aynı şekilde, gemi direğinin tepesindeki
tekerlekçiğe ve yazıda, harfi uzatma veya inceltme
amacıyla kullanılan işarete de şapka denildiği
bilinmektedir.

Erkek şapkaları çeşit çeşittir;
kasket, fötr, silindir, melon, bere, hasır, panama vb. Kadın
şapkaları ise, modaya göre yıldan yıla
değişiklik gösterir (muhtelif devirlere ait erkek
şapkalarıyla değişik kadın şapkaları için
bak: Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818; Okyanus Türkçe Sözlük, 111,
2712).

İnsanlar, tarihin ilk çağlarından
itibaren çeşitli şapkalar (başlıklar)
giymişlerdir. XIX. yüzyılın 2. yarısından sonra
pek çok çeşidi olan şapkalar, yukarda
yazıldığı şekilde standartlaştı.
Osmanlı Türk toplumunda başlığın özel bir yeri
vardı. Saray ve saraydaki yüksek rütbeli memurlar kırk üç
çeşit farklı serpuş (başlık) giyiyorlardı.
Hiç kimse kendisine ait olmayan rengi ve şekli kullanamazdı. Hükümet
ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı
yirmi yedi idi. Sadrazamdan vezir habercisine kadar herkesi
başlıklarından tanımak mümkündü. Ordu mensuplarının
başlık çeşidi altmış üç idi. Yeniçeri ağasından
en basit ere kadar bütün rütbeliler başlıklarından
tanınabilirdi. Din adamları on altı, halk ise yirmi dört
değişik serpuşa sahipti. Osmanlı devletinin son
zamanlarına kadar, müslümanlarla gayr-i müslimlerin birbirinden
ayrılması için giyimleri, bu arada giydikleri başlıklar
farklı farklıydı (M. Z. Pakålın, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 111, 188; Yeni Türk
Ansiklopedisi, X, 3818).

Osmanlı devletinin nüfusunu teşkil eden müslümanlarla
gayr-i müslimlerin, yalnızca giydikleri başlıklar
değil, ayakkabılarına varıncaya kadar tüm kıyafetleri
biri birlerinden farklıydı. Bu durum, Osmanlı devletinin
yıkılması ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
kurulmasına kadar - tedrici olarak bir takım
değişiklikler olmasına rağmen - devam etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı
M.K. Atatürk, Cumhuriyetin 1923 yılında ilanından sonra,
bir takım reform hareketlerine girişti ve herkesçe bilinen inkılapları
aşamalı olarak gerçekleştirmeye başladı. Bu cümleden
olarak Osmanlı döneminin simgelerini ortadan kaldırmaya ve dinî
kaynaklı giyim farklılıklarının yurttaşlar
arasında ayırım yaratmasını önlemeye yönelik adımlar
attı. Giyim konusundaki bu yeniliklerin başında şapka
geliyordu. Çünkü Atatürk'e göre şapka batılı ve modern
olmanın simgesiydi, uygar kıyafetin ayrılmaz bir parçasıydı.
Bunun dışında kalan (fes, sarık, külah vb.) başlıklar,
Türk ulusunun kıyafeti olamazdı. Nitekim 24 Ağustos 1925
tarihinde, Kastamonu'ya yaptığı bir gezide, elinde Panama
şapkası biçiminde geniş kenarlı beyaz bir şapka
olduğu halde halka şöyle seslendiğini görüyoruz:

"Arkadaşlar, Turan kıyafetini
araştırıp canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve
milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz
için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz, ayakta iskarpin
veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket
ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i
şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir.
Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte
şapkamız!

Arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, korkmayınız!
Bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve önemli bir sonuca
götürüyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli
bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun
önemi yoktur..." (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi,
İstanbul 1981, X, 67).

M.K. Atatürk, bu konuşmasında, inkılâbından
asla taviz vermeyeceğini ifade etmesine rağmen, şapka
giyilmesi hususunda kesin bir emir vermemiştir. Ancak
kadın-erkek herkesin giymesini içtenlikle arzu ettiğini
bildirmiştir. Akşamleyin Ankara'ya döndüğünde, kendisini
karşılamaya gelenlerin tamamının şapkalı
olduğunu görmüştür (Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).

Bundan bir kaç gün sonra toplanan (2 Eylül
1341/1925) bakanlar kurulu, devlet memurlarına şapka giyme
mecburiyeti getiren 2413 no'lu kararnameyi çıkarır.
Ardından da 15 Kasım 1925 tarihinde Konya milletvekili Refik Bey
ve arkadaşları Meclise şapka giyilmesi ile ilgili kanun
teklifini verirler. Bursa milletvekili Nureddin Paşa bu kanunun
Teşkilatı Esasiye Kanununa (Anayasa) aykırı
olduğunu ileri sürerek geri alınmasını ister. Ancak
çoğunluğun lehte oy kullanması sonucu 671 sayılı
"Şapka İktisası Hakkında Kanun" 25
Kasım 1925 tarihinde kabul edilir ve 28.11.1925 günü 230 sayılı
Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanun şu
üç maddeden oluşmaktadır:

1- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel
ve yerel yönetim görevlileri, her türlü kuruluşta görevli
memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu
şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da
genel başlığı şapka olup, buna aykırı
bir alışkanlığın devamını hükümet
meneder.

2- İş bu kanun,
yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.

3- İş bu kanun, Türkiye Büyük Millet
Meclisi ve Yürütme Kurulu üyeleri tarafından yürütülür (Bak.
Bekir Sıtkı Yalçın - İsmet Gönülal, Atatürk
İnkılabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Ankara 1984, 99 vd.).

Şapka Kanunu ülkede önemli bir direnişle
karşılaştı. Yasa T.B.M .M .'nde kabul edildiği gün
Erzurum'da protesto gösterileri oldu. Bunun üzerine bu ilde sıkıyönetim
ilan edildi ve gösteriye katılanlar Sıkıyönetim
Mahkemesine verildi. Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir,
Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane'de yasayı
protestoya yönelik eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemlere
katıldığı ileri sürülen birçok kişi
İstiklal Mahkemelerinde yargılandı; bunların
bazıları ölüm, bazıları da ağır hapis
cezalarına çarptırıldı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan
biri de İskilipli Atıf Hoca'dır. Aslında Atıf
Hoca, protesto eylemlerine bizzat katılmamış, fakat
adı geçen kanunun yayınlanmasından yaklaşık bir
buçuk yıl önce (1340/1924) yazıp neşrettigi "Frenk
Mukallitligi ve Şapka" adlı risalesinden dolayı Ankara
İstiklal Mahkemesince suçlu bulunarak idama mahkum edilmiş ve 4
Şubat 1926 tarihinde hüküm infaz edilmiştir (İskilipli
Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve İslâm, IXX, Çile Yayınevi,
İstanbul).

1939'da Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesiyle
şapkadan başka başlık giymeyi
alışkanlık haline getirmenin cezası üç aya kadar
hapis olarak belirlendi. 1961 ve 1982 Anayasaları, öbür devrim
yasaları gibi 671 sayılı yasanın Anayasaya
aykırılığının ileri sürülemeyeceğini
hükme bağlamıştır (Ana Britannica, XX, 237).

Şapka giymenin fikhî hükmü:

Hiç şüphe yok ki, şapka bizatihi haram
değildir. Zaten hiç bir İslâm âlimi, onun bizatihi haram olduğunu
iddia etmemiştir. Ancak küfür alameti olarak kabul edildiği ve
hakikaten gayr-i müslimlerin dînî kıyafeti olduğu dönemlerde,
hemen hemen tüm İslâm âlimleri tarafından giyilmesine
karşı çıkılmış, onu giyenler, niyetlerine göre
kâfir ya da günahkâr kabul edilmişlerdir.

Biliyoruz ki, İslâm dininde bir şeyin kesin
olarak haram sayılabilmesi, dolayısıyla onu işlemenin
günah ya da küfür kabul edilebilmesi için hakkında açık bir
nas olması gerekir. Aksi halde -peygamberler dahil- hiç bir kimse
keyfî olarak, Allah'ın helâl kıldığını
haram, haram kıldığını da helâl sayamaz. Ancak,
hakkında kesin ve açık bir nas olmayan hususlarda İslâm
âlimlerinin ictihad yoluyla bir kanaate varmaları mümkündür.

Bu noktadan hareketle Kur'ân-ı Kerîm'i incelediğimizde,
ne şapka ne de başka bir kıyafetle ilgili herhangi bir hüküm
göremeyiz. Lâkin Cenab-ı Allah'ın, mü'minleri sürekli olarak
inanç ve davranış bakımından kâfirlere benzemekten
sakındırdığını görebiliriz .

O halde İslâm âlimlerinin şapka
hakkındaki olumsuz kanaatlerinin dayanağı nedir? İslâm
din bilginlerini bu kanaata sevkeden sebep, Peygamber (s.a.s)'in, sürekli
olarak müslümanları gayr-i müslimlere benzemekten sakındırması
ve bu konuda hassasiyet göstermesidir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s): Bir
kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir" (Ahmed b. Hanbel
11, 50; Ebu Davud, Libas, 4) ve "Bizden başkasına benzemeye
özenen bizden değildir" (Tirmizî, İsti'zân, 7)
buyurmakla, şeklen dahi olsa, bir müslümanın kâfirlere
benzemesine karşı olduğunu göstermiştir. Rasûlüllah
(s.a.s)'in, şeklen dahi olsa, müslümanların gayr-i müslimlere
benzemeye özenmelerine karşı oluşu haklı bir nedene
dayanıyordu. O da, gayr-i müslimlere benzemeye özenen müslümanların,
zamanla dejenere olarak İslâm'dan uzaklaşmaları ya da
ondan tamamen kopmaları endişesiydi. Zira Allah Resûlü;
"Kişi inandığı gibi yaşamazsa
yaşadığı gibi inanmaya başlar" gerçeğini
çok iyi biliyordu.

Şunu hemen belirtelim ki, hadisin metninde geçen
"teşebbüh" kelimesi, yukarda görüldüğü gibi,
tesâdüfi bir benzemeyi değil, benzemeye çalışmayı
yani bir kimsenin benzemek istediği kişileri bilerek ve
isteyerek taklid etmeye çalışmasını ifade etmektedir.
Yoksa bir gayr-i müslim, İslâma girmek gibi bir niyeti olmaksızın,
müslümanlara mahsus bir alâmeti taşımakla, müslüman sayılamıyacağı
gibi; "gayr-i müslimlere benzeme kasdı olmaksızın,
soğuk vb. sebeplerle onlara mahsus alâmetleri giyen bir müslüman
da kâfir sayılmaz" (Fetevâ-yı Hindiye, II, 276, Bulak
1310 h.). Hele hele kâfirlerin şiârı olmayan bir takım
kıyafet ve davranışlarda gayr-i müslimlere benzeyen kimse
asla tekfir edilemez (Ali el-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, II,
522, İstanbul 1309 h.).

Ancak "Mecûsilerin mümeyyiz vasfı olan
şapkalarını ve zimmîlerin küfrün şiârından
olan kalensövelerini, onlara benzemek kasdıyla giymek ya da
hristiyan ve mecûsilere ait olan zünnarı kuşanmak küfür sayılmıştır"
(Şeyhzâde, Hâşiyetü Şeyhzâde alâ Tefsîr el-Kâdî
el-Beydâvî, I, 108, Matbaatü's-Sultâniyye, Dâr'ül-Hilâfe, 1282 h.;
Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber, 167. Mısır, 1323
h.; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi
Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı,
İstanbul 1983, 118).

İslâm dininde niyetler çok önemlidir. Hattâ
amellerden de önce gelir ve ameller onlara göre değer kazanır.
Bunun içindir ki İslâm âlimleri; "Küfre niyet eden kimse o
andan itibaren kâfirdir" diyorlar. Böyle bir kimse, dış görünüşü
itibariyle müslümanlara benzese de kâfirdir. Kaldı ki, Allah'a,
O'nun Resûlüne ve sair dinî zaruretlere iman ve itikadı
olmadığı için, seve seve kâfirlerin kendilerine mahsus
alâmet ve şiârlarını giyinmiş ve kabul etmiş
olursa, artık bu kimsenin küfründe şüphe etmek bile caiz değildir.

Büyük fakihlerin ekserisi "Kafirlere mahsus ve
onların kıyafet alâmeti olan kalensöve yani şapkayı
bir zaruret olmadan kendi arzusu ile giymek küfürdür. Zira bu alamet-i
küfürdür. Onun için bunu, ancak mecûsilik, hıristiyanlık,
yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini seçenler ve kalpleri
küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zâhir
alâmetlerle bâtınî işlere istidlâl ve onun üzerine hükm
etmek aklen ve şer'an makbul ve mu'teber bir yoldur" diyorlar.

Fukahâdan bazıları ise; "Mecûsi, hıristiyan
ve sair kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet âdeti olan
kalensöve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman,
onlara benzemiş ve onları taklid etmiş olduğu için
günahkâr olursa da kâfir olmaz" diyorlar (İskilipli Atıf
Hoca, Frenk Mukallitliği ve İslâm, İstanbul 1975, 21).

Haddizatında İslâm'ın ilk dönemlerinde,
Mekke'de yaşayan müslümanlarla müşriklerin kılık ve
kıyafetleri biri birlerinden farklı değildi. Hicretin ilk
yıllarında da Medine'de çoğunlukta olan yahudiler, ne
âdette, ne giyimde, ne de başka özel bir alâmette müslümanlardan
ayırdedilemezlerdi. Sonraları müslümanlar çoğalıp güçlendikten
ve kendilerine cihad izni verildikten sonra, Rasûlüllah (s.a.v)'ın
direktifleri doğrultusunda, gerek âdette gerekse kılık ve
kıyafette gayr-i müslimlerden yavaş yavaş ayrılmaya
başladılar. Ki bu ayrılık o gün için bir zaruretti.
Zira İslâm ile küfür karşı karşıya
gelmişti ve bunun için safların belirginleşmesi,
netleşmesi gerekiyordu. Buna binaen müslümanlar, inançları ve
davranışlarıyla kâfirlerden ayrıldıkları
gibi dış görünüşleriyle de onlardan ayrılmak
durumundaydılar ve gayr-i müslimlerin kimlikleri niteliğindeki
kıyafetlerini taşımaları yakışık
almazdı. Müslümanların kendilerine has kimlikleri,
kıyafetleri olmalıydı.

İşte bu şekilde, müslümanlar başlangıçta
bizzat kendileri gayr-i müslimlere benzememeye özen gösterdikleri
halde, kendi devletlerini kurup büyük bir güç haline geldikten sonra
durum değişti. Bu sefer egemenlikleri altındaki zimmîlere
müslümanlardan farklı bir şekilde giyinme mecburiyeti
getirdiler. Peygamberimizin vefatından çok sonra getirilen bu
uygulamanın gerekçesi şuydu:

Bazı fıkıh kitaplarında Ömer
İbn Hattâb veya Ömer İbn Abdü'l-Aziz'den gelen rivayetlere
dayanılarak, zimmîlerin müslümanlardan kıyafetleriyle
ayrılmalarının gerekli olduğu kaydedilmekte ve şöyle
denilmektedir:

"Zimmiler, müslümanlarla içiçe olduklarından
kendilerine müslüman muamelesi yapılmaması için onların
tanınmaları gerekir. Mümkündür ki, onlardan birisi yolda
aniden ölür ve bilinmeden namazı kılınarak müslüman
mezarlığına gömülür" (Reddü'lMuhtar, İstanbul
1307, 111, 377).

Evet dikkatin ve sakınmanın elzem olduğu
İslâm fetihlerinin ilk çağlarında bu ayırım
belki gerekliydi. Fakat yukardaki gerekçenin yeterli olduğu söylenemez.
Zira hayatta iken ne Allah'a ne de Peygamberi'ne inanmayan, İslâm
ahkâmından hiçbirini uygulamayan bir kimseye, ölümünden sonra
ona müslüman muamelesi yaparak yıkamak, cenaze namazını
kılmak ve İslâm mezarlığına gömmek ona hiçbir
yarar sağlamaz. Ona bu muameleyi bilmeden yapanlar da haliyle bu
yaptıklarından sorumlu olmazlar.

Müslümanların kıyafetleriyle de gayr-i müslimlerden
ayrılması gerektiği, hele şapka vb. alâmetlerin
-zaruret hali hariç- asla giyilmemesi gerektiğini savunan merhum
İskilipli Atıf Hoca'nın konuya yaklaşımı
şöyledir:

"Her devletin alâmet-i mahsusayı haiz bir
çeşit bayrağı vardır ki o bayrak hangi vapurun,
zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde
bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Meselâ bizim Yavuz zırhlısı
bütün müştemilatı itibariyle İngiliz, Alman ve
Fransız zırhlılarına benzediği halde, yalnız
şanlı bayrağının alâmet-i farikası ile
onlardan ayrılır. Bu alâmeti görenler bizim zırhlımız
olduğuna hükm ederler. Başka devletlerin
bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten,
örfen, âdeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi,
hiyanet-i vataniye, cinayeti ve ecnebî taraftarlığı suçuyla
itham edilerek idamına hükm olunur. Bunun için medenî
memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara,
zırhlılara çekmek suretiyle onları taklid ve teşebbühe
yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.

İşte bunun gibi "Bizden
başkasına benzeyen, bizden değildir" hadis-i şerîfi
ile müslümanların, şiâr ve alâmet-i küfürde gayri
müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır.
Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin
bayrağını görenler o zırhlının bizim
olmadığına hükm edecekleri gibi şapka, haç ve sâir
küfür alâmeti giyen ve takınanların İslâmî milliyetten
çıkıp kâfirler sınıfına iltihak etmiş
olduklarına hükm ederler" (İskilipli Atıf Hoca,
a.g.e, 24).

Unutmamak lâzım ki, bir zamanlar
şapkanın küfür alâmeti sayılması gibi
"baş açık gezmek de kâfirlerin âdetlerinden sayılıyordu.
Bugün ise baş açık dolaşmak müslümanlar arasında
yaygınlaşmıştır. Dolayısiyle küfür sayılmaz"
(Ali el-Kârî, Şerhu'ş Şifa", II, 522). Nitekim
eskiden "başı açık dolaşan, sokakta yemek yiyen,
sakalını tıraş etmiş veya müzik dinleyen kişilerin
şahitliği de kabul edilmezdi. Günümüzde bu örf ve kurallar
değişmiştir. Çünkü bu davranışlar
zamanımızda yaygın bir alışkanlık halini
almıştır" (Yusuf el Kardavî, İslâm Hukuku Teori
ve Pratik, İstanbul 1983, 179).

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Zamana, mekana
ya da örf ve âdetlere bağlı olan hükümler; zamanın,
mekanın yahut örf ve âdetlerin değişmesine paralel olarak
değişebilirler. Hakkında kesin ve açık nas bulunan,
değişken bir dayanağa istinad etmeyen hükümler ise asla
değişmezler. Bu hususu göz önünde bulundurarak
şapkayı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Binaenaleyh
kafirleri taklid etme, onlara benzemeye özenme gibi bir niyet taşımaksızın
şapkanın giyilmesinde bir sakınca yoktur. Ve ister dine
dayalı olsun ister laik olsun, hiçbir yönetim, kendi vatandaşlarından
herhangi bir zümreyi başka bir zümrenin dininden kaynaklanan örf
ve âdetlerini taklide zorlamaya hakkı yoktur.

Halid ERBOĞA


Konular