Şamil | Kategoriler | Konular

Dıvan

DİVÂN

İslâm ülkelerinde devlet işleri ile alâkalı
en yüksek idarî makam. Divânu'l-ceyş, Divânu'l-mezâlim, Divân-ı
Humâyûn gibi müesseseler, bunun örneklerinden birkaçıdır.

Herhangi bir konu üzerinde tedvin edilmiş eser.
Kaşgarlı Mahmud Beğ'in Divân-ı Lügati't-Türk'ü,
Fuzûlî Divân'ı vs. gibi.

Hükümdarın oturduğu sedir; Osmanlı
devletinde birkaç köyden müteşekkil karye (köy) ile nahiye arasında
küçük bir ünite; mahkeme maksadıyla kurulan yüksek meclis.
Divân-ı Harb, Divân-ı Âli gibi.

Bir âmir veya büyük huzurunda eller önde kavuşmuş
olarak saygılı vaziyette durmak; yabancıların
barındığı han veya kervansaray.

İslâm devlet teşkilâtı içinde bulunan
ve tarih boyunca önemli bir fonksiyon icra eden divan teşkilâtı,
ilk defa Hz. Ömer zamanında faaliyete geçirilmiştir. (Mâverdî,
el-Ahkâmu's-Sultaniyye, 199; Fethiye Nebravî, Tarihu'n-Nuzum
ve'l-hadarati'l-İslâmiyye, 80.) Gerçekten, bu dönemde İslâm
devleti gerek toprak, gerekse malî bakımdan çok geniş imkânlara
kavuşmuştu. Divanın böyle bir dönemde ortaya çıkması
bunun bir neticesidir. Bilhassa Hz. Ömer döneminde gerçekleştirilen
fetihlerin sonucunda müslümanlar bir taraftan Bizans, diğer
taraftan da İran'la komşu oldular ve onlarla Çeşitli münasebetlerde
bulunmaya başladılar. Bunun sonucunda müslümanlar eski
medeniyetlerin mirasçısı olan bu iki devletin kurduğu müesseselerden
de istifade etmeye başladılar. Bilhassa İslâm'a aykırı
olmayan ve gelişmeye yardımcı olan müesseselerden istifade
etmek İslâm'ın prensip edindiği bir husustur. Gerek
Mısır, gerekse Suriye'den İslâm başkentine dönen
fatih müslümanlar, burada idarî sistemle ilgili gördüklerini
anlatmaya başladılar. İşte bunlar içinde divanlar da
vardı.

Bu kelimenin (Divan) Farsça veya Arapça menşeli
olduğuna dair değişik rivâyetler bulunmaktadır.
Genellikle bu kelimenin Sasanî İmparatorluğu'ndaki devlet
idaresine ait bir kavram ve kurum olarak Arap diline intikal ettiği
kabul edilmektedir. Bu manada divan kelimesi; devlet idaresindeki muhtelif
idarî, askerî ve malî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan
defterlere, bunların ve devlet memurlarının
bulundukları yere verilen isimdir. (Maverdî, a.g.e., aynı yer).

Divan'a niçin bu ismin verildiğine dair iki
ayrı rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetler hemen hemen bütün
kaynaklarda zikredilmektedir. Böylece, kelimenin aslının Farsça
olduğuna işaret edilmektedir. Buna göre İran Kisrası
Nûşirevan, bir gün kâtiplerinin yanına uğramış
ve onların kendi başlarına sayı sayıp hesap
yaptıklarını görünce onlara "divâne" yani
"deli" demiştir. Zamanla kâtiplerin çalıştığı
yere de "Divane" denilmeye başlanmıştır
Sonradan bu kelime divan şekline dönüşmüştür.
İkinci bir rivâyette ise divan kelimesi Farsça'da Şeytanlar mânâsına
gelmektedir. Kâtipler de devlet işlerini çok iyi bildiklerinden her
çeşit gizli açık konuya çok çabuk vâkıf
olduklarından, dağınık ve karışık
rakamları bir araya topladıklarından dolayı,
şeytanlar gibi bir mânâya delalet etmek üzere "divan"
denildiği anlatılmaktadır. Sonradan bu kelime, kâtiplerin
oturdukları yere de verilen bir isim olmuştur. (Maverdî, a.g.e.,
199).

Hz. Âişe'den rivayet edilen ve "Allah
katında üç divan vardır" hadîsine göre bu kelime hesap
defteri manasında kullanılmaktadır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
VI, 240).

İslâm dünyasında, Hz. Ömer'in fey*
gelirlerini dağıtmak için tesis ettiği divan
teşkilatiyle birlikte, yaygın bir şekilde kullanılmaya
başlanan divan tabiri, Emevîler ve bilhassa Abbasîler zamanında
başta askerî ve bilhassa malî sahalar olmak üzere çeşitli
devlet hizmetlerine bakan müesseselere isim olarak verilmiştir.

Burada hemen şunu da belirtelim ki, Hz. Ömer'in
henüz 20 (641) yılında, Medine'de fey için tanzim ettirdiği
divan defterleri, Arapça yazılmıştı. O, bu vazife ile
de Kureyş kabilesinden, Arap neseb ilmini iyi bilen Hz. Ali'nin
kardeşi Akil b. Ebi Talib ile Mahreme b. Nevfel ve Cübeyr b.
Mut'im'i vazifelendirmişti. Bu konuda defterlerin tutulması ile
ilgili şu sebepler gösterilmiştir:

Ebû Hüreyre, Bahreyn taraflarından birçok mal
ile birlikte Medine'ye geri döndüğünde Hz. Ömer, Ebû Hüreyre'ye
ne kadar mal getirdiğini sorar. O da; "beşyüz bin dirhem"
deyince, Hz. Ömer bunu çok büyük bir rakam olarak görür ve tekrar
Ebu Hüreyre'ye bunun ne demek olduğunu bilip bilmediğini sorar.
Bunun üzerine Ebu Hüreyre tekrar: "Evet, beşyüz bin dirhem."
Bu defa Hz. Ömer, o malların hangi kaynaklardan olduğunu (helâl
olup olmadığını) sorar. Ebü Hüreyre: "Bilmiyorum,
sadece şu gördüklerini biliyorum" der. Bunun üzerine Hz.
Ömer minbere çıkarak Allah'a hamd ve senada bulunur, sonra
topluluğa:

"Ey insanlar bana pekçok mal geldi.
İsterseniz size bu malları ölçekle ölçerek, isterseniz
sayarak dağıtayım." der. Bu konuşma üzerine
cemaattan biri ayağa kalkarak şöyle der:

"Ey emire'l-müminin, ben
İranlılar'ı gördüm. Onlar bir divan tutarlar, dağıtım
işlerini o divan görür, malları bir deftere kaydederler. Sen
de bir divan kur, mal dağıtım işini onlar görsün,
herkes deftere göre alsın, böylece kimin ne aldığı
oraya yazılsın." Bu söz üzerine Hz. Ömer teklifi uygun
bulur ve bir defter ihdas eder. Malları da ona göre taksim ettirir.
Başka bir görüşe göre de Hz. Ömer'in divan kurmasının
sebebi şöyle anlatılır:

Bir gün Hz. Ömer birini bir iş ile görevlendirirken
yanında bulunan Hürmüzan, Hz. Ömer'e şöyle der:

"Sen bu görevlinin eline mallar verdin. Aralarından
biri çıkar da muhalefet ederse, elçinin gittiği yerde onun
yerine bir başkası geçip görevli olduğunu söylerse,
bunun görevli olup olmadığını nereden bilecekler?"
Sen ona, kayıtları da içine alan bir defter ve eline bir divan
ver. Divanında verdiğin malların kayıtları
bulunsun. Görevli, gideceği yere vardığı zaman ondan
divan isterler ki bununla kendilerine gelen görevlinin senin görevlin
olduğunu anlarlar.

Abid b. Yahya'nın, Hâris b. Nüfeyl'den
rivayetine göre Hz. Ömer, divan kurulup kayıtların
tutulması için müslümanlarla istişarede bulunur. Hz. Ali de
hiçbir şey bırakmaksızın her yıl toplanılan
malları hak sahipleri arasında taksim eder. Bunun üzerine Hz.
Osman da:

"Birçok malın insanlara verildiğini ve
dağıtıldığını görüyorum. Fakat bu
mallar sayılmaz ve kayıtları tutulmazsa, senden mal alanlar
ve almayanlar belli olmaz. Bu yüzden de dedikodunun çıkmasına
sebep olursunuz. Bu kötü işin yayılmasından çok korkarım."
dedi.

Daha sonra Halid b. Velid, kendisinin bir ara
Şam'da bulunduğunu, bölge idarecilerinin devlet işlerine
dair bazı defterler tuttuğunu asker sayımı ve ihtiyaçlarını
yazdıklarını gördüğünü söyleyerek Hz. Ömer'e de
böyle yapmasını teklif eder. Bunun üzerine Hz. Ömer, Akil b.
Ebi Tâlib, Mahreme b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut'im'i çağırarak
onlara halkı ailelerine göre yazmalarını söyler. Bunun
üzerine onlar önce Hâşimoğullarından
başladılar. Sonra Hz. Ebubekir ve ailesini daha sonra Ömer ve
ailesini ve diğer kabileleri sıra ile yazdılar. Sonra da
bazı ihtilafları halledip neticeyi Hz. Ömer'e arzettiler, Hz.
Ömer, bu kayıtlara baktı ve: "Bu kayıt işi
olmamış! Ben böyle istememiştim. İnsanları, Rasûlullah'a
en yakın olanlarından başlayıp sonra biraz uzak
olanları ve daha sonra da en uzak olanları yazmak üzere bir yol
takib ediniz. Böylece Ömer, Allah'ın emirlerine tabi olmuş
olsun." Bunun üzerine kâtipler de Hz. Ömer'in emrine uydular. (Maverdî,
a.g.e., 199-200)

İslâm fetihlerinin başlatılıp
devam ettirildiği iki ana bölge, Irak ve Suriye ile bu iki bölgeye
yeni fethedilen Mısır'daki askerler ve onların ailelerine
ait Divân defterlerinin ilâve edilerek düzenlendiğini; ancak
bunlar hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuzu da söylemeliyiz.

Bu bakımdan, baştan beri anlatmaya çalıştığımız
Medine'deki merkezî divân defterleri ile, Irak, Suriye ve Mısır
bölgelerindeki divan defterlerini birbirinden iyi ayırmak gerekiyor.
Hz. Ömer Medine'deki divan gibi, bu üç bölgede de ayrı ayrı
ve bilhassa Irak'ta Kûfe ve Basra başta olmak üzere bazı
şehirlerde, divan defterleri düzenlettirmiştir. Bu bölgelerin
defterleri de, Medine'deki gibi Arapça olarak yazılmış ve
buradaki askerlerle aileleri defterlere kaydedilmişlerdir.

Öte yandan, İslâm fetihleri esnasında
Irak'ta Sasanîler; Suriye ve Mısır'da Bizanslılar
tarafından devam ettirilmekte olan Divânu'l-Harac'lar (vergi tesbit
ve toplama divanları) Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan 81 (700)
yılında bunların Arapça tutulmasını emredinceye
kadar aynen ve kendi dillerinde bırakılmıştır. Bu
tarihten sonra bunlar da Arapça tutulmaya başlandı. Böylece,
İslâmiyet'in ilk devrinde ve Halife Hz. Ömer döneminde, Medine-i
Münevvere'de, İslâm askerleri ve diğer vatandaşların
maaş ve tahsisatlarını kaydeden Arapça divan ile,
Abdülmelik b. Mervan tarafından, belirtilen tarihte Arapça
tutulmaya başlanan divanlar, birbirinden farklı şeylerdir.
(Geniş bilgi için bk. Ebu Abdullah Muhammed b. Abdus el-Cahşiyarî,
Kitabu'l-Vüzera ve'l-Küttâb, Kahire 1980, 38-40).

Böylece, İslâm âleminde Hz. Ömer devri ile başlayan
divan teşkilâtı, memleketin idarî, siyasî ve ekonomik gelişmesine
paralel olarak artış göstermiştir. Gerek sayı,
gerekse divan üyelerini teşkil eden zevat bakımından, Emevîler
dönemi büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Nitekim ilk Emevî halifesi
Muaviye b. Ebi Süfyan Divânu'l-Atâ', Divânu'l-Harac ve
Divânu'l-Cünd'e ilâve olarak, Divânu'l-Hatem, Divânu'l-Berîd,
Divânu's-Sadakat ve Divânu't-Tıraz'ı kurdurmuştur.
(Fethiye Nebravî, a. g. e., 91)

Abbasiler dönemi, başlangıçta Emevî
müesseselerini aynen devam ettirmiş görünmekte ise de hakikatte
büyük bir yenilik ve değişikliğin ortaya çıktığı
bir dönem olarak kabul edilir. Bu ifade sadece divanlar için değil,
bütün müesseseler için geçerlidir. Nitekim vezirliğin ilk defa
İslâm dünyasında ortaya çıkışı, Abbasî
halifesi Ebu'l-Abbas es-Seffâh zamanında, Ebu Seleme
el-Hallal'ın bu vazifeye getirilmesiyle gerçekleşmiştir.
Bu bakımdan, divan teşkilatı, Abbasîler döneminde daha
bir gelişme göstermiştir. Gerçekten, Abbasîler'in orta
zamanlarında divan, en debdebeli ve muhteşem bir şekil
almıştı. Divanda vezir, kadi'l-kudat, kadı ve
diğer vazifelilerin yerleri olup halifenin makamı da vardı.
Fakat burası boş dururdu. Halife, divana bakan pencereli yüksek
bir mahalden divan müzakerelerini dinleyip kendisi görünmezdi. Divan'a
bakan bu pencereye Kâbe örtüsünden siyah bir perde konmuştu.
Divan esnasında bu perde kaldırılır ise de pencerenin
altın kaplı parmaklıklarından dolayı halifenin
kendisi, dışardan görünmezdi.

Abbasilerdeki divana halife Mu'tasım
zamanında Divanu'l-Adl denilirdi. Böylece divan tabiri Abbasîler
devrinden itibaren ve daha sonraları bütün müslüman devletlerde
kabul görmüştü. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 4-5)

İslâm ülkelerinde devlet işlerinin yürütülmesi
ve insanlara daha iyi ve sağlıklı bir adlî ve idarî nizam
sağlamak için kurulan divanlar, birçok kısma
ayrılır.

Bilindiği gibi Abbasî devletinin merkezi Bağdat
idi. Bu bakımdan divanların merkezi de burası idi. Hicrî
üçüncü asırda halife el-Mu'tedid, idarî bakımdan büyük
bir değişiklik yaparak vilayetler için de divanlar tertipledi.
Adına "Büyük Divan" denilen bu divan defterleri merkezde
bulunuyordu. Abbasî dönemi divanlarından birkaçı şöyledir:
Divân-ı Arizu'l-ceyş, Divânu'l-Harac ve'l-Cibayat,
Divânu'n-Nefekat, Divânu Beyti'l-mal, Divanu't-tevki', Divânu'l-Berîd
Divânu'l-hatem, Divânu'l-eşrâf, Divânu'l-mezalim. Bu divanlardan
her biri, kendi alanlarında hizmet eden günümüz bakanlıkları
gibi düşünülmelidir.

Osmanlı Dönemi Divânı

İslâm dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan
ve daha sonra değişik şekillerde ortaya çıkan divan
teşkilâtı, Osmanlılar'da da değişik isim ve
şekillerde faaliyetine devam etmiştir. Bununla beraber devletin
ilk yıllarında divanın nasıl geliştiğine
dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bununla beraber
Kemalpaşazade bunun daha Osman Gazi zamanında ortaya çıktığını
kaydeder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya çıkan
divanın bir benzeri olmalıdır ki fazla bir gelişme gösterememiştir.
Ama 1324 yılında bey olan Orhan'ın dönemi, artık
kesinlik kazanmış görünmektedir. Hatta tarihçi Aşıkpaşazâde'nin,
bu beyin, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarının
burmalı tülbend yani bir çeşit sarık
taşımalarını emretmiş olduğunu söylemesi,
onun divan erkânı için bir kıyafet tespit ettiğini göstermektedir.
(Ahmet Mumcu, Divan-ı Hümayun, 21-22). Osmanlı Divanı,
daha sonra gelen hükümdarlar vasıtasıyle bir hayli
geliştirilerek, devletin en önemli organları arasında yer
almıştır.

Çeşitli âmiller vasıtasiyle müesseselerini,
Abbâsîlerin parlak devirlerindeki gelişmiş şekillerine
dayandırmak suretiyle, kendinden önceki diğer müslüman
devletlerden de istifade etmiş olan Osmanlı devleti, şer'î
hukuku hem nazarî, hem de amelî bir şekilde her sahada uygulamaya
çalışıyordu (Ömer Lütfı Barkan, "Osmanlı
İmparatorluğu Teşkilat ve Müesseselerinin
Şer'iliği Meselesi" İHFM. (1945) XI/3-4, 209).
İşte bunun içindir ki, üç kıta üzerinde 10-50 derece
Kuzey enlemleri ile 10-60 derece Doğu boylamları arasında
uzanan Osmanlı devleti, saha ve genişlik itibariyle bir
kıta görünümünde olmasına, çeşitli iklim ve tabiat
şartları ile; tebeasının farklı bünyelere (din
dil, ırk, mezhep, kültür farkları gibi) sahip bulunmasına
rağmen, onları dünya devletlerinden çok azına nasib
olmuş bir adaletle idare edebilmiştir (Geniş bilgi için
bk. Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, 7-8). Zaten
devlet bundan başka türlü davranamazdı. Zira İslâm
hukukuna göre hükümdar, her istediğini yapan ve her türlü
arzusuna uyulması gereken bir kişi değildir. O da Şerîatın
emirlerine uymak zorundadır. Aksi takdirde, Hz. Peygamberin
"Allah'ın emirlerine uymayana itaat yoktur" (İbn Mace,
Sünen, II, 956) hadis-i şerifi ile, Hz. Ebû Bekir'in halife
seçildiği zaman irad etmiş bulunduğu hitâbesinde dediği
gibi (İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, IV 311) yöneticinin
emirlerine itaat mecburiyeti kalkar. Osmanlı devletinde de durum
aynıdır. Zira "bu devlette din asıl, devlet onun bir
fer'idir" (Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü'l-Beyan fi Kavanin-i
Âl-i Osman, Bibliotheque National (Paris) Ancien Fonds Turc, nr. 40, vr.
134 a-b).

Devlet işlerinde kesin bir karar verilmeden önce,
devlet divanında incelenir, görüşülür ve bundan sonra karar
hükümdarın olurdu. Padişahlar zaman zaman devlet işleri
ile şer'î ve hukukî muameleler hakkında icab edenlerle görüşüp
kendilerinden fikir alırlardı. Bundan
anlaşılacağı üzere zahiren geniş ve hududsuz bir
yetkiye sahip olduğu görülen padişah, gerçekte birtakım
kanunlarla kayıtlı idi. Osmanlı hükümdarlarının
en kudretli zamanlarında bile divan kararlarına tamamen riayet
ettikleri ve bunun haricine çıkmadıkları görülmektedir.
Osmanlılar'da bir devlet teşkilâtı olarak divan,
"bizzat padişahın bulunmadığı takdirde,
vezirin başkanlığında veya hükümdarın
bulunduğu yerde kurulan bakanlar kurulu" demektir.

Divan, her gün sabah erkenden namazdan sonra padişahın
huzurunda toplanarak gerek devlete, gerek halka ait askerî, malî,
idarî, hukukî ve örfi işler hakkında kararlar verirdi.
Divanda padişah, vezir-i âzam ve diğer vezirlerden başka,
kadıaskerler, defterdarlar, nişancı gibi üyelere ilaveten
başka Rumeli Beylerbeyi, Yeniçeri Ağası ve Kaptan
Paşa da bulunurdu. Bu arada fiilen divan üyesi olmamakla birlikte
Şeyhülislâm, her zaman ve kimseye haber verme ihtiyacı
duymadan divan müzakerelerine iştirak edebilirdi.

Divan toplantıları, XV. asır
ortalarından sonra haftada dört gün (cumartesi, pazar, pazartesi,
salı) olurdu. Padişah nerede ise divan orada kurulurdu.
(İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,
I, 495-501).

Divan Çeşitleri

a. Divân-ı Hümâyun: Bütün İslâm
devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı devletinde de
başlangıçta hükümdarın, sonraları vezir-i âzamın
başkanlığında toplanarak devlet işlerine bakan
meclisin adı. Buna sadece divan da denirdi. Bilindiği gibi divan
tâbiri, Osmanlılardan önce diğer devlet dairelerine de
veriliyordu. Ama Osmanlılar'da bu tahsis edilerek sadece Divan-ı
Hümâyun için kullanılmıştır.

İstanbul'un fethinden sonra Divan-ı Hümayun,
Topkapı Sarayı'nda ve Kubbe altı denilen mahalde
toplanıyordu. Fatih'e gelinceye kadar divana başkanlık
etmek suretiyle padişahlar, bizzat devlet işleri ile meşgul
olurlarken, Fatih'in iş sahipleri tarafından teşhis
olunamaması yüzünden Gedik Ahmed Paşa'nın teklifi
üzerine padişahlar için, toplantı mahallinin arkasında
biraz yüksekçe, önü kafesli bir yer yapılmış ve
padişahlar meclisin müzakerelerini oradan dinlemeye başlamışlardır.

Divan'a havale olunan davalar, kadıaskerler veya
İstanbul kadısından hangisinin kaza dairesini
ilgilendiriyorsa, hükm-i şer'isini vermek üzere ona havale
olunurdu. Malî işler hakkında defterdarın mütalâası
alınır, arazi beratları ile hükümdarlara yazılan nâme-i
hümâyûnlar (mektuplar) nişancı tarafından
yazılırdı. Devlet memurları da divanda muhakeme
edilirlerdi (Uzunçarşılı, a.g.e., I, 501-502).

Divan-ı Hümayun, XVIII. asır ortalarına
kadar bu sûretle devam etmiştir. Köprülü Mehmed Paşa'nın
sadrazamlığı sırasında iş tavsayarak divan
toplantıları terk edilmeye başlanmıştır.

Divân-ı Hümâyundan çıkan kararlara
"hüküm" adı verilirdi. Hükümler, ahkâm defterlerine sıra
ile yazılırlardı. Osmanlılarda Sultan II. Mahmud döneminde
ve 1826 yılında Yeniçeri ocağının
kaldırılması üzerine "Divân-ı Hümâyun"
tabiri de kaldırılarak yerine "Meclis-i Vükelâ" veya
"Meclis-i Has" denmeye başlamıştır. (M. Zeki
Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,
I, 464-465).

b. Divân-ı Asefi: Sadrazam
başkanlığında toplandığı için bu adı
alan divan, XVII. asırdan sonra önem kazandı. Sadrazam
konağında ikindi namazından sonra toplandığı
için "İkindi Divanı" diye de
adlandırıldı. XVIII. asırda pazartesi ve perşembe
günleri dışında hemen her gün toplanırdı.

c. Ayak Divânı: Çok önemli, acil veya
fevkalâde haller dolayısıyla, ya da padişahın huzuru
ile kurulan divan hakkında kullanılan bir tabirdir. Meclis demek
olan divanda padişahtan başka kimsenin oturmayıp ayakta
durarak işin derhal bir karara bağlanması bu adın
verilmesine sebep olmuştur. Saraydaki ayak divanlarında
padişahın oturmasına mahsus taht, Topkapı
Sarayı'nın Bâbu's-Saâde adı verilen
kapısının ön kısmında mermer sütunlara dayalı
olarak revak ve ayvanın altında kurulurdu.
Padişahların yapmaya mecbur oldukları ayak divanı, mühim
saydıkları bir iş veya şüphe ettikleri bir yolsuzluk
sebebi ile ya da askerin isyanı veya halkın şikâyeti
üzerine akdolunurdu. Bundan başka, padişahların gittikleri
bir yerde herhangi bir meselenin araştırılması için
ayak divanı yaptıkları da görülür. Kanunî Sultan
Süleyman'ın, bir Rum mimarı ile başgösteren su ihtiyacını
görüşmek için yaptığı ayak divanı ve IV.
Sultan Murad'ın Kapıkulu askerlerinin isyanı üzerine yapılan
divanlar, burada örnek olarak zikredilebilir. Sadrazamlar da ayak divanı
akd ederlerdi. Fakat bu genellikle savaş zamanında ordugahta
olurdu. Ordu erkânı ile Ocak zabitlerinin iştirak ettikleri
divanda, ayak üzerinde müzakereler yapılır ve süratle karara
bağlanırdı.

d. Galabe Divanı: Elçi kabulü dolayısıyla
yapılan divanlara "Galebe Divanı" adı verilir.
Galebe divanı, özellikle yabancı elçilere karşı bir
gösteri mahiyeti taşıdığından, ötekilerden
farklı ve biraz daha debdebeli olurdu.

Görüldüğü gibi, İslâm devlet teşkilâtları
içinde, Hz. Ömer'den başlamak sûretiyle önemli ve faal bir rol
oynayan divanlar, zamana, ihtiyaca ve devletlere göre şekil
değiştirmiş bulunmaktadırlar. Prensip olarak daima
ileriye yönelik ve gelişmelere açık bulunan İslâm
medeniyeti içinde, böyle bir durum normal karşılanmalıdır.
Zira İslâm, iyi olan bir şeyi almaktan asla çekinmez.

Ziya Kazıcı


Konular