Şamil | Kategoriler | Konular

Anayasa

ANAYASA



Herhangi bir devletin mahiyetini, yani asli organlarını: bu organların, kuruluş, teşkilâtlanış ve işleyiş tarzlarını, birbirleriyle olan yetki ve sorumluluk ilişkilerini, devletin üstün otoritesi (iktidarı) altında bulunan insanların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili hukuk, ilke, kural ve kurumların neler olduğunu belirleyip gösteren temel belge. Bu anlamda, maddî bakımdan anayasa kurallarını ayırıma yarayacak kıstas, bu kuralların ilişkili bulundukları konular olmaktadır ki, bu konuların kapsamına girecek bütün hukuk kuralları ve belgeleri anayasa kavramı içinde düşünülmelidir. Başka söyleyişle, herhangi bir devletin siyasî teşkilâtını ilgilendiren ve temel organlarının kuruluş, görev ve faaliyetlerini, bu organlar ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kural ve ilkelerin bütünüdür.

Devletin dayandığı temel yasa olarak anayasa bu bakımdan ferdin hak ve özgürlüklerini belirlemek ve tanımak; korumak ve gözetmek, özetle güvence altına almak için gerekli düzenlemeyle birlikte zorunlu işlemleri ortaya koyar. İşte bu düzenleme ve işlemler o devletin mahiyet, nitelik ve türünü tespit etmek bakımından bir temel kıstas olma özelliği de taşır ki; "hukuk devleti" "totaliter devlet", "sosyal devlet", "adaletli devlet" gibi nitelemelerin yapılmasına imkân verir.

Anayasa Türleri: Aslında anayasaları yapılış şekli, kaynağı, muhtevası, hukuk sistemi içindeki konumu vb. gibi açılardan türlere ayırmak mümkün olabilir. Ancak anayasa hukuku açısından birbirleriyle yakın ilişkileri bulunan iki ayrımın üzerinde durulması yerinde olur:

Yazısız-Yazılı Anayasalar: Anayasanın maddî ve şeklî bakımdan tanımına bakıldığında, muhteva ve şekil yönünden öteki yasalardan farklılık gösterdiği görülür. Başka söyleyişle anayasa, devletin siyasî kuruluşuna, kamu otorite ve organlarıyla bunlar arasındaki ilişkilere; hükümetin oluşturulmasına, devletin şekline, özetle bu ve benzer konulara ilişkin kuralların bütünüdür. İşte bu noktada anayasanın öteki yasalardan farklı biçimde olduğu hususu, yani hazırlanma ve değiştirilme usûl ve organlarının farklılığı önem arzetmektedir. Bu bakımdan belli usûl ve organlar tarafından yazılı bir şekilde meydana getirilen anayasaya, yazılı anayasa; buna karşılık anayasaya ilişkin kuralların bu tarzda yazılı olarak değil de, örf ve âdetlere, geleneklere göre oluşturulmasına da "yazısız" (teamülî) anayasa denilir.

Bir milletin toplumsal yaşayışının esası kabul edilecek bir yazılı kurallar bütünü oluşturacak; yöneticilerin seçim, görev ve yetkilerini belirlemek sûretiyle keyfî davranışlarını önleyecek; toplum fertlerinin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak bir düşünce sisteminin meydana getirilmesi insanlık tarihinin önemli bir arayışı olmuştur. Anayasacılık hareketi bu bakımdan üzerinde dikkatle durulan bir gelişmedir. Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve düşünce tarihi bu konuda son yüzyıllardaki Batı dünyasında ortaya çıkan gelişmeleri odak kabul ettiğinden, bütün değerlendirmeleri de bu bağlamda yapma "alışkanlığından" uzak duramamıştır.

Anayasacılık hareketinin tarihi seyir içinde geçirdiği süreci, bu bakımdan Batı'da son yüzyıllarda kaydedilen gelişmeler ile sınırlandırmak, hakikatin anlaşılmasında yeterli gözükmemektedir. Anayasacılık hareketi bakımından Hz. Peygamber'in, dolayısıyla onun önderliğinde aslî unsurunu müslümanların oluşturduğu temel bir yasaya bağlı bir toplum ve üstün otorite kuruluşunun Medine (Yesrib) de ortaya çıktığı görülmektedir. Gerçekten, Arabistan'ın özel durumu bir tarafta tutulsa bile, Hicret'in gerçekleştiği milâdi yedinci yüzyıla kadar, temel bir yasanın, toplumun ve üstün otoritenin (devletin) belirlenmesi ve kurulmasında benzer bir olaya tarihte rastlamıyoruz. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra gerçekleşen ve Medine'deki "kozmopolit" toplum yapısını bir ümmet ve bir siyasî teşkilât bütünlüğüne kavuşturmasında, çeşitli sosyal grupların "konsensusu"nun sağlanmasında, "sosyal sözleşme" diyebileceğimiz bu esas, temel yasa olmuştur. Muhâcir ve Ensâr gruplarının oluşturduğu müslüman topluluk yanında Yahudiler, Hristiyanlar, hatta putperestler siyasi bir "camia" olma iradelerini bir konsensus şeklinde beyan etmişlerdir. İşte bu konsensusa dayalı "temel esas" denebilir ki, dünya tarihinde ilk yazılı anayasal hareket ve belgedir. Nitekim kırkyedi maddeden oluşan bu anayasal belgenin 1. maddesi, amacı da belirlemektedir:

"Bu kitap (yazı, anayasal belge) Hz. Peygamber Muhammed (s.a.s.) tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve müslümanlar ve bunlara bağlı olanlarla beraber cihat edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)."

2. Madde devletin insan unsurunu da ihtiva edecek bir tanım yapmaktadır: "işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler." Sonraki maddelerde "ümmeti" oluşturan toplulukların birbirleriyle ilişkilerinde riayet edecekleri esaslar belirlendiği gibi, her topluluğun inançları da gözönünde tutularak hak ve özgürlükleri tesbit edilmiş, sınırları çizilmiştir. Bu anayasal belgenin Anayasa hukuku açısından tahlili, İslâm hukukunun "sosyal sözleşme"ye dayandığı anlamına alınmamalıdır. Unutulmaması gereken husus bu anayasal belgenin düzenlenmesi sırasında İslâm'ın hükümleri Allah tarafından vahyedilmekteydi. Ancak bir müslüman fert ve toplumunun inanç esasları, hayatı düzenleyecek kuralları öz halinde indirilmişti. Dolayısıyla müslüman insan tipi ve topluluğu, şartların oluşmasıyla kurulup düzenlenecek yapının çekirdeğine sahipti. Yani İslâm'ın hukukî özü; siyasî yapılanma formu, ferdî ve sosyal hayatı düzenleme kabiliyet ve esnekliği, müslüman olmayan toplulukların (Yahudiler, Hristiyanlar, Putperestler) şart ve durumları gibi hususlar da dikkate alınarak uygulamaya konulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Râşit halifelerden sonraki dönemlerde, siyasî oluşumlar belli oranda ayrı tutulursa, bu anayasal belgenin ruhu korunmuştur denebilir. Nitekim zımmîlerin hukukî, siyasî ve sosyal statüleri ve bunun uygulanması, İslâm devleti hayatiyetini sürdürdüğü müddetçe devam etmiştir.

Hz. Peygamber'in önderliğinde hazırlanan bu belge, yeryüzündeki anayasa hareketlerinde olduğu gibi, İslâm hukukunun kaynağı şeklinde değerlendirilmemelidir. Burada çok önemli bir farkın gözden uzak tutulmaması gerekir. Meselâ yeryüzündeki, özellikle Batı'daki anayasaların kaynağını hukukî, siyasî ya da sosyal bir belge oluştururken, İslâm hukuku böyle beşerî bir kaynağa değil, vahye dayalıdır. Böylelikle İslâm hukukunda anayasa meselesi öteki anayasalardan farklı bir değerlendirmeyi zorunlu kılar.

Özet olarak ana başlıklar hâlinde, bu anayasal belgenin nitelikleri şu şekilde açıklanabilir:

Dil, ırk, din farklılığına rağmen (burada dikkat edilmesi gereken bir husus daha var. O da "din" farkını nazar-ı itibara almama değil, aksine "din" farkı gözönüne alınmakla birlikte) bunların mahiyetlerine uygun bir yaşama ortamı oluşturulmak istenmektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in "din" farkı gözetmemesi, çok açıktır ki düşünülemez. Aslında bu husus İslâm Hukuk Sistemi'nin çarpıcı ve ne yazık kolayca gözden kaçırılan üstün yönüyle de ilgilidir, devlet müessese ve teşkilâtlanmasının dayanacağı, insan, yani "ümmet" unsuru oluşturulmaktadır. Bu unsur içine giren farklı insan topluluklarının hak, özgürlük ve görevleri de hükme bağlanmaktadır. Ensâr'ın muhâcirlere karşı hak ve vecibeleri gibi, gayr-i müslimlerin müslümanlarla ilişkilerinin niteliği ve yükümlülükleri (meselâ savaşta) âmir hükümler şeklinde düzenlenmiştir. (18, 24, 36, 37, 38, 47. md.'ler gibi)

Yine oluşan bu "ümmet"in iç ve dış ilişkilerini, toprak (ülke) bütünlüğünü gerçekleştirecek tedbirler, yani devletin coğrafi sınırları (mad. 39) belirlenmiştir. iç-dış ilişkileri ve toprak bütünlüğü sağlanan bu insan unsuru; eskiden beri sürüp gelen kan ve kabile bağıyla değil, "din" farklılığına rağmen, aslî belirleyici olan İslâm'ın ruhuna uygun "dava birliği"yle toplum statüsü kazanacaktır. Bu da "ümmet"in siyasî toplum olma kaynağını besleyecek mahiyettedir. Zaten gayr-i müslimlerin ya da Muhâcirlerin veya Ensâr'ın hak ve yetkileri, riâyet edilmesi gereken hukûkî esasları ihtivâ etme yanında, bunun tabii sonucu olarak, siyasî hedefi veya hedefleri de kapsar niteliktedir. (1, 36, 47; 25, 42 vb. mad.) Aslında bu yönüyle bakıldığında mezkur anayasal belgenin bugünkü anlamda anayasa kavramını ihtiva etmediği, hatta onun üstünde bir özelliğe sahip bulunduğu görülmektedir.

Dünyada ilk yazılı anayasa olarak elimizde bulunan bu belge, siyasî yapının işleyişini gerçekleştirici idarî ve hukukî özerkliği, fertlerin veya toplulukların anlaşmazlıklarını çözücü yargı özerkliği sistemini getirmektedir (23, 25, 42. mad) Eğer topluluklar aralarındaki anlaşmazlıkta çözüme ulaşamazlarsa, o taktirde anlaşmazlığın çözümü doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in yetki ve görev alanına girmektedir. Bunun anlamı hukukun uygulanmasında ihtilaf çıktığında üst ve son yetkili mercinin Hz. Peygamber olmasıdır. Bu özellik, bugünkü hukuk uygulamalarında, anayasa ve kanunların anlaşılmasında meselenin yüksek yargı organlarına götürülmesinin ilk örneğidir. Demek ki İslâm devletinde en üst otoritenin Hz. Peygamber olduğu kabul edilip, bu husus anayasada temel bir madde olarak belirtilmiştir. Daha sonraki dönemlerde Ehl-i hal ve'l akd meclisi, hukukî-idarî müesseseler olarak teşkil olunmuşlardır.

Öte yandan belgenin mali yükümlülük esasları, savaş durumu ve bu esnada fert ve toplulukların hak ve sorumlulukları (ödevleri) da hüküm altına alınmıştır (3, 12, 17, 23, 24, 36, 37, 38. mad.)

Belgenin muhtevasından hareketle İslâm toplumunda anayasanın kaynaklarının, aynı zamanda İslâm hukukunun aslı kaynakları olduğu söylenmelidir. (Kur'an, Sünnet, Râşid halifelerin uygulamaları ve İslâm hukuk bilginleri yani müçtehitlerin görüş ve ictihadları gibi)

Bu kaynaklara dayalı ve bağlı olarak yapılacak bir anayasa, İslâm'ın itikadî esaslarını genel ilkelere dönüştürme yanında, İslâm hukukunun mantığını da özümlemelidir. Bu bakımdan genel anlamıyla İslâm devletinin anayasası şu özellikleri kapsar:

1) Mutlak yaratıcı olan Allah, kanun koyucu olarak da kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibidir. Yani İslâm anayasasında hâkimiyet ve hüküm koyma yetkisi Allah'a aittir.

2) Anayasa gibi kanunlar ve uygulamaları da, İslâm hukukunun genel kaynaklarına ve ruhuna aykırı olamaz ve bu kaynaklara ters düşecek şekilde yorumlanamazlar.

3) İslâm'ın insan ve toplum anlayışı; soy, dil, toprak gibi belli bir unsurun değil, İslâm'ın öngördüğü dünya görüşünün temel ilke kabul edilmesini gerektirir.

4) Fertlerin maddî ve manevî varlıkları ve bunlar için gerekli her türlü tedbirin alınması, düzenlemenin yapılması (eğitim, öğretim, seyahat, düşünce, ibadet, çalışma hak ve özgürlükleri; mal, can, namus ve sağlığın korunması, imkân ve fırsat eşitliği; yiyecek, giyecek, mesken sağlanması vb. gibi).

5) Gayr-i müslimlerin, İslâm hukukunun öngördüğü esaslar dahilinde korunması, haklarının koruma altına alınması .

6) Devlet başkanının seçimi; seçilecek kimsenin nitelikleri, yetki ve sorumlulukları ve bunların temsil ve devredilme usûlü.

7) Hükümetin teşkili, yetki ve sorumlulukları .

8) Devletin idarî teşkilâtı; idarî yetki ve sorumlulukların belirlenmesi.

9) Yargı organlarının teşkilât, yetki, görev ve sorumlulukları.

10) Devletin dış ilişkilerde uyacağı esaslar, burada görev alacakların seçimi, atanması usûlü, yetki ve görevlerinin sınırlarının belirlenmesi.

İşte ilk anayasal belge olan Medine İslâm devleti anayasası bu konuda temel bir örnek olarak görülmelidir. Sonraki yüzyıllarda bu türden bir girişimin olmaması bu anayasal belgenin önemini ve değerini gölgelemez. Ne var ki, İslâm ülkelerinde ancak batının etkisiyle ondokuzuncu yüzyılda başlayan anayasa hareketleri, (Tunus'ta 1861'de, Türkiye'de 1876'da) bu aslî örneği gözönünde tutmadığı için, müslüman toplumun konsensusunu yansıtan belgeler olma özelliklerini de kazanamamışlardır. Bunun çarpıcı örneğini ülkemizde 1876'dan sonra yapılan anayasaların muhtevasında açıkça görmek mümkündür.

Batı'daki anayasal gelişmeler, her ne kadar onüçüncü yüzyılda İngiltere'de kral ile aristokratların yetki ve imtiyazlarını düzenlemeye çalışan Megna Carta Libertatum'a dayandırılmak isteniyorsa da, aslında gerçek anlamda onyedinci ve onsekizinci yüzyılda "Toplum Sözleşmecileri" olarak bilinen Hugo Grotius, John Locke ve Jean -Jacques Rousseau'nun mutlakiyetçi krallara karşı verdikleri düşünce mücadelesinde temellerini bulabilmiştir. Ancak Toplum Sözleşmecilerinin kralın mutlak ve keyfî otoritesine karşı engel oluşturacak, onu sınırlandıracak, yetki ve görevlerini belli esaslara bağlayacak düşünce tartışmaları anayasacılık hareketinin doğumunu hazırlamıştır. Bu düşüncelerin uygulamaya aktarılması çabası olarak da değerlendirilebilecek Amerikan ve Fransız ihtilalleri anayasacılık hareketini hızlandırmıştır. Fakat bu gelişmeler meyvesini on dokuzuncu ve özellikle yirminci yüzyıllarda verecektir. Toplumun yönetim ve teşkilâtlanmasında, devletin siyasi iktidarını kullananların görev ve yetkilerinin belirlenerek sınırlanmasında, ferdin insan hak ve özgürlüklerinin tanımı , tanınması, sınırlarının çizilmesi Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonlarında yeni ve değişik şekillerde anayasalara girebilecektir.

Osmanlılarda devletin üstten aldığı kararlar sonucu başlatılan batılılaşma hareketi, anayasacılık hareketi alanında da etkili olacaktır. 1808 tarihli Sened-i İttifak, Osmanlı döneminin ilk anayasal belgesi gibi gösterilse de, aslında bunda, devletin siyasî iktidarını kullanmada ortak olan kimselerin veya zümrelerin (Ayan, ehl-i örf vb. gibi) ortaklaşa sınırını belirleme düşüncesi ağır basmakta, dolayısıyla bir anayasal belgeden çok bir "bürokratik anlaşma" niteliği öne çıkmaktadır. Aynı şekilde "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ve sonraki "Islahat Fermanları" da değişik alanlarla ilişkili görünse bile, gerçek anlamda anayasal belgeler olarak değerlendirilmekten uzak sayılabilirler. Ancak 1293 (1876) "Kanun-i Esâsî"yle anayasa kavramına uygun gelişmelerin kapısı aralanacaktır. Fakat gerek 1. Meşrutiyet olarak adlandırılan 1876 "Kanun-i Esâsî"si, ve gerekse bunun değiştirilmesini amaçlayan ve II. Meşrutiyet olarak nitelendirilen 1909 değişiklikleri, toplumun ve devletin teşkilâtlandırılması bakımından tartışmaya açık sınırlı veya eksik anayasal belgeler olarak değerlendirilebilir.

Cumhuriyet döneminin ilk anayasası sayılan 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, meclis üstünlüğü anlayışına dayalı (Meclis Hükümeti), hâkimiyetin millette olduğunu belirtmekle birlikte yasama ve yürütmeyi mecliste toplayan, cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu gibi devletin esas organlarına yer vermeyen ve siyasî niteliği hukukilîğe ağır basan bir sınırlı anayasal belge görünümündedir.

20 Nisan 1924'te kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu 105 maddeden oluşmakta; 1921 Anayasası'nın ilkeleriyle, parlamenter sistemin esaslarını birleştirmeyi amaçlamaktaydı. Cumhuriyet ilkesi yanında, "Devletin dini, İslâm dinidir" esasını kabul etmişken, 10 Nisan 1928'de bu hüküm kaldırılmıştır. 5 Aralık 1934'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, yapılan 5 Şubat 1937 değişikliğiyle, o dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin parti programındaki cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik, anayasa ilkesi hâline dönüştürülmüştür . 10 Ocak 1945'te anayasanın dili "Öztürkçeleştirildi"yse de 24 Aralık 1952'de yeniden önceki hâline getirildi ki; bu tür değiştirmeler toplumun temel yasa kabul ettiği bir belgenin sürekli tartışma gündeminde tutulmasına yol açmış, hatta devletin hukuka bağlılığı şüphesini bile doğurmuş sayılmalıdır.

1961 Anayasası bir tepki anayasası özelliğinde olmakla birlikte, 1924 Anayasası'ndan farklı olarak hakimıyetin kullanılmasında parlamentoyu, tek yetkili olmaktan çıkartarak "yetkili organlar"dan biri hâline getirmiştir. Dolayısıyla yürütme organının yetkisi de sınırlandırılmıştır ki, bu, 1950-60 döneminin siyâsî iktidar uygulamalarına bir tepkinin ifadesi sayılabilir. Öte yandan 1961 Anayasası devletin niteliklerinde yeni yaklaşımları gerçekleştirmeyi amaçlar gözükmektedir. Bu bakımdan insan haklarına dayanan, demokratik, sosyal devlet ve hukuk devleti gibi yoğun tartışmaları da beraberinde getiren ilkeleri kapsamına almaya çalışmıştır. Ayrıca temel hak ve özgürlüklerin kapsamının genişletildiği, özellikle "Sosyal ve iktisâdî Haklar ve Ödevler" başlığı altında bazı hak ve özgürlüklerin düzenlendiği söylenebilir. Fakat 1971 değişiklikleriyle bunların sınırlanması yoluna gidilecektir. Yine hukuk devleti kavramına bağlı olarak getirilen Anayasa Mahkemesi kurumu da parlamenter düzen içinde ve parlamentonun da üstünde olan bir başka yenilik sayılmıştır.

1982 Anayasası da, 1961 Anayasası gibi bir tepki anayasasıdır. Bu tepki 1961 Anayasası'na ve getirdiği sisteme karşı olduğu kadar, siyasi kadrolara, üniversite ve aydın çevrelere, toplumdaki düşünce kaynaşmalarına karşı da olmuştur. Anayasa, tekniği bakımından karışık ve yetersiz olması yanında, kendi içinde de çelişkiler ve çatışıklar taşımaktadır. Toplumsal sözleşme ya da toplumdaki çeşitli sınıf veya zümrelerin uzlaşmasını yansıtmaktan çok, bazı zümrelerin (örneğin asker, uluslararası iş çevrelerinin uzantıları durumunda bulunan sınırlı bir "işadamı"nın, anlayış, zihniyet ve çıkarının ağır bastığı bir siyasi belge özelliğindedir ki, 1808 Sened-i İttifak'ının çağdaş bir uyarlaması olarak da değerlendirilebilir. 1982 Anayasasıyla temel hak ve özgürlükler konusunda da sınırlar getirilmiştir. Din eğitimi alanında belli bir yumuşama ortaya konularak İslâm'dan yana olan kitlenin beğenisi ve takdiri kazanılmaya çalışılmışsa da, bunun insan hak ve özgürlükleri içindeki yeri istenilen bıçimde belirlenememiştir. Ayrıca yürütme organına, dolayısıyla siyasî iktidara geniş yetkiler verilmesi ve bunu sınırlandırıcı kurumların yeterince düzenlenmemesi" "seçimli diktatörlük" olarak nitelendirilecek bir uygulamadır.

Bibliyografya:

Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İstanbul, Servet Armağan, Türk Esas Teşkilât Hukuku, İstanbul 1979; İlhan Arsel, Anayasa Hukuku Demokrasi, İstanbul 1968; Ali Fuat Başgil, Esas Teşkilât Hukuku, İstanbul 1960; Kemal Dal, 1961 Cumhuriyet Anayasası Üzerine Düşünceler, A.İ.T.İ.A. Dergisi, c. IX, 1-2, Ankara 1977; Muhammed Hamidullah, İslâm'da Devlet İdâresi, İstanbul 1963; Aynı müellif, İslâm Peygamberi, İstanbul 1966; Aynı müellif, Hz. Peygamber'in Savaşları, İstanbul 1962; Aynı müellif, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, İstanbul 1962; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1968; Mevdudi, İslâm Anayasası, Çev. İhsan Toksarı, İstanbul 1969; Aynı müellif. İslâmda hükümet (Çev. Ali Genceli), Ankara; Mâverdi Ebu'l-Hasan, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, Çev. Ali Şafak, İstanbul 1976; Selçuk Özçelik, Esas Teşkilât Hukuku Dersleri, İstanbul 1978; Joseph Schacht, İslâm Hukukuna Giriş (Çev. M. Dağ-A.Şener), Ankara 1977; Mümtaz Sosyal, 100 soruda Anayasanın Anlamı, İstanbul 1979; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969; Tarık Zafer Tunaya, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, İstanbul 1969.

İsmail KILLIOĞLU


Konular