Şamil | Kategoriler | Konular
Vatandaşlık
VATANDAŞLIK
Vatandaşlık kavramı, kişinin belirli bir devlete mensubiyetini ortaya koyan ve muhtevasını belirleyen hükümler itibariyle onun hukukî sıfatı şeklinde tezahür eden bir statüyü ifade eder. Türkçe'de "tabiiyet", "yurttaşlık", "uyrukluk" gibi kelimeler aynı kavram için kullanıldığı gibi; "teba", "yurttaş" ve "uyruk" kelimeleri de vatandaş karşılığıdır.
Bu kavram, devletin varlığı ile birlikte idrak edilmiş ve yaşanmış bir vakıayı işaret etmektedir. Hukuk teorisinde devletin beşerî unsuru olarak tahlil edilen insan toplumunun ve onu teşkil eden fertlerin hukuken belirlenmesi ihtiyacı yeni bir olay değildir. Bununla beraber, devletle birlikte ortaya çıkan bu ihtiyaç, ancak modern zamanlarda teferruatlı düzenlemelere konu olacak bir yoğunlukta hissedilmeye başlanmıştır. Çünkü fertlerin ülkeden ülkeye dolaşımının artması yakın zamanların bir gerçeğidir. Ticaret gayesiyle, iş bulma gerekçesiyle yahut da sırf turizm için milletlerarası ferdî dolaşımın yoğunlaşması; modern ulaşım ve haberleşme teknolojisindeki gelişmelere paralel olarak ortaya çıkmış bir vakıadır. Bu yüzden "devlete mensub olan" ile "yabancı"nın durumlarını detaylı kanunî düzenlemelere konu edinmek ihtiyacı 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında bir zaruret olarak hissedilmiştir.
Hukuk doktrininde bugün hakim eğilim vatandaşlığın iç hukuka dahil bir konu olduğu şeklindedir. Bununla beraber günümüzde serbest dolaşım yönünde görülen gelişmeler ve yabancılar hukukunda gözlenen süratli ve yoğun genişlemeler dikkate alınırsa vatandaşlık kavramının gerçekte milli insiyatifi aşan temayüllere konu olduğundan söz edilebilir.
Vatandaşlığın İslâm devletindeki anların konusunda akla ilk gelen prensip, "Mü'minler ancak kardeştirler" (el-Hucurât, 49/10) âyetidir. İslâm devleti için yeryüzündeki bütün Müslümanlar prensipte fark gözetilmeksizin vatandaşlık bağı içerisinde addedilirler. Gayri müslim bir diyardan İslâm toprağına göçen her Müslüman, İslam devletinin tam anlamıyla vatandaşı olur; diğer Müslümanların sahip olduğu bütün haklardan istifade eder.
Bunun için o göçmenin, fıkhî anlamda seferilik şartlarından çıkması; en az on beş gün ikamet ederek "mukim" hale gelmesi lazım ve yeterlidir. (M. Hamidullah, İslâmda Devlet İdaresi).
İslâm devletinin gayrı müslim vatandaşlarına (tebaasına) gelince, bunlar zimmî (ehl-i zimme) adı altında mü'minlerden farklı bir statüye bağlanmışlardır. Zekat adı ile Müslümanlardan tahsil edilen vergilerden ve mü'minler için mecburî olan askerlik mükellefiyetinden muaf bulunurlar. Güvenliklerinin devlet tarafından tamamen deruhte edilmiş olmasına mukabil, bir çok muafiyet ve istisnaları olan, oranı düşük bir nevi baş vergisi mahiyetinde yıllık cizye öderler. Aralarındaki ihtilafları kendi dinlerinin kurallarına göre bir nevi adlî muhtariyet içinde kendi aralarında hallederler.
Tarihi bir vakıa olarak ümmetin muhtelif devletlere bölünmesi ve olayların zorlanmasıyla bu vatanın hukukçular tarafından bir mecburiyet olarak kabul; Müslümanların aralarındaki ilişkileri farklı vatandaşlık bağları içerisinde sürdürmek zorunda bırakılmaları sonucunu doğurmuştur. Halkı Müslüman olan farklı ülkeler arasında bazen hasmane ilişkilerin de gündeme geldiği düşünülürse, bu durumun zaman zaman güçlüklere yol açmaktan geri kalmadığı anlaşılır. Buna rağmen, hatta bir kısım Müslümanlar İslâm toprağında yaşamasalar bile, bütün Müslümanlar esas itibariyle bir tek millet teşkil ederler. Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlüllah'ın sünnetinden kaynaklanan bu şuur, değişik coğrafyalarda yaşayan muhtelif Müslüman halklarda olan ortak bir kamuoyu teşkil elmeye devam etmektedir.
Müslüman halkları yöneten devletler ve siyasî otoriteler İslâm'a ne kadar yakın ve riayetkâr ve İslâm hukukuna ne derece bağlı iseler, ümmet şuuruna ve esprisine yakın ilişkilerin o derece rahatlayacağı tabiidir. Yakın zamanların halkı Müslüman ülkelerin ise, bu çizgiden hayli uzak düştükleri inkar edilemez. Batı'nın, devlet yapısına, hemen bütün müesseselere; hatta zihniyet ve telakkilere olan aşikâr nüfuzu ve yoğun tesirleri, ümmetin bütünlüğü yerine Müslüman kütleleri tehakkum eden devletlerin infıratcı eğilimler içinde kendi varlıklarını koruyup güçlendirecek bir tutum izlemelerine yol açmıştır. Prensipte olmasa bile fiili anlamda sekülarize olmuş yönetimler ve milliyetçi akımlar ön plana çıkmış; dar bir menfaat anlayışı ile korumacı siyasetler benimsenmiştir. Bu çizgide halkı Müslüman ülkelerin vatandaşlık hukuklarının mü'minlerin kardeşliği esasıyla somut anlamda bir bağlantısı kalamayacağı tabiidir. Günümüzde İslâm ülkeleri aralarında sosyal, ekonomik ve kültürel dayanışmayı kayda değer bir seviyede gerçekleştirmek bir yana; siyasî işbirliği konusunda dahi başarı sağlayamamaktadırlar. Bu vadide yapılan çalışmaların ve atılan adımların ya kısa zamanda sonuçsuz kalarak dağıldığı ya da iyi niyet ifadesi olmaktan öteye geçmeyen cılız birer teşebbüsten ibaret kalmadığı ortadadır.
Bugün bütün dünyada Müslümanlarının ortak kamuoyu, bölünmüşlüğü ve dağınıklığı ortadan kaldıracak ve iman kardeşliği esasını ön plana çıkarıp ihya edecek gelişmeleri iştiyakla beklemeye devam etmektedir.
Mahmud Rifat KADEMOĞLU