Şamil | Kategoriler | Konular

Putperestlik

PUTPERESTLİK



İnsanların, Allah Teâlâya yapmaları
gereken ibadet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun
dışında herhangi bir mahluku mabud kabul ederek ona yöneltmeleri
hali. Put, ayet ve hadislerde "sanem? ve "vesen?
şeklinde de isimlendirilmektedir. "Asnâm-putlar?, "sanem?
kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı
kitabında "sanem" kelimesini; "Allah'dan başka ilâh
edinilen şey" diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin
taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah'ın
nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tağutlar
manasınadır. Allah'ın nizamına ne şekilde olursa
olsun engel olan ve bu manada putlara, heykellere ve büstlere değer
veren kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz
kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları
kalmaz.

Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir:
"vesen" ile "sanem" arasında fark
bulunmaktadır. Vesen; insan sureti ve şekli gibi taştan,
ağaçtan ya da toprağın her hangi bir madeninden
yapılan cüsseli şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler
tarafından buna tapınılır, ibadet olunur. Sanem ise; cüssesiz
şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise bu iki kelime
arasında her hangi bir ayırım gözetmeyip her iki kelimeyi
aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.

Allah Teâlâ insanlığın babası
Adem (a.s)'ı eşi ile birlikte yeryüzüne indirdikten sonra,
Adem'in nesli çoğalıp artmıştı. Bu ilk nesil,
tek bir ümmet olup, aynı dine ve ayrı ma'buda tabi olarak,
doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların
ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm
vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi? (el-Bakara, 2/213).
İbn Abas (r.a)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle
denilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır
vardır. Bu zaman içinde insanlar Allahın şeriatı
üzerinde idiler. İhtilafa düştükleri anda Allah
müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler
gönderdi" (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, II,194).
İkrime'den nakledilen diğer bir hadiste de; Âdem'le Nûh arasında
herkesin İslâm üzere bulunduğu on asır vardır"
(a.g.e, XXlX, 162) denilmektedir.

Düşman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı.
Onları kâfirler ve müminler şeklinde iki gruba ayırana
kadar mücadelesine devam etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip
putperest bir toplum yapıncaya kadar savaşını sürdürdü.
Allah Teâlâ, Nûh kavminin durumunu şöyle anlatmaktadır;
"İnsanlara, sakın tanrılarınızı
bırakmayın. Ved, Suva, Yağus, Yeûk ve Nesr putlarından
asla vazgeçmeyin? dediler" (Nûh, 71/23). İbn Abbas şöyle
demektedir: Bu isimler Nûh kavminin salih kimselerinin isimleridir. Onlar
öldüklerinde şeytan bu kavme oturdukları yerlere onların
hatırasını canlı tutmak için putlarını
dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara hiç bir
zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler,
dikiliş gayelerini unutup onlara tapınmaya başladılar
(Buharî, Tefsir, 71).

Arapların dini inançlarına şirki ilk
sokan kimse Amr bin Luheyy'dir. Resulullah (s.a.s); "Âmr İbn
Âmir el-Huzâ'îyi Cehennemde bağırsaklarını sürürken
gördüm. Bu adam ilk saibe bırakan adamdır" (Müslim,
Cennet, 13; Buhârî, Menakıb, 9) demiştir.

Başka bir rivâyette de; "Arapları
putlara tapmaya yönelten ilk kimsedir" (Ahmed İbn Hanbel, III,
353) denilmektedir. Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri,
sığındıkları, kurban kestikleri, şefaat
diledikleri putlar ortaya çıktı. İbn Cüreyc'in de dediği
gibi; Lât, Sakif kabilesinden yağla kavut'u
karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına
bir put dikmişlerdi. Resulullah (s.a.s), Mekke'yi fethettiğinde,
Beytullah'ın etrafında üçyüz altmış put
bulmuştu. Resulullah (s.a.s), yayının ucuyla bu
putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları itiyor ve yere
yuvarlıyordu. Sonra da Lât'ın dışarı çıkarılmasını
ve yakılmasını emretti.

Bu putların aslının bazı salih ve
veli kimselerinin suretleri olduğu ortaya çıkmıştır.
Müşrikler, onların Allah'ın indinde büyük bir makama
sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ
ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçılar
edindiler. Onlara göre Allah Teâlâ, ancak bu putların
aracılığı ve şefaati ile halkı
rızıklandırıyor, hidayet ediyor, fayda
sağlıyor ve zarara uğramalarını engelliyordu.
Onlar bu putları o salih kimselerin hatıralarını
canlı tutmak, bu vesile ile ibadet ve dualarını daha bir
şevkle yapabilmek için edinmişlerdi. Bu putlara
tapınırken, aslında bu salih kimselere
tapınıyorlardı. İbadetleri kendi elleriyle
yaptıkları putlara değildi. Nitekim Allah Teâlâ,
putperest bir kavimden bahsederken onların meleklere, cinlere ve
peygamberlere tapındıklarını bildirmekte olup,
bunların tamamı Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. Bu müşrikler,
tapındıkları ilahların yarattığına,
rızıklandırdığına, diriltip öldürdüğüne
inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların bu
durumlarını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve
yeri yaratan, güneşi ve ay'ı hizmete amade kılan
kimdir?" diye sorsan, mutlaka; Allah'tır" derler"
(el-Ankebut, 29/61); yemin olsun ki, eğer onlara; gökten su indirip
onunla yeryüzüne öldükten sonra tekrar hayat veren kimdir?" diye
sorsan, mutlaka; "Allah'tır" derler" (el-Ankebut,
29/63). Kur'an-ı Kerim'de bu tip misaller çoktur.

Müşrikler telbiyelerinde şöyle derlerdi:
"Yalnız bir şerik (ortak) müstesna, o sen'in
şerikindir. Sen, ona ve onun sahip olduğu her şeye
maliksin" (Müslim, Hac, 3/22).

İmam Şehristanî bu konuda şöyle
demektedir: "Onlar ne zaman putlara yönelmek üzere ellerinde bir
hüccet, delil, izin veya Allah Teâlâ tarafından bir emir
olmadığı halde gayret gösteriyor, ihtiyaçlarının
giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri
bir ibadet olmuş oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının
giderilmesini taleb etmeleri, onda bir ilâhlık bulunduğuna
inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır
ki onlar; Biz onlara tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah'a
yaklaştırıyor" (ez-Zümer, 39/3) derler.

Bu durum, Allah Teâlâ'ya olan ibâdeti hakkıyla
yerine getirmenin; sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma,
tevekkül, korku ve ümit, kurban adama, namaz, dua vb. İbadet türlerinin
tamamında hiç bir şeyi ortak koşmadan ona hasretmeden
ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. İbadet türlerinden her
hangi birinde melek, nebi, salih kimse, taş, ağaç gibi
şeylere yönelen bir kimse müşrik ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin
şirkleri de bu idi. Fakat, ibadet ve şirkin anlamını
bildikleri zaman, Allah'tan başkasına dua etmenin ve bir
şey istemenin ne anlama geldiğini bilirler.

Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara
ibadet ederek Allah Teâlâ'ya ortak koştular; bunların ilâhlar
olduklarını açıkça ortaya koydular ve Allah'tan başkasına
tapındıklarını gizlemediler. Fakat çağdaş müşrikler
ibadet, tevhid ve şirkin hangi anlama geldiğini
bilmediklerinden; velilere, salih kimselere ve nebilere,
tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları
halde, kendilerinin müslümanlar olduklarında ısrar edip
duruyorlar. Bunun sebebi, onların bu
yaptıklarını"ibadet" olarak
isimlendirmemeleridir. Ayrıca ilâh edindikleri şeyleri de ilâhlar
olarak isimlendirmemektedirler. Fakat böyle yapmaları onlara ne
fayda sağlar ne de putperestlikten kurtarır. Hanbeli
imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; "Cahil ve
bayağı insanlara dinî sorumluluklar ağır gelmeye
başlayınca, şerîatın koymuş olduğu
prensiplerden yüz çevirerek nefisleri için uydurmuş oldukları
prensipleri yüceltmeye yöneldiler. Bu onlara çok kolay gelir ve
böylece başkalarının emri altına girmemiş
olurlar" diyerek şöyle devam etmektedir: "Anlayışıma
göre onlar kabirlere tazim etmek, şeriatın nehyettiği
halde ateş yakarak onlara saygı göstermek, kıble edinmek
ve özel bir temizliğe tabi tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları
arzetmek, "ey mevlam benim için şunu şunu yap"
şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi
dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel
kokular atmak, sırf onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak
sureti ile kâfir olmaktadırlar".

İbrahim (a.s)'ın kavmi yıldızlara
tapınmakta idi. Onların inançları şöyleydi:
"Alem için, yaratan, idare eden, ona hükmeden, bir varlık
vardır. Bizim üzerimize düşen yükümlülük ise, onun yüce
varlığına ulaşmaktaki aczimizin bilincinde
olmaktır. O'na ancak, O'nun yakınları olan aracılarla
yaklaşılabilir. Bu aracılar ise, fiil, hal ve cevher olarak
takdis edilip temiz kılınan ruhanîlerdir. İcad etmede,
yaratmada ve işleri bir halden diğer hale sokmada,
yaratıkları başlangıçtan kemale erdirmede sebep olan
aracılar bu kimselerdir.

Onlar bu işleri yüce, mukaddes, ilâhî zattan
dileyerek aldıkları kuvveti, süflî varlıklar üzerine
yayarak yerine getirirler; yedi gezegenin yörüngeleri içerisindeki
hareketlerini düzenlerler. Bu gezegenlerden her biri bu ruhanîlerden
birinin heykelidir. Yani her ruhânî için bir heykel vardır ve her
heykelin de bir gök tabakası vardır. Ruhanînin bir heykel'e
nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. Yani o ruh onun rabbidir.
İdareci ve yönlendiricisidir. Ancak aracının görülüyor
olması kaçınılmazdır ki, ona yönelmek ve ona yaklaşmak
ve ondan istifade etmek mümkün olabilsin". Böylece onlar yedi
gezegenden oluşan bu heykellere sığındılar;
onların menzillerini, doğuş ve batış yerlerini
iyice öğrendiler; gündüzleri, geceleri ve saatleri ona göre bir
taksimata tabi tuttular; her heykel için özel bir efsun yaptılar;
bir takım efsunlu sözler ve dualar öğrendiler; ayrıca her
gezegen için bir gün tayin ettiler. Meselâ, Zühal için cumartesi
gibi... Bu günde befirli bir saati gözetleyerek o saatte bu gezegenin
hey'eti, yapısı ve şekli üzerine yapılmış
dualarla ona has elbiseler giyiyor, ona ait tütsü ile tütsüleniyor, o
heykele ait dualarını okuyarak ondan ihtiyaçlarını
gidermesini istiyorlardı. Bu, diğer gezegenler için de aynı
şekilde tekrarlanıyordu. Onlar bu gezeğenleri ilâhlar ve
rabler olarak adlandırmakta idiler. Allah ise, rablerin rabbi, ilâhların
ilâhı idi. Onlar, heykellere yaklaşarak ruhanilere
yaklaşmış oluyor; ruhanilere yaklaşmakla da Allah Teâlâ'ya
yaklaştıklarını kabul ediyorlardı.

Sonra yıldızlara tapınmak için tuhaf
şeyler ürettiler. Bunlar, sihir ve kehanet kitaplarında
zikredilen tılsımlar, efsunlar ve insanların
yakalarına takılan diğer şeylerdir. Bunların
tamamı üzerinde tam bir bilgi sahibiydiler.

Peşinden onlardan bir grup şöyle dedi:
"Kendisiyle tevessülde bulunulan bir aracının, kendisiyle
şefâat dilenilen bir şefâatçinin ve ruhanîlerin varlığı
kaçınılmazdır. Madem ki vesileler bunlardır ve biz
onları gözle görüp hitap edemiyoruz; o halde heykelleri olmadan
onlara yaklaşmamız gerçekleşmez. Fakat heykeller
(yıldızlar) bazı vakitler görülür, diğer bazı
vakitlerde de gözükmezler. Çünkü onlar doğarlar ve batarlar.
Dolayısıyla bizim için yaklaşma olayı
tamamlanmış olmaz. Öyleyse, bu şahısların
putlarını sürekli gözümüzün önünde olacak şekilde
dikmemiz kaçınılmazdır. Böylece biz onlara bağlanır,
onlarla heykellere ulaşır ve bu heykellerle de ruhanîlere yaklaşmış
oluruz. Ruhanilere ulaşmakla da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâya
yaklaşırız ve Allah Teâlâya yaklaşmak için onlara
ibadet ederiz; onlar bize Allah yanında şefaatçi olurlar. Onlar
yedi heykeli temsil eden, insan suretinde putlar edindiler. Her put bir
heykel (gezegen)'e karşılıktı. Bunun için onları
heykel'in aslı olarak gözettiler; onlar için tapınaklar
yaptılar, bekçilik ve hizmetçilik gibi görevler ihdas ettiler;
onlara ibadet kastıyla ziyaretlerde bulundular ve onlar için kurban
kestiler. Bu putperestlikler eski çağlarda olduğu gibi yeni çağlarda
da sürekli var olmuştur.

Bunların bir grubu güneşe taparlardı.
Şeriatleri, ona tapınma üzerine kurulmuştur. Onlar güneş
için bir put edinmişlerdir. Onun bir elinde ateş renginde bir
maden parçası vardır. Adına inşa ettikleri bir de
özel tapınak vardır. Bu tapınakta, puta hizmet eden ve onu
bekleyen görevliler bulunmaktadır. Bu mabede gelerek
tapınıyor, dua ediyor, dilekte bulunuyorlar. Güneş
doğduğu vakit hepsi secdeye kapanıyorlar. Aynı
şekilde öğlen vakti tepe noktasına geldiği ve
akşam battığı vakit de secdeye gidiyorlar. Bu üç
vakitte tapınmaya gitmeleri için şeytan onları dürtü ile
harekete geçiriyor. Bunun içindir ki Resulullah (s.a.s), görünüş
itibariyle olsa bile, kâfirlere benzememek için bu vakitlerde namaz kılmaktan
kaçınılmasını emretmiştir.

Bunun gibi başka bir topluluk aya, diğeri
Zuhal gezegenine ve başkaları da buna benzer şeylere
tapınıyorlardı. Putların yapılmasının
asıl sebebi, ilahlarının ortada
olmayışıdır. Böylece, onun şeklinde ve görünüşünde
bir put yaparak onu ilahlarının vekili ve makamım dolduran
varlık olarak kabul ediyorlardı. Akıllı bir kimse
eliyle yaptığı tahtadan veya taştan bir nesnenin ilâh
olamayacağını bilir.

Ölülere ve kabirlere saygı göstermek,
şirkin çeşitlerindendir. Cenab-ı Allah kabirlerin
üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış, bunu yapanı
da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen bir yer olarak
seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı şekilde
mezarların bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır.
Bayram, Arapça "tekrarlama, geri dönme" (el-Muavede) ve alışkanlık
haline getirme (el-İ'tiyâd) kelimelerinden alınmıştır.
Bu bir yere isim olarak verildiği zaman ondan, bu yerin toplanma yeri
olduğu kastedilir. Tapınma veya başka şeyler için
sürekli gidilen bir yer olur. Böyle bir yerde namaz kılmak, onu
tavaf etmek, kıble edinmek, istilam etmek, toprağı üzerine
çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne mum yakıp koymak ve
buna benzer bir çok uygulama yasaklanmıştır. Bütün
bunlar Resulullah (s.a.s)'ın ümmetine, önceki kavimleri helâk eden
şirke düşmelerini önlemek için bir rahmettir. Bir çok
ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe) görülmekte;
insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara
yakarmakta, Allah'ın evlerinde ve seher vakitlerinde
yapmadıkları ibadetleri orada içtenlikle yerine
getirmektedirler. Bir kısmı, onlar için secde etmekte, çoğunluğu
ise namazın bereketini onların yanında dilemekte,
mescidlerde yapmadıkları dua ve niyazları
yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put edinmek
ve Allah'dan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Resulullah
(s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allahım! Kabrimi
tapınılan bir put kılma" (Muvatta, Sefer, 85; Ahmed b.
Hanbel, II, 246).

Bir başka hadisinde Resulullah (s.a.s) şöyle
demektedir: "Allah, Yahudilerle Hristiyanlara lânet etsin; onlar
nebilerinin kabirlerini mescidler edindiler". Âişe (r.anh),
"Eğer bu (endişe)olmasaydı, Peygamber (s.a.s)' in
kabri açıkta bulundurulacaktı" demiştir (Müslim,
Mesacid, III).

Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının
ekilmesini önlemek içindir. Resulullah (s.a.s), kabirlere tazim etmenin,
onları put edinmenin Allah'dan başkasına ibadetin
tohumlarını ektiğini bildirmektedir.

Puta tapıcılık sadece İslâm
öncesi Arap toplumuna has bir olay değildir. Çağımızda
da putçuluk daha değişik görünümler altında
varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca
sert bir taştan yapılmış heykel önünde eğilmek
ve ona tazim göstermek olarak ele alınırsa, kuşkusuz büyük
bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik
Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı
bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu gün
fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak
isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alametten
başka bir şey değildir. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan
dikilmiş yahut bir taştan yontulmuş olması zaruri
değildir. Allah'ın dışında tapınılan
herşey puttur. "Allah"ı bırakıp da
kendilerine kıyamete kadar cevap veremeyecek şeylere tapanlardan
daha sapık kimdir?" (el-Ahkaf, 46/5). Allah tarafından gönderilmiş
bir delil olmaksızın, O'ndan başkasına itaat eden, bir
hükme sahip olduğuna inanan, O'ndan başkasına dua edip bir
şey isteyen, Allah'a şirk koşmuştur.
Dolayısıyla putçuluğun şirkle ve küfürle yakından
bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem Allah'a
şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir. Göklerde ve yerde
bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah'tır; yaratma
O'na mahsustur; bütün nimetler O'nun kudret elindedir; bütün işler
yalnızca ve yalnızca O'na aittir; kuvvet ve çare O'nun
hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O'na
itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için
O'ndan başka ilâh yoktur. Kur'an-ı Kerim, insanların
ibadet ettikleri şeylerin Allah'ın kulu ve O'nun
karşısında aciz olduklarını açıkladıktan
sonra, insanları ve cinleri ibadet kelimesinin muhtelif
manalarıyla yalnız Allah'a ibadete, sadece O'na kulluk etmeye,
ancak O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını
tanrı kabul etmemesine ve ibadetin hangi çeşidiyle olursa olsun
O'ndan başkasına tapılmamasına çağırıyor:
"Andolsun ki, biz her ümmete, Allah'a kulluk edin, putlara tapmaktan
kaçının diye bir elçi gönderdik..." (en-Nahl, 16/36).

Eymen ed-DIMAŞKÎ

Şamil İA V. F. 14


Konular