Şamil | Kategoriler | Konular
Medine-i münevvere
MEDİNE-İ MÜNEVVERE
İlk İslâm devletinin kurulduğu ve içinde
yeryüzünde ibadet kasdıyla yolculuk yapılabilecek üç
mescidden biri olan Mescid-i Nebî'nin bulunduğu Arabistan'ın
Hicaz bölgesinde yer alan kutsal şehir.
Şehrin eski adı Yesrib olup, Hicretten sonra
Resulullah (s.a.s) bu adı değiştirerek buraya Medine
demiştir. Medine'nin kelime anlamı "şehir"dir.
Ancak, bir yere nisbet edilmeksizin kullanıldığı zaman
Medine şehri kastedilmiş olur. Medine kelimesi Kur'an-ı
Kerim'de Mekkî ayetlerde "Medâin" şeklinde çoğul
olarak geçen bir cins isimdir. Medenî âyetlerde ise, Yesrib'in yerine
özel isim olarak kullanılmıştır (et-Tevbe, 9/101,
120; el-Ahzâb, 33/60; el-Münafıkûn, 63/8). Yesrib adı ise
sadece bir yerde zikredilmektedir (el-Ahzâb, 33/13).
Bu şehrin asıl adı Medine olmakla
birlikte, yine İslâmî devirde ortaya çıkmış,
diğer bir takım isimleri de vardır. Bunlardan
bazıları şunlardır: Tâbe, Tayyibe, Daru'l-İman,
Daru's-Sünne, Azra, Cabire, Mecbûre, Muhabbe, Mahbûbe, Kasime,
Kasametul-Cabire, Yendede (Abdullah el-Endelusî, Muc'emu Ma
İste'ceme, Beyrut 1983, IV, 1201, 1202).
Medine, Mekke'den yaklaşık olarak dörtyüz
km. kuzeyde, Kızıldenizden de yaklaşık iki yüz km.
içerdedir. Deniz seviyesinden yüksekliği altıyüz otuz dokuz
metredir. Dünya üzerindeki yeri, 39° 44' enlem ve 24° 33' boylamlarıdır.
Medine şehri, kuzey doğu tarafında dört
km. uzaklıkta Uhud dağı ve Avr dağları ile
çevrili, kuzeye doğru hafif meyilli bir ovada bulunmaktadır. Bu
ova doğu ve batı yönlerinde harra denilen siyah bazalt taşları
ile kaplı arazi ile çevrilmiştir. Doğu harraları
şehirden uzaktadır ve bu harralar ile şehir arasında
kalan arazi oldukça verimlidir. Ova güney tarafında tamamen açık
olup, çorak Arabistan ovaları içerisinde bolca suya sahip olması
ona ayrı bir özellik vermektedir.
Buradaki yer üstü sularının
kaynağı yağan yağmurlardır. Bu yağmurlar
toprak altındaki su seviyesinin yükselmesine ve her taraftan
kaynakların fışkırmasına sebep olurlar. Çok yağmur
yağdığı zamanlar bu kaynaklar ve yağmur
suları şehrin güney tarafındaki mahalleleri tehdit ederdi.
Hz. Osman zamanında sel sularının şehri böyle bir
tehlikeye maruz bırakması onun bir set inşa ettirerek bu
tehlikeyi önleme yoluna gitmesine sebep olmuştu. Toprak
yapısının suyun yer altında depolanmasına
elverişli olması Medine halkının bu arada tarımla
uğraşmasına imkân sağlamıştır.
Üretilen mahsullerin başında hurma gelmektedir. Ayrıca
portakal, limon, üzüm, şeftali, muz, incir ve kayısı
bağları bulunmaktadır.
Medine'de yazlar sıcak geçer, ancak bununla
birlikte havası bunaltıcı olmayıp gayet lâtiftir. Kışlar
ise hava serin ve yağmurludur. Medine'nin rutubetli iklimi
Arabistan'a hakim kurak çöl ikliminden buraya gelenlerin ateşli
hastalıklara yakalanmalarına sebep oluyordu. Nitekim Mekke'den
buraya hicret eden muhacirlerden bir kısmı Medine'nin
havasına alışana kadar oldukca muzdarip
olmuşlardı. Hz. Ebu Bekir'in ateşi o kadar yükselmişti
ki o, durumunu ölüme ayağındaki ayakkabılarından
daha yakın olduğunu ifade eden bir şiirle Resulullah (s.a.s)'e
bildirmişti (Buharî, Fedailul-Medine, 12).
Eski devirlerde Amalikalılar ve Curhumlular'dan
bir grup buraya gelip yerleşmiş ve bedevîlerin aksine evler inşa
ederek yerleşik ve tarıma bağlı bir yaşam sürmeye
başlamışlardı. Bedevîler, bu durumlarından
dolayı onları, "Nabatîler" adını takarak küçümsüyorlardı.
Tarıma elverişli Medine ovasında yerleşen bu
kimselerin çoğalmaları sonucu evler
sıklaşmış ve burası küçük bir şehir
halini almıştı.
Daha sonra varlıklarını İslâmî
döneme kadar sürdürecek olan Yahudilerin buraya gelip şehir
halkından izin alarak şehrin dış taraflarına
yerleştikleri görülmektedir. Yahudilerin Medineye ne zaman gelip
yerleştikleri kesin olarak bilinmemektedir. Yaygın olan görüş;
Buhtannasr'ın Kudüs'ü işgal edip Yahudileri buradan çıkarmasıyla
(İbnu'l-Esir, el-Kamil, Beyrut 1979, I, 262) onların güneye doğru
göç edip Maknâ, Teymâ, Vadî'l-Kurâ, Hayber ve Fedek'e dağılarak
buralara yerleştikleridir (Muhammed Hamdullah, İslâm Peygamberi,
çev. Salih Tuğ, I, 594). Ayrıca, Suriye'nin Rumlar veya
Filistinin Romalılar tarafından işgal edilmesi Yahudilerin
buralara göç etmesine sebep gösterilmekle beraber, Medine'nin eski
devirlerdeki tarihi hakkındaki bilgiler güvenilir olmaktan uzaktır.
Medine'ye sığıntı olarak gelen
Yahudiler, bir zaman sonra güçlenerek, Curhumîler ve Amalikalılar'ı
buradan çıkartıp şehre hakim oldular. İlk önceleri,
Kaynukaoğulları Yahudileri lider konumda iken, daha
sonraları Kurayza ve Nadiroğulları şehrin yönetimini
ele geçirdiler. Yahudiler, dışardan gelebilecek
saldırılara karşı bir takım kaleler de inşa
etmişlerdi.
Ancak daha sonraları, Yemen'li iki kardeş
kabile Evs ve Hazrec'lilerin buraya gelip yerleşmeleri Medine
tarihinde yeni bir safha açmıştı. Rivayetlere göre,
Ma'rib seddinin sel sularıyla yıkılmasından sonra,
kuzeye doğru yapılan göçlerden birinde Evs ve Hazrec, münbit
arazilerle çevrili Medine'ye yerleşmek istemişlerdi. Şehre
hakim olan Yahudiler, onlara dış mahallelerde yerleşme izni
vermişlerdi. Evs ve Hazrec Yemenli Harise b. Sa'lebe'nin
oğulları olup, anneleri Kayle'ye nisbetle onlara
Kayleoğulları da denilmekteydi. Zamanla güçlenen Evs ve Hazrec
kabileleri Yahudilerin hâkimiyetine son vererek şehrin idaresini ele
geçirdiler. Bu tarihten sonra Yahudiler, kendilerine oturma izni verilen
Medine'nin dış mahallelerinde varlıklarını devam
ettirebildiler.
Evs ve Hazrecliler iki kardeş kabile olmakla
birlikte, Resulullah (s.a.s)'ın hicretine kadar devam eden büyük
bir çatışma içerisinde idiler. Yahudi kabilelerin kimisi Evs
ile kimisi de Hazrec ile ittifak kurmuş ve bu çatışmayı
kızıştırarak uzun müddet sürmesine sebep olmuşlardı.
Evs ile Hazrec'in sürtüşmesi Yahudilerin işlerini
kolaylaştırdığı için onlar bu durumdan
memnundular. Bununla birlikte Yahudi kabileler arasında da bir birlik
yoktu. Evs ve Hazrec arasında çıkan kanlı savaşlara
taraf oldukları da görülmektedir (İbnü'l-Esir, a.g.e., I,
658-687).
Bu savaşlar, Evs ve Hazrec'in gücünü
tüketirken, Yahudilerin iktisadi bakımdan güçlenerek, Medine
ekonomisine hakim olmalarına sebep oldu. Medine'de bulunan Yahudiler,
dinleri hariç tamamen araplaşmışlardı. Onların
kabile taksimatından, şahıs adlarına dek her
şeyleri Araplarla aynıydı. Bu durum bazı müsteşriklerin,
onların Arap asıllı olup Yahudiliği sonradan kabul
etmiş kimseler olduğu fikrini ileri sürmelerine sebep olmuştur
ki, bu doğru değildir. Zira Kur'an-ı Kerim'de onlara
İsrailoğulları diye hitap edilmektedir (el-Bakara, 2/47).
Hicretten bir kaç yıl önce vuku bulan Buas savaşında
Evs ve Hazrec'in ileri gelenlerinin çoğu hayatını
kaybetmişti. Son Buas savaşına kadar yüz yirmi sene süren
kanlı çatışmalar her iki tarafı oldukça zayıflatmıştı.
Bunun içindir ki, Kureyş'lilerle bir ittifak anlaşması gerçekleştirebilmek
için Mekke'ye heyetler gönderilmekteydi. Hicretten üç yıl önce,
son savaşta mağlup durumdaki Hazrec kabilesine mensup altı
kişilik heyet, Akabe mevkiinde Resulullah (s.a.s)'ın çağrısına
uyarak müslüman olmuşlardı. Bu esnada onlar Resulullah'a
Medine'deki durumu şöyle anlatıyorlardı: "Biz
kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan
bir kavme (Yahudiler) karşı aralarında düşmanlık
ve kötülük olduğu halde geride bırakmış
bulunuyoruz. Umulur ki Allah onları da senin sayende bir araya
toplar. Dönüp, onları da senin buyruğuna davet edeceğiz
ve öğrendiklerimizi onlara da öğretmeye çalışacağız"
demişler ve Medine'ye dönerek hemen tebliğe
girişmişlerdi. Kısa aralıklarla gerçekleşen
Akabe bey'atlarından sonra Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret
kararı aldığında İslâm, Medine'de hâkimiyetini
sağlamış durumda idi.
Yahudiler, Kitap ehli oldukları için putperest
Medinelilere nazaran bilgili kimselerdirler. Onlar mağlup duruma düştükleri
müşrik Araplara; "Bir peygamber gelmek üzeredir. O peygamber
gelince ona tabi olacağız. İrem ve Ad kavimleri gibi kökünüzü
kazıyacağız" derlerdi (Asım Köksal, İslâm
Tarihi (Mekke Devri), İstanbul 1981, 374).
Ancak, Peygamber'e Medineli Araplar tabi olmuş,
Yahudiler ise ona düşmanlık etmekten başka bir tavır
takınmamışlardı. Bu düşmanlıkları
onların Medine'den, peşinden de Arap yarımadasından köklerinin
kazınmasına sebep teşkil etmişti.
Hicretle birlikte Medine'de ilk yapılan şey,
bir İslâm devleti kurularak, herkesin (müslim-gayrimüslim) haklarını
ve görevlerini tesbit eden bir anayasanın hazırlanması
olmuştur. Kurulan bu devletin tabii başkanı Resulullah
(s.a.s) olup, bütün işler onun emir ve talimatları
doğrultusunda yürütülüyordu. Resulullah (s.a.s), toplumun teşkilatlandırılması
ve buraya hicret eden muhacirlerin problemlerinin çözümlenmesi ile uğraşırken
diğer taraftan kurulan yeni devleti tehdid eden müşrik güçlere
karşı korunabilmesi için tedbirler alıyordu.
Hicretten hemen sonra Resulullah (s.a.s)'ın ilk
iş olarak yaptığı şeylerden birisi de, bir mescit
inşa etmek olmuştur. Bu mescid günlük beş vakit
namazların kılındığı yer olmanın
yanında, aynı zamanda kurulan devletin idari merkezi
konumundaydı. Siyasî, askerî, sosyal bütün meseleler burada
çözüme kavuşturulduğu gibi, eğitim, öğretim
faaliyetleri de burada yürütülürdü. Ayrıca bu mescit, Beytullah
ve Mescid-i Aksa'nın yanında yeryüzünde, ibadet maksadıyla
yolculuğa çıkılıp ziyaret edilen üçüncü
mescittir. Bu durum Medine'ye, Mekke ve Kudüs'te olduğu gibi bir
kutsallık kazandırmaktadır.
Hicretten sonra Medine, Mekke'li müşriklerin
askerî hedefi haline gelmişti. Bedir savaşıyla
varlığını tüm Arap yarımadasına duyuran
İslâm devleti, Uhuddan sonra, bir savunma harbi niteliğinde
olan Hendek savaşında düşman güçleri ağır bir
yenilgiye uğrattı. Artık hiç kimsenin Medine ı
üzerine yürüme cesareti kalmamıştı. On sene gibi siyasî
tarih açısından çok kısa sayılabilecek bir zaman
zarfında, Resulullah (s.a.s)'ın komutasındaki İslâm
orduları Arap yarımadasının tamamına
yakınını İslâm'a boyun eğdirdiğinde, Medine
zamanın süper güçlerinden biri olan Bizans'a meydan okuyacak güce
ulaşan büyük İslâm devletinin başkentliğini devam
ettirmekle birlikte, ilk günkü mütevazi ve sadeliğinden hiç bir
şey kaybetmemişti. Medine Resulullah (s.a.s)'den sonra, Ebu
Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'ın hilafetlerinde İslâm
devletinin merkezi olma hüviyetini korumuştur. Hz. Osman
(r.a)'ın hilafetinin sonlarına kadar müslümanların
fitneden uzak bir hayat yaşadıkları, Medine, Hz. Osman
(r.a)'ın şehid edilmesiyle çalkantılı günler yaşadı.
Hz. Ali (r.a)'ın halife seçilmesiyle İslâm devletinin başkenti
Kûfe'ye nakledilmişti. Siyasî çekişmelerden uzak kalan Medine
bundan sonra, Resulullah (s.a.s)'ın şehrinin manevî havasını
teneffüs etmek ve onun sünnetini bizzat kaynağında öğrenmek
isteyen kimseler için bir sığınak olmuştur.
Ashab'ın ileri gelen âlimlerinin bir kısmı, İslâm coğrafyasının
değişik yerlerine dağılırken, diğer bir
kısmı da Medine'den uzaklaşmayarak burada insanlara Sünneti
öğretmek için gayretli çalışmalar yaptılar.
Fıkhî mezheplerin ekolleşmeye başlamasıyla birlikte,
Medine'de de Sünnete sıkı sıkıya bağlı
kendine has bir fıkıh anlayışı
oluşmuştu. Irak'ta İmam Azam'ın ders halkalarında
Hanefî fıkhı şekillendiği sırada, Medine'de de
Medine'nin imamı Malik b. Enes'i çevreleyen ders halkalarında
Medine fıkhı tedvin edilmeye başlanmıştı.
Yezidin haksız bir şekilde hilafet
makamına getirilmesiyle başlayan olaylar, ümmet için büyük
musibetlere sebep oldu. Yezid'in zalimane davranışlarını
tasvip etmeyen Medine halkı, Abdullah b. Hanzala'ya bey'at ederek,
Yezid'i tanımadığını bildirdi ve onun valisini
şehirden kovdu. Yezid on iki bin kişilik bir çapulcu ordusunu,
başına Müslim b. Ukbe'yi geçirerek Medine üzerine gönderdi.
Harra mevkiinde yapılan savaşta Medine ordusu bir ihanet
neticesinde mağlup olmuş, ancak ordunun her ferdi şehit
olana dek çarpışmayı sürdürmüştü. Zira onlar,
İslâm'ın esaslarıyla bağdaşmayan
davranışlar içerisinde bulunan zalim bir kimseyi Medine'ye
hakim olara:c görmektense, Peygamber şehrini savunarak ölmeyi
tercih etmişlerdi. Medine'ye giren Müslim, şehri üç gün
süreyle yağmalattı (bk. Harra Olayı).
Emevilerin sonuna doğru Medine üzerine yürüyen
Hariciler, Medinelileri Kudayd yakınında yapılan
savaşta mağlup ettiler (İbn Cerir et-Taberî, Tarih, Beyrut
1967, VII, 398).
Medine'yi ele geçiren Harici Ebu Hamza, Merva'nın
gönderdiği orduya karşı Medinelileri yanına almak için
adaletin ve Sünneti ihya etmenin savaşını verdiğini
bildirmişti. Ancak Vadi'l-Kura'da yapılan savaşı
kaybedip ve mağlub olarak Medine'ye dönen Ebu Hamza'nın ordusu,
Medinelilerce imha edilmişti (Taberî, a.g.e, VII, 399).
Bütün bu siyasî çekişmelerde Medineliler, hiç
bir zaman dünyevî saltanata sahip olmak için savaşmamışlardı.
Onlar, İslâm'ı ellerinden geldiği kadar Resulullah
(s.a.s)'ın sünneti çerçevesinde korumaya çalışmışlar,
zalim ve sapık sultanlara karşı verdikleri mücadelelerinde
seve seve şehadete koşmuşlardı.
Medine, Haçlılarca tehdit edilmiş,
Moğol istilası sırasında ise tehlikeli anlar
yaşamıştır. Haçlılar, Kızıldeniz
sahillerine çıkarma yapıp Medine'ye doğru yürüyüşe
geçtikleri zaman, Selahaddin Eyyubî'nin kardeşi tarafından
geri püskürtülmüşlerdi (578/1182).
Büveyhoğullarından Adudu'd-devle, Medine'yi
savunmayı kolaylaştırmak için bir sur inşa
etmişti. Ancak bu bir iç kale niteliğinde olup, Medine'nin büyük
bir bölümü güvenlik içinde sayılmazdı. Bunun içindir ki,
Suriye Atabeği Nureddin Zengî, Medine'nin tamamına
yakınını içine alan ikinci bir sur inşa
ettirmişti (557/1162).
Medine'nin geçirdiği en büyük tehlikelerden
biri, 654 (1256)'da şehrin yakınlarında bir
yanardağın infilak ederek etrafa lavlar saçmaya başlamasıdır.
Volkan patlamasından önce ve sonra günlerce süren yer sarsıntılarıyla
Medineliler dehşet dolu anlar yaşamıştı.
Yanardağdan fışkıran lavlar doğu tarafından
bir lav nehri oluşturarak akıp şehrin yakınından
kuzeye yönelmişti. Medine halkı Mescid-i Nebi'ye doluşarak
Allah Teâlâ'ya sığınmışlardı. Bazı
âlimler kıyamet alâmetlerinden biri olarak zikredilen Hicaz'dan bir
ateşin çıkması olayını, bu volkan
patlamasına hamletmişlerdir (Sahih-i Müslim, Tercüme ve
şerhi, İstanbul 1980, XI, 6985). Aynı yıl kandilcinin
ihmali yüzünden çıkan yangında Mescid-i Nebi
yanmış, Resulullah (s.a.s)'ın hatırasını
yaşatan minber ve diğer bir takım önemli eşyalar kül
olmuştu.
Osmanlılar döneminde Medine sakin bir hayat yaşadı.
Kanunî, Medine'yi kapılar ve burçlarla donatılmış
35-40 ayak yüksekliğinde ikinci bir surla çevrilemişti. Bu
sur, Abdulaziz zamanında yirmi beş metre yüksekliğe çıkarılmıştır.
Bu sur büyük bazalt ve granit taşları kullanılarak
inşa edilmiştir. Yaptığı surun etrafına bir
hendek kazdıran Kanûnî, kapalı bir su yolu ile güneydeki tatlı
su kaynaklarından şehre su getirtti. Osmanlı dönemi
boyunca Mescid-i Nebi on altı defa önemli restorasyon çalışmaları
ile yenilendi. Padişahlar kendileri için Hadimu'l-Harameyn (Mekke ve
Medinenin hizmetçisi) unvanını kullanarak bunu büyük bir
şeref kabul ettiler. 1804'de Vahhabîler'in eline geçen Medine'de
bir takım tahribatın yapıldığı görülmektedir.
Vahhabîler şehirdeki hazineleri ve Mesciddeki kıymetli taş
ve mücevheratı talan ettiler. Kabir ziyareti konusundaki
aşırılıkları yüzünden Resulullah (s.a.s)'ın
kabrinin ziyaret edilmesini yasakladılar. 1814'de Osmanlı
Devletinin Asi Mısır valisi Mehmed Ali Paşa, oğlu
Tosun Paşa komutasında Hicaz'a gönderdiği kuvvetlerle
Medine Vahhabîlerden geri alındı. Abdullah b. Su'ud,
Osmanlı hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı.
II. Abdülhamid 1901'de İstanbul'u Medine'ye
bağlayacak olan Hicaz demir yolunun yapım çalışmalarını
başlattı. Böyle bir demiryolu ile hem hac yolculuğu
kolaylaşacak hem de bölgenin merkeze bağlılığı
kuvvetlendirilmiş olacaktı. Demiryolunun stratejik önemi
oldukça büyüktü. Gerektiğinde ordular çok süratli bir
şekilde bölgeye sevkedilebilecekti. Demiryolu 1908'de Medine'ye
kadar ulaşmıştı. Abdülhamid her yolu deneyerek artık
dayama tedbirle ayakta zor durabilen devleti emperyalist batı
devletlerine karşı savunabilmek için İslâm ümmetinin
birliğini sağlamaya çalışıyordu. Ancak,
İngilizlerle işbirliği yaparak isyan eden Şerif Hüseyin,1916'da
kendini Hicaz kralı ilan ederek Osmanlı kuvvetleriyle
savaşmaya başladı. Medine'de müdafaa savaşı
veren Osmanlı kuvvetleri 1918'de I. Dünya savaşına son
veren mütareke ile şehri boşalttılar.
Şerif Hüseyin kendini halife ilân etmek istedi;
ancak bunu hiç kimseye kabul ettiremedi. İngilizlerin
desteğinin yön değiştirmesi ile Hicaz bölgesi,
Vahhabîleri idaresi altında toplayan İbn Su'ud'un eline geçmiş
oldu (1924). Hicaz ve dolayısıyla Medine bu tarihten itibaren
Su'ud hanedanının yönetimi altındadır. Vahhabîliği,
resmi mezhep kabul eden bu hanedan, iktidarlarını sürdürebilmek
için İslamın hizmetinde olduklarını göstermeye çalışmaktadırlar.
Bu krallıklarını kendilerine Hadimü'l-Harameyn ünvanını
verdikleri halde, bu ünvana yaraşır bir tavır
sergiledikleri görülmemiştir. Her ne kadar Mekke ve Medine'deki
Haremlerde ve Hacla ilgili diğer kutsal mekânlarda bir takım
çalışmalar yapıyorlarsa bile, gerçekte bu göstermelik
bir faaliyet olmaktan öteye gitmemektedir. İslâm'ın temel
prensiplerinden birisi olan Hac farizasını ifa etmek isteyen müslümanların
önüne çeşitli engeller koyarak, bu ibadeti yerine getirmelerini
zorlaştırmaktadırlar. Günümüzde A.B.D. yanlısı
ve onun çıkarlarının kollayan bir politika izleyen Suudi yönetimi,
İslâm prensiplerine göre müslümanların tamamının
ortak malı olan kutsal topraklan, İslâm düşmanlarının
arzu ve istekleri doğrultusunda inananlara yasaklarken, aslında
bu topraklara girmesi haram olan müşrik batılıların
serbestçe dolaşmalarına ses çıkarmamaktadır.
Medine, Mekke'den sonra müslümanlar için Allah
Teâlâ'nın kutsal kıldığı ikinci şehirdir.
Resulullah (s.a.s), Hicretten hemen sonra bir devlet kurup Medine
halkının birbiriyle olacak ilişkilerini düzenleyen bir
anayasa hazırladığı zaman, ilk başta bir
şehir devleti niteliğinde olan devletin hudutlarını da
tesbit etmişti. İşaretlenen bu hudutlar dahilinde kalan bölge,
Mekke'ye benzer şekilde harem kılınmıştır.
Resulullah (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
Medine, şuradan şuraya kadar haremdir. Bu
harem içerisinde olan ağaçlar kesilmez ve bu sahada Kitap ve
Sünnete muhalif amel işlenemez. Her kim burada Kitap ve Sünnete aykırı
bir amel icad ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
lâneti onun üzerinedir" (Buharî, Fedailu'l-Medine, 1). Resulullah
(s.a.s)'ın işaret ettiği sınır, Uhud ile Ayr
dağı arasında kalan bölgedir (Tecrid-i Sarih tercemesi,
Ankara 1980, VI, 228).
Diğer bir hadis-i şerifte şöyle
denilmektedir: "Ben bir karyeye hicret etmekle emrolundum ki, o karye
diğer bütün karyelere galip gelir. Bu karyeye Yesrib denilmektedir.
O, Medine'dir. Demirci körüğünün demirin kirini giderdiği
gibi, pis insanları giderir (dışına atar) "
(Buharî, Fedailu'l-Medine, 2).
Müslüman olmayan bir kimsenin Medine'de üç günden
fazla ikamet etmesi caiz değildir. Hz. Ömer (r.a), Yahudi, Hristiyan
ve Mecusilerin getirdikleri malları satmaları için onlara
Medine'de üç gün kalma izni veriyordu (Muhammed Revvas Kal'acı,
Mevsu'atı Fıkhı Ömer İbnü'l Hattab, 1981, s. 601).
Resulullah (s.a.s), Medine'yi çok severdi. Bir
seferden döndüğü zaman Medine'yi uzaktan gördüğünde bineğini
hızlandırırdı (Buharî, Fedailu'l-Medine, 10). Hz.
Ömer (r.a)'ın yaptığı bir duada Sahabelerin Medine'ye
olan sevgileri açık bir şekilde görülmektedir: Allah'ım!
Beni senin yolunda şehit olmakla rızıklandır ve benim
Ölümümü Resulünün şehrinde (Medine) kıl" (Buharî,
Fediulu'l-Medine, 11).
Ömer TELLİOĞLU