Şamil | Kategoriler | Konular
Mekke-i mükerreme
MEKKE-İ MÜKERREME
Allah Teâlâ'nın rızası için
yeryüzünde ilk inşa edilen mescid; Beytullah'ın bulunduğu
Mukaddes şehir. Bu şehrin Kur'ân-ı Kerim'de geçen Bekke,
Ümmü'l-Kura ve Beledü'l-Emin şeklinde değişik isimleri
vardır. Bazıları Mekke'nin, hem şehir hem de "Beyt"i
karşılayan bir isim olduğunu söylerlerken; diğer
bazıları da Mekke'nin, Harem'in tamamını kapsayan
kısmına; Bekke'nin ise mescite has bir isim olduğunu ifade
etmişlerdir (İbn Kuteybe, Tefsiru Garîbi'l-Kur'an, Beyrut
1978,107-108; Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l-İslâm, Mısır
1979, I, 45 (dipnot 2). Mekke ve Bekke, Babil dilinde beyt 'ev'
anlamında olup, Amalıkalılar tarafından bu yerin ismi
olarak kullanılmıştır.
Kimisi mescitin bulunduğu yere Bekke, onun
çevresine ise Mekke denildiğini söylemekte; dilciler ise Mekke ile
Bekke'nin aynı şeyi ifade ettiğini kabul etmektedirler
(Abdullah el-Endelûsî, Mu'cemu Ma İste'ceme, Beyrut 1983, I, 269).
Coğrafyacı Batlamyus Mekke'yi Macorabba adıyla bilmekteydi
(H. Commens, İA. Mekke Maddesi).
Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde
Kızıldeniz kıyısındaki Cidde limanının
yüz km. doğusunda olup güneyinde aynı uzaklıkta sayfiye
yeri olan Taif şehri bulunmaktadır. Medine'ye olan
uzaklığı ise yaklaşık olarak dörtyüz km. dir.
Yengeç dönencesinin güneyinde, 21° 30' enlem ve 40° 20' boylamları
arasında bulunmaktadır. Mekke, doğu tarafındaki Ebu
Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar
arasında güneye meyilli dar bir vadide, adı geçen dağın
eteğinde bulunmaktadır. Bu vadi bir hilâl şeklinde
aşağılarda Kızıl denize doğru yönelmektedir.
Burası Arabistan'ın Tihame ve Necid bölgeleri arasında bir
set oluşturan Hicaz dağlarının iki
boğazının kesiştiği noktadır. Kâbe ve onu
çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında bulunur. Hemen
yanında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide
şehrin kurulduğu kısım Batın-ı Mekke olarak
adlandırılmakta, Mescid-i Haram'ın bulunduğu çukur
yere ise el-Batha denilmekteydi.
Mekke'nin havası, bilhassa yaz aylarında
oldukça sıcaktır. Kış aylarında ise lâtif bir
havası vardır. Her tarafı taş kayaları ile
çevrili olan Mekke'de tek su kaynağı Zemzem'dir. Bunun
yanında halk, su ihtiyacını karşılamak için
kuyular açmış ve sarnıçlar yapmışlardır.
Şehrin su problemini kökünden çözümlemek isteyen Harun er-Reşid'in
eşi Zübeyde Hanım, üç günlük uzaklıktan su getirme
girişiminde bulunmuş, ömrünün vefa etmemesi yüzünden bu
projenin ancak Arafat'a kadar olan kısmı gerçekleştirilebilmiştir.
Bu proje ancak Kanunî'nin kızı Mihriman Sultan'ın
girişimiyle tamamlanabilmiş ve Mekke ihtiyaç olduğu
ölçüde suya kavuşmuştu (Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lam,
Mekke Mad.).
Çok az yağmur alan ve kurak bir iklime sahip olan
Mekke'de kuraklığın bazan dört yıl sürdüğü
olurdu. Yemen taraflarını mümbit hale getiren meltem yağmurlarının
buraya kadar ulaşan kısmı şehrin doğu
tarafında birbirini takip eden tepeler ve yamaçlarda biriken yağmur
suları halinde bir araya gelerek şehrin merkezine doğru
akar ve Harem'in avlusuna ulaşırdı. Kışın
nem oranının yükselmesi ile bazan çok şiddetli yağan
yağmurlar, bir sel halinde şehrin bulunduğu alçak
bölgenin sular altında kalmasına sebep olurdu. Mekke için bir
felâket halini alan ve Beytullah'ı tehdit eden bu problemin
çözümlenmesi için Mekke'nin fethine kadar hiç bir çabanın gösterilmediği
görülmektedir. Raşid Halifeler döneminde Mekke'yi bu sel baskınlarına
karşı korumak için bazı önlemler alınmıştır.
Mekke ve etrafındaki arazilerin taşlık oluşu ve suyun
yokluğu ziraat için hiç bir faaliyete izin vermemektedir.
Mekke'nin ortaya çıkışı Hz. Adem (a.s.)'a
kadar uzanır Adem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde Mekke'de
Beytullah'ın bulunduğu bu günkü yerde bir mabet inşa
etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Adem (a.s)'ın
Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir
(Taberi, Tarih, Beyrut 1967, I, 122). Onun, kırk defa Mekke'ye
giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk
insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı
sonucuna ulaştırır (İbnü'l-Esir et-Kâmil fi't-Tarih,
Beyrut 1979, I, 36-38).
Hz. Âdem tarafından inşa edilen Beytullah,
Nuh (a.s.) zamanına kadar varlığını sürdürdü.
Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat yaşamaya başlayan
Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yeryüzünden kaldırılmıştı
(Taberî, Tefsir, Mısır 1968 IV, 8). Başka bir rivayete göre
ise, Beytullah'ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir yakut
indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe
kaldırılmıştı (Taberî, Tarih, I, 123).
Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde
Mekke'nin insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte,
bir yerleşim yeri olma özelliği göstermeye başladığı
anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah,
insanların ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk
yapı (Âl-i İmrân, 3/96) ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü'l-Kura)
dır (el-En'am, 6/92). Kur'an-ı Kerimdeki bu tür ifadeler,
yukardaki nakilleri doğrular niteliktedir. Ancak Taberi'nin Ebu Zer (r.a.)'den
naklettiği bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir: "Ya
Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit hangisidir" dedim. O, Mescid-i
Haramdır" dedi.
"Sonra hangisidir" dedim. Mescid-i Aksa
dır" dedi. Aralarında kaç yıl olduğunu
sorduğumda da; "kırk yıl" dedi" (Taberî,
Tefsir, IV, 8-9). Mescid-i Aksa'nın inşası Hz. Süleyman (a.s.)
tarafından bitirilmişti (bk. Mescid-i Aksa Mad.). Mescid-i
Aksa'nın Beytullah'tan kırk yıl sonra inşa edilmesi
haberi, Süleyman (a.s.)'ın bu Mescidi ikinci kez inşaya
başlamış olması anlamına gelir. Çünkü bu
habere göre Mescid-i Aksa'nın bulunduğu yerde, ya bizzat
İbrahim (a.s.) veya oğlu İshâk (a.s) tarafından bir
mescit inşa edilmiş olmalıdır.
Hz. İbrahim (a.s)'in Hz. Hacer'i oğlu
İsmail ile birlikte getirip bu ıssız vadiye
bırakmasından öncesi hakkındaki tarihi bilgiler, bazı
yorumlamalar ve çıkarımlar üzerine bina edilmiş olup
oldukça yetersizdir.
Hz. Hacer, henüz süt çocuğu olan İsmail'le
Allah Teâlâ'nın emri doğrultusunda Mekke'ye
bırakıldığı zaman Mekke, su kaynağına
sahip olmayan ve yakınlarında hiç bir insan topluluğunun
bulunmadığı bir yerdi. Yanlarındaki suyun tükenmesi
üzerine, Hz. Hacer'e sunulan Zemzem* suyu bu vadiye yeni bir gelecek hazırlamıştı.
Yemenli bir topluluk olan Curhumîler'den bir grup Mekke vadisinin aşağı
taraflarına konaklamak istediler. Bu arada yakınlarda bir su
kaynağının varlığını gösteren kuşlar
gördüler. Biraz araştırmadan sonra, Zemzem'in yanına
ulaştılar. Bu topluluk Hz. Hacer'den Zemzem'e yakın bir
yere yerleşmek için izin istediler. Suyun kendisine ait kalması
şartıyla onların bu isteğini kabul etti. Böylece, başka
insanlar da gelip yerleşerek buranın bir yerleşim merkezi
halini almasını sağladılar (İbnü'l-Esîr,
el-Kâmil fi't Tarih, Beyrut 1979, I, 103-104).
Hz. İsmail (a.s.), büyüyüp delikanlılık
çağına geldiğinde, Hz. Hacer vefat etti. Hz. İsmail,
Curhümlüler'den bir kız ile evlenip, onlarla akrabalık
kurmuş ve onlardan Arapçayı öğrenmişti. İbrahim
(a.s.), sürekli olarak Mekke'ye gelip Hz. Hacer ve oğlu
İsmail'i ziyaret ediyordu. Yine bir defasında Mekke'ye
geldiğinde, Allah Teâlâ'nın kendisine burada bir
"beyt" yapmasını emrettiğini söylemiş
ve birlikte Kâbe'nin inşasına başlamışlardı.
Beytullah'ın tamamlanmasından sonra Allah Teâlâ Haccın
nasıl yapılacağını İbrahim (a.s.)'a
bildirmiş (İbnü'l-Esir, a.g.e, I,106-107) ve Mescid-i Haram'a
giren herkesin emniyet ve güvenlik içinde bulundukları hükmünü
getirmişti (Âl-i İmran, 3/97).
İsmail (a.s.)'ın nesli burada çoğalıp
dururken, Yemen'den göç edip buralara gelen Huzaalılar, Curhümîlerden
yerleşme izni istemiş, red cevabı almaları üzerine
onlarla savaşarak şehri ele geçirmişlerdi.
İsmailoğulları bu savaşta tarafsız
kaldıkları için Huzaalılar onlara
dokunmamışlardı. Huzaalılar 207'de Mekke'ye hakim
olmuşlar ve bu hâkimiyetlerini üçyüz yıl sürdürmüşlerdi.
Huzaalılar Mekke'de, İbrahim (a.s.)'in dininden büyük sapmalar
göstermiş ve putperestliğin yaygınlaşmasını
sağlayarak insanları dalâlete sürüklemiş, Hubel
adında bir put dikip ona tapınmışlardı (İbn
Hacer, el-Askalanî, Fethu'l-Bâri, Mısır 1959, V, 359). Bu
putperestlik İsmail (a.s.)'ın soyunu da etkisi altına
almış; istisnalar hariç Hanif dinine mensup kimse kalmamıştı.
Huzaalılar İsmail (a.s.)'in nesli olan Kureyş'in güç
kazanmasına kadar Beytullah'ın sahibi olma durumlarını
korumuşlardı. 440 yılında Kusay, Kureyş'i
toparlayıp, Huzaalılarla savaşa tutuşmuş ve
onları şehirden uzaklaştırmıştı (İbn
Hacer, a.g.e., V, 359; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 45-46). Kusay,
Huzaalılarla olan mücadelesi esnasında Kuzey Arabistan'ın
büyük kabilelerinden biri olan Kuda'a kabilesinin başkanı olan
üvey kardeşi tarafından desteklenmişti (M. Hamdullah,
İslâm Peygamberi, II, 884.),
Kusay, emretme gücünü ele geçirmesinden sonra,
Mekke'deki idari ve sosyal yapıda bazı değişiklikler
yaptı. Mekke'nin merkezi olan Beytullah'ın etrafına kendi
kabilesi Kureyş'e mensup çeşitli boyları yerleştirdi.
Burada oturan Huzaalılar'ı ise şehrin
dışında ikamet etmek zorunda bıraktı. Şehrin
mutlak hakimi olmakla birlikte Kusay, toplumun genel işleriyle alâkalı
bazı görevleri Kureyş'in dışındaki kabilelere
verip hoşnut etme yoluna giderek, onları Kureyş'e
bağlamış oldu. Bu görevlerin önemli bir kısmı
Hac ibadeti ile alâkalı idi ve Mekke'den çok uzak yerlerdeki bazı
kabileler de bu görevlerin yerine getirilmesine katılıyorlardı
(M. Hamdullah, a.g.e., I, 888).
Kusay, Mekke şehir devletinin parlemantosu
niteliğinde olan Daru'n Nedve'yi kurmuş ve bunun yanında,
toplumun idaresi ve dini görevlerin yerine getirilmesi ile alâkalı
kurumlar ihdas etmişti.
Daru'n-Nedve'nin başkanlığı,
savaş sancağı muhafızlığı, Kâbe'nin
hizmetleri, hacılara içecek su ve vergilerden elde edilen gelirden
hacılara yemek verme gibi görevler bizzat Kusay tarafından
yerine getiriliyordu. O, vefat ettiği zaman bu görevleri dört oğlundan
ikisi olan Abdu'd-Dâr ve Abdul Menaf'a kalmasını vasiyet
etmişti (Hamdullah, a.g.e., 891; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 48).
Mekke, eski Grek şehirlerinde olduğu gibi
yukarı şehir (Malat) ve aşağı şehir
(Mesfele) olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kureyş'in ileri
gelen ve lider konumunda olan kimseleri Malat denilen şehrin
yukarı kısmında oturuyordu. Başkan Kusay'ın evi
ise Beytullah'ın tam karşısında idi ve toplumun
problemlerinin görüşülmesi bu evde yapılırdı (M.
Hamdullah, a.g.e., 888-889). Daru'n-Nedve olarak adlandırılan
yer, Kusay'ın ölümünden sonra şehir meclis binası olarak
tahsis edilen bu evdir. Mekke'nin kırk yaşını
doldurmuş bütün sakinleri, meclis toplantılarına
iştirak edebilirlerdi. Ancak, pratikte belirli aile
başkanları ve kabile ileri gelenlerinden
başkalarının bu toplantılara iştirak ettiği
görülmezdi. Daru'n-Nedve en hareketli günlerini kuruluşundan uzun
zaman sonra, Resulullah (s.a.s)'in davetini engellemek ve inananları
sindirmek için yapılan toplantılar sebebiyle
yaşamıştır. Mekke'li müşrikler, Mekke şehir
devletinin parlemontosunda kararlar alarak İslâmı yok etmeye
çalışmışlardır. Resulullah (s.a.s.), ise ilk
zamanlardan başlayarak bu parlementoya (Daru'n-Nedve'ye)
karşı Erkam'ın evini (Daru'l-Erkam) karargâh yaparak
mücadelesini sürdürmüştür.
Bütün Mekkelilerin ortak meclisi olan
Daru'n-Nedve'nin yanında bir de er soyun kendilerine ait "Nâdî"
denilen toplantı yerleri vardı. Bu Nâdîlerde de İslâm
mesajını yok etmek için sürekli küçük çaplı
toplantılar düzenlenmekteydi. Gerek Daru'n-Nedve'de ve gerekse
Nâdîlerde yapılan toplantılar basit de olsa bir protokol
çerçevesinde olurdu. Bu mekanlar siyasî ve askeri kararların
alındığı yerler olmaları yanında, sosyal
faaliyetlerin de yürütüldüğü yerlerdi.
Mekke bir şehir devleti olmakla birlikte, otorite
tek bir kimsenin elinde değildi. Kusay, Mekke'de hâkimiyeti eline
geçirdiği zaman, yabancılar üzerinde olduğu kadar kendi
kabilesi üzerinde de mutlak bir hâkimiyete sahipti. Ancak o, idarî
imtiyazları oğulları arasında bölüştürmüş
olduğundan dolayı bir hükümdarlık idaresine geçiş
olmamıştı. Oligarşik bir yönetim tarzına sahip
olan Mekke, Bizans İmparatoru'nun sağladığı büyük
desteğe rağmen Osman İbnu'l-Hüveyris'in krallığını
tanımamış; Bizansla olan iktisadî ilişkilerini
tehlikeye düşüreceğini bildikleri halde onu alaya
almışlardı. İslâm vahyinin başladığı
sıralarda Mekke on kişilik bir şûra tarafından idare
ediliyordu. Ancak idarenin işleyişi hakkında açık
bilgi veren kayıtlar yoktur. Bazı rivayetlerde altı ile on
arasında memuriyetin bulunduğu zikredilir. Ancak hiç bir kazaî
yetkisi olmayan bu memuriyetlerin ihdas edilmesi, eşraf zümresinin
öğünme duygularını tatmin gayesine yönelikti.
Mekke'de dini hayat tamamen putperestlik üzerine bina
edilmişti. Bu putperestlik, Hz. İbrahim'in tevhid dini
çerçevesinde ortaya koyduğu ibadetlerle iç içe girdirilmişti.
Mekke'li müşrikler Allah'ı, herşeyin
yaratıcısı olarak kabul ederken bir çok meselede putları
ona ortak koşarlar, onları kendilerine ilâhlar edinirlerdi.
Beytullah ve haccın Arabistan'ın diğer bölgelerini de
ilgilendiren bir husus olması, Mekke'ye, yarımadanın dini
merkezi olma konumunu kazandırıyordu. Cahilî âdetler üzere
yapılan haclarda, hacıların ihtiyaçlarını
karşılamak için bir takım faaliyetler
yapılırken, bizzat Beytullah'ın bakımı için de
çalışmalar yapılırdı. Bu işlerle alâkalı
görevler, babadan oğula geçmek suretiyle üstlenilirdi.
Mekke'de İslâm öncesine ait oturmuş bir
hukukî sistemin varlığından sözedilmesi mümkün değildir.
Halk ihtilâfa düştüğü konularda kabile reislerinin hakemliğine
başvururdu. Eğer problem bu şekilde halledilemezse kemal ve
hikmet sahibi olarak ün yapmış bazı şahsiyetlerin
hakemliğine başvurulurdu. Bunlardan biri olarak Halid'in
babası Velid zikredilebilir ki o, "el-Adl" lakabıyla
tanınmaktaydı. Yine Haceru'l-Esved'in* yerine
yerleştirilmesi esnasında çıkan ihtilâfın
çözümünün havale edileceği hakem tesadüfe bırakılmıştı
ve bu Resulullah (s.a.s.)'e isabet etmişti. Ancak hakemlerin
verdiği kararları infaz edecek bir kurum yoktu ve çoğu
zaman hakemin haklı gördüğü kimse güç kullanarak hakkını
almak zorundaydı. Hukuki işlerin yürütülmesinde fal ve
kehanet gibi hurafelerin çok etkisi vardı. Mekke'li veya
yabancı olsun haksızlığa uğrayan kimselerin
hakkını almak için tamamen fahri olarak oluşturulmuş
bir kurum olan Hilfu'l-Fudûl, fonksiyonunu oldukça etkili bir
şekilde yerine getirmekteydi. Resulullah (s.a.s.)'in de bu gruba üye
olduğu bilinmektedir (bk. Hilfu'l-Fudûl Mad.),
Mekke, tarım açısından hiç bir özelliği
olmayan susuz ve taşlık bir arazide kuruludur. Bu durumda halk,
geçimini ve ihtiyaç duyulan maddeleri sağlamak için ticarî
faaliyetlere yönelmek zorunda kalmıştır. Bu yüzdendir ki
diğer bölgelere nazaran Mekke'nin Arabistan yarımadasında
önemli ve merkezi bir yeri vardır. Mekke'deki ticari faaliyet
yaz-kış yoğun bir şekilde kesintisiz olarak sürerdi.
Yaz seferleri Suriye taraflarına, kış seferleri ise Yemen
taraflarına gönderilen kervanlardır (H.İ. Hasan, a.g.e.,
I, 62). Bu ticarî kervanlar Mekke için o kadar önemli idi ki, Allah
Teâlâ; Kış ve yaz yolculuklarında kendilerini güvenlik
ve esenliğe kavuşturduğu için onlar bu Beyt'in Rabbine
ibadet etsinler" (Kureyş, 106/2-3) buyurmaktadır.
Bu ticarî faaliyetler, yıl boyu bütün Arabistan
Yarımadasını dolaşacak şekilde düzenlenen panayırlar
ve Suriye, Filistin ve Yemen taraflarına düzenlenen kervanlarla yapılmaktaydı.
Otoriteden yoksun ve anarşi içerisindeki Arap Yarımadasında
bu tür iktisadî teşebbüsleri emniyet altına almak oldukça
güç bir konu olmakla birlikte, barış ve güvenlik ayları
olarak tesbit edilmiş haram aylar içerisinde bu emniyet tam olarak
sağlanıyordu. Bu konuda bile Mekke'nin
ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülür. Zira diğer
bütün panayırlar için sadece Recep ayı haram kabul edilirken,
Mekke, dört ay olan Eşhuru'l-Hurûm'un tamamına sahipti.
Ayrıca Basl adındaki müessese ile Mekke'deki bazı
ailelerin malları yağmalamalara karşı koruma
altına alınmıştı (M. Hamidullah, a.g.e., I,
26-27).
Mekke civarında Ukaz, Mecenne ve Mina
panayırları, Mekke'ye ihtiyaç duyduğu malları
sağlarken aynı zamanda ticaretin hareketlenmesine ve Mekke'li tüccarların
bolca kazanç sağlamalarına imkan veriyordu. Hire Hükümdarı
Numan b. Münzir, bizzat tertiplettiği kumaş ve koku yüklü
kervanları bu panayırlara gönderirdi. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu
malları satın alarak bu ticarete iştirak etmekteydi (A. Köksal,
İslâm Tarihi, Mekke Devri, İstanbul 1981, 88). Tam Hac
zamanına denk gelen bu panayırlar, çok kalabalık oluyordu.
Mekke'nin din konusunda sahip olduğu imtiyazın yanında onun
ticari ulaşım yollarının kesiştiği noktada
bulunması ona ayrı bir önem kazandırıyordu (H.
İbrahim Hasan, a.g.e., I, 61). Dolayısıyla Mekke,
sermayenin bol miktarda toplandığı ve en ideal şekilde
değerlendirildiği bir merkez konumunda idi. Bu durum
Mekkelilere; özellikle şehre hakim olan Kureyşlilere büyük
itibar sağlıyordu. Mekke'ye giren paralar, Bizans altın
dinarı, Sasanî ve Himyerî gümüş dirhemleri gibi çeşitli
cinslerden oluşuyordu.
Bu ticarî faaliyetlerden ve elde edilen büyük
kârlardan bütün Mekkeliler aynı oranda istifade
edemiyorlardı. Bütün cahili kapitalist sistemlerde olduğu gibi
Mekke'deki düzende de sermaye, belirli para babalarının elinde
toplanıyordu. Haşimîlerin bir bölümünün dahil olduğu
bir kesim malî sıkıntı içerisinde yaşamaktaydı.
Resulullah (s.a.s.) zamanında Mekke, iktisadî gelişiminin en
zirve noktasındaydı. Mekke kervanları deri, Taif'te
üretilen kuru üzüm, Benu Süleym maden ocaklarından elde edilen
altın ve gümüş, Afrika'dan gelmiş olan altın tozu,
fildişi, Yemen pazarlarından satın alınan Hind
mahsulleri ve Çin ipeklikleri ile en önemli yükler arasında
sayılan güzel kokular taşırlardı. Mekkelilerin,
rağbet ettikleri mal cinsleri ise, Akdeniz bölgesi ülkelerinin
sanayi mahsulleri olan pamuklu, yünlü ve ipekli dokumalar ve parlak
erguvani renkte kumaşlar; Basra ve Suriye'den, bedevîler için çok
değerli olan silahlar, hububat ve nebatî yağlardı.
Mekke'li tüccarlar bu arada önemli ölçüde para ticareti de yapmakta
idiler.
Mekkelilerin düzenledikleri kervanlarda mallar, sadece
develerle taşınırdı. Bazen develerin sayısı
iki bin beş yüze ulaşırdı. -Bu durum bu
kervanların ne kadar büyük malî meblağlara
ulaştığını gösterir. Kervanlar; tüccarlar,
rehberler ve muhafızlardan oluşurdu. Muhafızların
sayısı geçilen bölgenin güvenlik durumuna göre, yüz elli
ile üçyüz kişi arasında değişirdi. Mekkelilerin
Bizans ve İran imparatorlukları ile ticari anlaşmalar
yaptıkları ve onlardan bazı imtiyazlar elde ettikleri
bilinmektedir. Habeşistan ve diğer memleketlerle de bir
takım anlaşmaları bulunmaktaydı. Ancak,
Bizanslılar, Arapların silah, zeytinyağı ve şarap
türü maddeleri satın alıp, ülkelerine götürmelerini
yasaklamışlardı.
Mekke'nin coğrafi açıdan bulunduğu
özel konumu, etrafındaki devletlerin dikkatini çok eski devirlerde
bile üzerine çekmekte idi. Beytullah'ın bulunduğu yer
olması sebebiyle de büyük bir saygınlığı
vardı. Mekke, bir çok teşebbüslere rağmen yabancı güçler
tarafından işgal edilememiş ve tarihi boyunca
bağımsızlığını korumuştu.
Rivayetlere göre, Yemen melikleri olan Tubba'lar ve hatta Farslar bile
Hac maksadıyla Mekke'yi ziyaret etmekte idiler. Abdulmuttalib'in
Zemzem kuyusunu kazdığı vakit çıkardığı
altından mamul geyik heykeli buna delil olarak gösterilmektedir (İbn
Haldun Mukaddime, Terc. Z.K. Uğan, İstanbul 1988, II, 243).
Arapların geleneksel rivayetlerine göre, İskender Mekke'ye
gelip Kâbe'yi ziyaret etmişti (Hamidullah, a.g.e., II, 834; Dineverî,
Ahbaru't-Tıval, Kahire 196, 33-34). Romalı tarihçiler, Yemen
bölgesinde Necran'ı istila eden General Aelius Gallus (M.Ö. 24)'un
Mekke'yi ele geçirmek istediğini, ancak buraya ulaşmaya
muvaffak olamadığını kaydetmektedirler.
Romalılar, Neron (ö. M.Ö. 66) zamanında defalarca Mekke'ye
yakın yerlere gelmişler ancak, her seferinde
başarısızlığa uğrayarak çekilip gitmişlerdi.
Romalıların bu teşebbüslerinin sebebi, muhtemelen baharat
ülkesi olan Yemen'in ticaret yollarını kendi açılarından
emniyet altına almak istemeleridir. Bizanslılar, Mekke üzerinde
nüfuz kurmak için sürekli gayret göstermişler. Ancak onlar da
doğrudan bir bağımlılık
sağlayamamışlardı. Bazı Mekkeliler,
hemşehrilerine bir üstünlük sağlamak için Bizanslılardan
yazılı belgeler getirmişlerse de bu, Mekkeliler için hiç
bir şey ifade etmemiştir. Ancak şu var ki, ticarî bağımsızlıkları,
Mekkelilerin ustaca diplomatik faaliyetlere girişmelerine sebep
olmuştur. Fakat bu, gurur ve kibir sahibi Mekkelilerin hiç bir zaman
boyun eğmeleri neticesini doğurmamıştı. Onlar, sürekli
savaş halinde olan Bizans ve İran'la ustaca politikaları
sayesinde menfaatleri doğrultusunda ilişkilerini sürdürüyorlardı.
Mekke'nin İslâm'dan önceki tarihi için en
önemli olaylardan birisi şüphesiz ki, Habeş
Krallığı'nın Yemen Valisi Ebrehe'nin Mekke'ye düzenlediği
askeri seferdir. Ebrehe, Hristiyan olan Habeş kralına yaranmak için
çok mükemmel bir şekilde inşa ettirdiği kiliseyi Kâbe
gibi bütün insanların yöneldiği bir mekân yapmak için girişimlerde
bulundu. Onun düşüncesi, Arapları Beytullah'tan yüz çevirip
buraya yöneltmekti. Bunu öğrenen bir Arap, kiliseye gidip, içerisine
girerek pisledi. Ebrehe bu olay üzerine kızgınlığını
giderebilmek için Mekke'ye giderek Kâbe'yi yıkmaya karar verdi.
Onun ordusunda, bir rivayete göre on üç tane fil vardı ve
önlerinde de Mamud adlı fil yürüyordu (İbnü'l-Esîr, a.g.e.,
I, 442).
Ancak, Fil Suresinde ve tarih kitaplarında
anlatıldığı üzere büyük bir yenilgiye uğrayan
Ebrehe, gerisin geriye kaçmak zorunda kalmıştı. Fil
olayı Mekkelileri o kadar etkilemişti ki, onu tarih
kitaplarında kendilerine ölçü almışlardı (bk. Ashâbü'l-Fil
ve Fil sûresi Mad.).
Resulullah'ın, risaletle görevlendirilmesinden
sonraki on üç sene boyunca Mekke'deki cahilî yaşantıda ve
siyasî ilişkilerde pek bir değişiklik
olmamıştı. Bu devrede, Habeşistan Necaşi'si
Ashama, Müslümanların tarafını tutmuş, kendisine
sığınanlara iyi muamele etmişti. Hicretten sonra,
Mekke'nin fethine kadar geçen sekiz sene, Medine İslâm devletini
yok etmek için yapılan yoğun faaliyetlere sahne oldu.
Hicretin sekizinci yılında Resulullah
(s.a.s.)'e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya
başladı. Allah Teâlâ'nın mübarek kıldığı,
İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten
ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış
yeni bir hayata kavuştu. Daha önce bağımsız bir
şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal
durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin
edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine
eskisi gibi bağımlı değildi. Zira, İslâm devleti
elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde
taksim ettiği için Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey
İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî
faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini
yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir
manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu.
Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne
oldu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların
kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac
ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze
aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini
kıyamete kadar sürdürecektir.
Mekke, Râşid Halifeler döneminde siyasî yönden
sakin bir hayat yaşadı. Beytullah için tarihi bir sorun olan
sel baskınlarını önlemek için Hz. Ömer (r.a.) ve Hz.
Osman (r.a.)'ın bazı çalışmalar yaptıkları
görülmektedir. Onlar, bazı mühendisleri buraya gönderip yüksek
mahallelerin bulunduğu kısımlara sedler yaptırarak
Beytullah'ı su baskınlarına karşı korumaya çalıştılar.
Emeviler döneminde de Mekke'ye gereken ilgi
gösterilmiştir. Selleri kontrol altına alıp yönünü değiştirmek
için büyük kanallar kazılmıştı. Ayrıca, Hz.
Ömer tarafından başlatılıp I. Velid zamanına
kadar devam eden istimlaklar ile Kâbe'nin çevresindeki saha
büyütüldü. Muaviye, kuyular açtırıp suların
toplanması için bentler yaptırmış, kurduğu
sulama sistemi ile tarıma elverişli sahalar oluşturmaya
çalışmıştı.
Mescid-i Haram'ın inşaası için bir
proje hazırlayıp uygulamaya koymak I. Velid'e nasip
olmuştur. O, bu projesini gerçekleştirebilmek için Suriye ve Mısır'dan
mimarlar getirtmişti.
Mekke, Medine ve Taif gibi üç önemli şehri olan
Hicaz bölgesinin idaresi, Emeviler zamanında, bu aileden olan
önemli kimselerin elinde kaldı. Bunlar arasında Said b. el-As,
Mervan b. el-Hakem, Ömer b. Abdülaziz zikredilebilir. Ancak bazan bu
aileye mensup olmayan kimselerin de bu göreve getirildikleri
görülmektedir. Bu kimselerin idarî yetenekleri denendikten sonra atandıkları
bir gerçektir. Bundan dolayı ilk önce Taif valiliği verilir,
uygun görülürse bundan sonra Mekke ve Medine valilikleri de buna dahil
edilirdi. Tabiatıyla Hicaz bölgesinin idari merkezi Medine'de
bulunmaktaydı.
Mekke, Emevîler zamanında bazı siyasî baskılara
maruz kaldığı gibi, siyasî çıkarların elde
edilmesi için askeri saldırılara uğradığı
da olmuştur. Yezid'in haksız bir şekilde hilâfet makamına
getirilmesini kabul etmeyen Abdullah İbn Zübeyr, muhalefetini
Mekke'den yürütüyordu. Bu durum, Suriye ordusunun Hicaz'a
gönderilmesine ve Mekke'nin kuşatma altına alınmasına
sebep olmuştu. Abdullah İbn Zübeyr bu orduyu mağlup
etmiş ve komutanlarının çoğunu da esir
almıştı. Daha sonra Mekke'yi tekrar kuşatan Yezid'in
ordusu, onun ölüm haberi üzerine kuşatmayı
kaldırmıştı.
Mekke'de hilâfetini ilân eden Zübeyr'e Hicaz
bölgesinin tamamı Irak ve Horasan bölgeleri de bey'at etmişlerdi.
Abdülmelik b. Mervan, Emevîler'in yönetimini eline aldıktan hemen
sonra, Haccac komutasında bir orduyu Mekke üzerine gönderdi.
Zalimliğiyle şöhret bulmuş bir kimse olan Haccac'ın
kuşatmasına altı ay direnen Mekke, Abdullah b. Zübeyr'in
kahramanca savaşarak şehid edilmesiyle onun tarafından
işgal edilmişti.
Miladî 747'de Yemen'den gelen Hariciler Mekke'yi işgal
etmişler; 750'deki Abbasî darbesi ile Mekke hilâfet ile birlikte
Abbasîler'in eline geçmişti.
Abbasiler döneminde (750-961) Mekke'nin idaresi
hanedana mensup kimselerin elinde kalmıştır. Harun
er-Reşid, Mekke için büyük harcamalar yapmıştı.
Ayrıca onun dokuz defa Hac maksadıyla Mekke'ye gitmiş
olduğu bilinmektedir. Me'mun devrine gelindiğinde, ortaya çıkan
mecburiyet neticesinde, Mekke'nin idaresi Hz. Ali soyuna devredildi.
Me'mun'un ölümünden sonra Abbasîlerin çöküşü başlamış
ve ülke bir anarşi ortamına sürüklenmişti. Otoriteden
yoksun kalan kutsal topraklar sık sık kanlı çatışmalara
sahne oldu.
Karmatîler fırkasının terör havası
estirdiği dönemde Mekke zorlu günler yaşadı. M. 916
yılından sonra Hac kervanlarının yolunu kapayan
Karmatiler, Mekke'ye düzenledikleri bir baskında çok sayıda
insanı katlettiler ve Haceru'l-Esved'i sökerek Bahreyn'e
götürdüler (M. 930). Sünnî İslama karşı açtıkları
savaşın başarısızlıkla neticeleneceğini
gören Karmatîler, Haceru'l-Esved'i geri getirdiler.
Mısır'da Fatimîler devletinin kurulmasından
sonra, Hz. Ali soyundan gelenlerin Hicaz bölgesindeki etkinlikleri arttı.
Bu dönemden sonra Mekke idaresi, şerif olarak adlandırılan
Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan soyundan gelen kimselerin elinde
kaldı. Şerifliğin kurulması ile Mekke, nisbeten
bağımsız bir hayat yaşamaya
başlamıştı. M. 994-1039 yılları
arasında şeriflik makamında bulunan Ebu'l-Futûh bir halife
gibi hareket etmeye başlamıştı. Şeriflerin
idaresinde Mekke önemli bir ilerleme göstererek Medine'yi geride bırakmıştır.
Bu arada Fatimîlerin ve Yemen meliklerinin Mekke'ye baskı
yaptıkları görülmektedir.
Mısır'ın 1517'de Yavuz tarafından
ele geçirilmesinden sonra Hicaz bölgesi Osmanlı hâkimiyet sahası
içerisine girmişti. Osmanlılar, Mekke idaresini şeriflerin
elinde bırakmıştı. Onlar, bu dönemde sahip oldukları
toprakları Mekke merkez olmak üzere, Kuzeyde Hayber'e, Güneyde
Hali'ye, doğuda ise Necd bölgesine kadar genişletmişlerdi.
Osmanlı hâkimiyeti döneminde Mekke, manevî bakımdan sahip
olduğu merkezîlik konumundan dolayı sürekli hizmet ve saygı
görmüştür. Buğday ihtiyacının
karşılanması için Mısır sürekli bir kaynak
kabul edilmişti. Ayrıca ilmî kurumlar ve dini bi-ıalar için
büyük meblağlar sarfediliyordu.
IV. Murad zamanında Hacda çıkardıkları
kargaşalıkları sebebiyle Şiîlerin hacca gelmeleri
yasaklanmıştı. Bu durum Sünnî-Şiî çatışmalarının
Mekke'ye kadar bir yaygınlık kazanması neticesini
doğurdu. Ancak, Osmanlı valisinin bu emri uygulama isteğine
karşılık, Mekke şeriflerinin bu uygulamalara
yanaşmak istemedikleri görülmektedir. Mekke, Vahhabîler'in ortaya
çıkışlarına kadar, Zâvî Zayd, Zâvi Berekât ve
Zâvi Mes'ud gibi şeriflerin bitmeyen mücadelelerine sahne oldu.
Necd bölgesinde güçlenen Vahhabîler, 1800'lerden
sonra Mekke'yi sıkıştırmaya
başlamışlardı. Vahhabîler ilk önce Taif'e saldırmışlardı.
Osmanlı valisi Galip Efendi, Vahhabî tehlikesini yok etmek için
çareler aradıysa da buna muvaffak olamadı. 1803'de, Emir Mes'ud
komutasındaki Vahhabîler Mekke'yi ele geçirdiler. Medine'de yaptıkları
gibi, itikadî yapılarından kaynaklanan bir takım
aşırılıklara giriştiler. Galip Efendi, Cidde'ye
doğru çekilmek zorunda kaldı. Cidde'de toparlanan Galip Efendi
tekrar Mekke'yi geri almaya muvaffak oldu. Ancak, Vahhabîler'in
hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştı.
Hicazdaki Osmanlı hâkimiyetini yeniden tesis
etmek isteyen II. Mahmud, Mısır valisi Mehmet Ali
Paşayı bu işle görevlendirdi (1811).
1813 yılında Cidde'ye çıkan Mehmed Ali,
Galip Efendi'nin de kendisine yardım etmesi sonucunda Mekke'yi
kolayca ele geçirdi. Vahhabîler direnemeyeceklerini anladıklarından
şehri boşaltıp gitmişlerdi. Mehmed Ali, Galip
Efendinin görevine son vererek yeğeni Yahya b. Sarur'u şerif
atadı. Bundan sonra Mehmet Ali'nin şeriflerin işlerine sürekli
müdahalede bulunduğu görülmektedir. Şeriflik için yapılan
mücadeleler, İstanbul'un da bu işle doğrudan ilgilenmesine
yol açmıştı.
1869'da Süveyş kanalının açılması
ile İstanbul'un Hicaz bölgesiyle doğrudan teması mümkün
olmuştu. Şerif Hüseyin Osmanlıların, gereksiz bir
şekilde Birinci Dünya Savaşına katılmasının
peşinden İngilizlerle işbirliğine girerek Mekke'de
bağımsızlığını ilân etti. Şerif Hüseyin
daha sonra kendisini halife ilân etmişti. Ancak buna kimse iltifat
etmemişti. İngilizlerin, menfaatleri gereği, Hüseyin'i
terkedip Abdulaziz b. Suud'a destek vermeleri sonucu Hüseyin yalnız
kaldı. Onun 1924'de vefatı üzerine yerine geçen oğlu
Melik Hüseyin, tutunamayarak önce Akabe'ye, oradan da Kıbrıs'a
kaçtı. Mekke'yi rahat bir şekilde ele geçiren İbn Suud,
1926'da Hicaz kralı ilân edildi. Peşinden de Necid ve
diğer bölgeler de buna dahil edildi. Bu tarihden günümüze kadar
bu bölgeyi ellerinde bulunduran Suud Krallığı, önce,
İslâm coğrafyasının bu bölgesinde nüfuz kurmaya
çalışan İngiliz Emperyalizmine hizmet etmişler,
peşinden Batı Emperyalizminin lideri konumuna gelen
Amerika'nın yedeğine girmişlerdir.
Mekke, İslâmın, İslâm ümmetinin
kutsal bir beldesidir. Dolayısıyla buranın gerçek sahibi
bu ümmettir. Bir gayri İslâmî yönetimin veya bir krallığın
buraya sahip çıkarak kendi malı kabul etmesi ve müslümanların
İslâm'ın beş temel esasından birisi olan Hac
ibadetini rahatlıkla yerine getirmelerine engel olması, İslâm
ümmeti için kabul edilebilir bir durum değildir. Mekke, necis gayri
müslimlerin ayak basmalarının yasak olduğu bir harem bölgenin
içerisindedir. Bu bölgede, bilhassa Harem-i Şerif'in içerisinde
insanlar, tam bir güvenlik içerisindedirler. Bunun böyle olmasına
rağmen, kendi sapık yönetimlerinin İslâmî olduğunu
halklara kabul ettirebilmek için bir takım âlim kılıklı
kimseleri kullanarak müslümanlara bu kutsal beldede yaptıkları
saldırıları ve yoğun baskıları İslâm
içinmiş gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Suud
krallığı, Mekke ve Medine'nin
kutsallığını istismar ederek ayakta duran ve İslâm
karşıtı siyasetlerine; güya şeriati
uyguluyorlarmış havası vererek İslâmı alet
etmektedirler.
1979'daki Kâbe baskını ve daha sonraki
yıllarda emperyalizm ve müslümanların başlarına bela
kesilen tağutların aleyhlerine sarfedilen sözlerden dolayı,
haccetmeye gelen müslümanların üzerine otomatik silahlarla ateş
açılması olayları gözönüne alındığında,
bu yönetimin Mekke'nin kutsallığına ve İslami hükümlere
verdiği değer açık bir şekilde ortaya çıkar.
1979'da Kâbe çevresinde kıyam ederek Hareme sığınan
grubun üzerine Suud yönetimi ateş açarak çatışmayı
başlatmıştır.
Ömer TELLİOĞLU