Şamil | Kategoriler | Konular
Kızılbaslık
KIZILBAŞLIK
Şiiliğin gulat (aşırı)
kollarından biridir. Türkiye'deki bağlılarına verilen
ad. Başlangıçlarda kırmızı tac giyip,
kırmızı sarık sardıklarından dolayı
kendilerine Kızılbaş adı verilmiştir. Görünürde
şianın 'İsna aşeriye İmamiyye' mezhebinden
olmakla birlikte temel inançları bakımından onlara göre
çok büyük farklılıklar gösterirler. Şianın
bazı kollarının ve bu arada Yemen taraflarındaki
Zeydiyye ile İran'daki Caferiyye (İsna aşariye), hatta büyük
bir bölümü ile Hindistan'daki İsmâiliye mezheplerine bağlı
Şiilerin yorumdan doğan farklılıklara rağmen,
temelde- iman konusunda ve özellikle farz ibadetlerde sünnilerden
büyük bir fark taşımamalarına karşın,
Kızılbaş âlevîleri hem inanç, hem de ibadet bakımından
sünnilerden olduğu gibi bu şii mezheplerden de
ayrılırlar.
Türkiye bakımından âlevî denildiğinde
ilk akla gelenler de, hep Kızılbaşlar ve onlara çok yakın
inanç ve ayinleri taşıyan Tahtacılar'dır. Halk
arasında Adana-Mersin-Hatay dolaylarında yaşayan Nusayrîlere
de 'alevî' denilmesine karşın, onların da
Kızılbaş âlevîlerle bir ilgisi ve uzun boylu ortak yanları
yoktur. Nusayrîler apayrı bir kol, hatta İslâm'dan kopmuş
apayrı bir dinin bağlısı kimselerdir.
Kızılbaşlarla aynı inancı taşıyanlardan
İran'da yaşayanlara, halkın çoğunluğunu
oluşturan Caferîler'ce yörelerine göre- "Ali Allahî"ler,
"Guran"lar, "Gulyailer" gibi adlar verilir ve bağlıları
"tekfir" edilir.
Araştırmacıların,
Kızılbaşların kökenini, 'anarşist' ve 'batınî'
tutumlarına bakarak bir yanıyla Mazdekîlik ve Babekîlik'e (onlar
da kırmızı elbise giyerlermiş); ayinlerini ve kimi
âdetlerini gözönünde tutarak diğer yanıyla da Türk
Şamanlığına dek uzatmalarına rağmen; inançlarını
ifadelendirdikleri ve ayinlerinde de okuyarak ibadet ettikleri "nefes"
adlı deyişleri esas alanlarca, Kızılbaşları
Erdebiliye tarikatına bağlamak daha tutarlı bir görüş
olarak zikredilir.
Bilindiği üzere Erdebîliye tarikatı,
tanınmış İran Hükümdarı Şah İsmail'in
atalarından Şeyh Sâfiyuddin tarafından kurulmuş bir
"sünnî tarikat" iken, bu soydan ilk saltanat davası güdüp
de öldürülen şeyh Şah ibrahim'in oğlu Şeyh Cüneyd
zamanında şiiliği benimsemişlerdir. Tarihçiler, bu değişikliğin
Şeyh Cüneyd tarafından saltanatı ele geçirmek uğruna,
sırf Suriye, Anadolu ve Azerbaycan'daki sii-batınî kolları
kendi safına çekmek için yapıldığını
belirtirler. Simavnalı Şeyh Bedreddin
bağlılarıyla da bağlantı kuran Şeyh Cüneydtin
öldürülmesinden sonra yerine geçen ve Erdebil Sûfileri tarafından
"tanrının zuhuru" olarak görülen Şeyh
Haydardır ki, ilk defa oniki dilimli kızıl taçı giyip,
kızıl sarık sarmış ve bağlılarına
da, derecelerine göre bu tacı giydirip, bu sarığı
sardırmış ve böylece de "kızılbaşlık"
olayı ortaya çıkmıştır. Şeyh Cüneyd'in başlatıp
da Şeyh Haydar'ın kemâline erdirdiği bu hareket, sonuç
vermekte gecikmemiş; nitekim, 1501 yılında Şeyh
Haydar'ın oğlu İsmail, Türkmenlerin de desteğini
alarak Akkoyunlularla yaptığı savaştan sonra Tebriz'i
ele geçirip devletini kurmuştur. O günden beri (en azından
Safeviler hanedanının yıkılışına dek) Türkiye
Kızılbaşları'nın Safevî Şiasına
bağlılığı sürüp gelmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki olay, Şeyh
Haydar'la kemâle erdirilmiş olmakla birlikte, İran Türkmenleri
gibi Anadolu Türkmenleri arasında da bu noktada
başlamış değildir. Bu bakımdan, bu
hızlı yayılmanın yoğun propagandanın
etkisinden öte kimi sebepleri üzerinde de durmak gerekir.
Gerçekten de, tâ Selçukoğulları döneminden
itibaren Anadolu'ya akın etmeğe başlayan ve adlarına
destan dizilmesi âdet haline gelmiş olan "Horasan pirleri, rum
erenleri, gaziyanı rum, bacyanı rum"lar ele avuca
sığmaz bir hareketlilik içinde bulunmakla, yerleşik düzene
ve dolayısıyla 'devlet'e bir türlü uyum gösterememiş;
uyumsuzluk 'inanç ve davranışlarına da
yansıdığından, terkettikleri dinin kimi öğelerine
sarılma ve sığınma ihtiyacı sonucunda, ortaya 'karma'
bir yapı çıkmış ve nitekim
Cengizoğulları'nın Selçukoğulları'nı
boyunduruk altına alışı sırasında bu durum
"Ahi Mevlevi" kavgası biçiminde şiddetli bir
patlamaya yolaçmış, tarikatlar arası bu kavgada çokça
kan dökülmüştür.
Babaî, Kalenderî, Hayderî, Bektaşî, Hurufi
adlarıyla anılan ve tamamı batınî tarikatlarla eski
dinlerinin karması inançları İslâm inancına
katıştırmış olarak taşıyan bu zümreler,
kuruluş süreci içinde Osmanlı ile birlikte her yöreye uzanmış,
Anadolu'nun ve Balkanlar'ın İslâmlaşmasında büyük
rol oynamışlardır. Ancak, devletin tam
olgunlaşmasından sonra, üstelik Hacı Bayram Veli gibi kimi
önderlerinin kırmızı taç ve sarığı beyaz
çuhaya çevirmelerine rağmen, aynı uyumsuzluk yeniden başgöstermiştir.
Ki, Şeyh Bedreddin olayı bunların en göze çarpanlarından
biridir.
İşte, İran Şahı I.
İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın yapmış
olduğu iş gerçekte bu potansiyeli iyi değerlendirmek
olmuş, bunun sonucunda da bir yanda devlet, diğer yandan
kızılbaşlar olmak üzere çekişme sürüp gitmiştir.
Ne Sultan II. Bayezid'in başkaldıranları ezişi, ne
Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran öncesi uyguladığı
kırım ve ardından Şah II. İsmail'i mağlup
edişi, hiç bir zaman bu içten içe sürüp giden ayrılığı
ortadan kaldırmağa yetmemiştir.
Kızılbaşlık, yüzyıllar boyu, kırsal kesimde
açıktan açığa, kentlerde ise, Bektaşilik
kimliğine bürünmüş olarak varlığını sürdürmüştür.
Ancak aradaki benzerlikler sebebiyle, Kızılbaşlık ile
Bektaşiliği de karıştırmamak gerekir.
Bektaşilik her isteyenin girebileceği bir tarikat olduğu
halde, Kızılbaşlık yalnızca
kızılbaş soyundan gelenlerin bağlı bulunduğu
bir mezhep, hatta bir tür din olarak süregelmiştir.
Nitekim, Kızılbaşlık'ta üç
sünnet, yedi farz vardır. Sünnetler: Dilden tevhid kelimesini bırakmamak,
kibirlenmemek ve düşmanlık yapmamaktır. Farzlar ise;
mezhebin sırrını saklamak, mezheptaşları ile
birlikte olmak, yalan ve gıybetten kaçınmak, hizmette kusur
etmemek, mürşidine itaat etmek, musahibini görüp gözetmek,
halifeden taç ve kisve giymektir. Bir de hepsinin üstünde, "Allah-Muhammed-Ali"
üçlemesinin bir gereği ve uzantısı olarak, Ali ve evlâdı
konusunda tevella ve teberrada bulunmak; yani Ali ve evlâdını
dost bileni dost, düşman bileni de düşman bilmek...
İnançlarında esas, Ali'yi tanrı
tanımaktır. Şehadet kelimelerindeki "Lâilâhe
İllallah, Muhammed Resûlullah, Aliyyü Veliyallah, Veliyyü
Aliallah" sözleri de bunu açıkça gösterir. Ali, binbir
biçimde görünmüş ve halkı
şaşırtmıştır. Gerçeği bulabilen bu yüzden
çok azdır ve o gerçek de, Allah, Muhammed ve Ali'nin, üçünün
bir tanrı olduğudur. Onlara göre, bu üçlemeye rağmen,
Ali en üstündür. O, bir yandan Muhammed'in vasisidir, bir yandan
Muhammed'in mürşididir, bir yandan da tanrıdır.
İbadetleri ise, tevil ederler. Sözgelimi, beş
vakit namaz 'evvel'e, 'sani'ye, 'natık'a, 'esas'a, 'imam'a
işarettir. Namazın tekbir, kıraat, rükû, sücud, tesbih,
tahiyye ve selâmı ise, yedi imama delil gibi...
Dolayısıyla da bu tevillerine dayanarak her türlü ibadetten
uzak kalırlar...
Bununla birlikte kendilerine has kimi ibadetleri
vardır. Muharrem'de tutulan 12 günlük oruç. Bu süre içinde su
içmez, et yemez ve diğer hayvansal gıdalardan da uzak dururlar.
Ayrıca kışın, şubat ayında üç günlük bir
oruçları daha vardır. Bunun dışındaki ibadetleri
ise, geceleri gerçekleştirmiş bulundukları ayinlerdir. Yörelere
göre değişiklik gösteren ve bazı bölgelerde sayısı
beşe kadar çıkan bu ayinlerden en önemlisi görgü ayini ile
sorgu ayinidir. Görgü ayini kış aylarında cuma geceleri
yapılır ve miraç olayı temsil edilmiş olur. Sünnî
halk arasında "mum söndü" diye bilinen bu ayinler sırasında
ayinin yapıldığı yöreye dış gözcüler, eve
de iç gözcüler yerleştirilerek güvenlik önlemleri alınır.
Kadınlar ve erkekler aynı mekânda ama ayrı yerlerde
oturarak bu ayinlere katılırlar. Sazlar eşliğinde
"nefesler okunur. O gün için kesilmiş bulunan kurbanın
yağının konulduğu çerağlar yakılır.
Kesilmiş olup da kemikleri kırılmadan içi boşaltılmış
olan kurban bir kazan içinde kaynarken de, "La ilahe illallah, hak
laîlahe illallah, sen Ali misin güzel şah, şah lailahe
illallah" tarzında zikirler çekilir. Bu ayinler sırasında
musahip kavline girenler için merasim yapılır ve daha birçok
seremoniden sonra sofra kurulur, pişmiş olan kurban ortaya
getirilerek yenilir. Saklanan kemikler sonra bir araya toplanarak belli
bir yere gömülür ve ayini idare eden dedenin ortaya mendil açıp
nezirleri toplamasının ardından da ayin sona erer.
Yine kış aylarında yapılan sorgu
ayini de, daha çok, şikâyetlerin çözüme kavuşturulduğu,
suçluların cezalandırıldığı,
barışmaların gerçekleştirildiği, yine sazlı
sözlü, zikirli nefesli, sohbetli ayinlerdir. Verilecek en büyük ceza,
kişinin (üyelikten) düşürülmesidir. Bununla bir bakıma
o kişi afaroz edilmiş olur, ayinlere alınmaz. Belli bir süre
sonra, yine bir sorgu ayininde, dede, gerekli görürse bu düşkünü
yine merasimlerle kaldırır. Perşembe günleri yapılan
bu sorgu ayinlerinde kaldırılmış olanlar cuma günkü
görgü ayinine katılabilirler.
Diğer ibadetleri olduğu gibi Haccı da
tevil ettiklerinden, Kızılbaşlar'dan hacca giden pek
bulunmaz; ama, Hazreti Ali'nin yattığı Necef'i, Hazreti Hüseyin'in
yattığı Kerbelâ'yı, Musa Kâzım ve Muhammed
Taki'nin yattığı Bağdad'ı, Ali Naki ve Hasan
Askeri'nin yattığı, Mehdi'nin de mağaralarından
birinde kaybolduğu Samarra'yı, Ali Rıza'nın
yattığı Meşhed'i; ayrıca başta Hacı
Bektaş, Abdal Musa gibi kimselerin kabirlerini ziyaret ederler. Yörelerindeki
yatırları ziyaret edip kurban kesmek de sıkça yaptıkları
işler arasındadır.
Türkiye'de "alevî" genel adı
altında bilinen gruplardan Caferî mezhebine mensup olan
müslümanlar ile müslümanlıktan çıkmış olan
Nusayriler bir yana bırakılırsa, geriye kalanların
tamamı kimi yöresel farklılıklara rağmen, bu inanç,
bu ibadet ve bu ayinlerle yoğrulmuş olan kimselerdir.
Bektaşi zümreleri de, özellikle kırsal kesimde,
Kızılbaşlarca kabûl edilmiyor olmalarına
karşın inanç ve ayinleri ile aynı zümrenin içinde sayılabilirler.
Ancak, son zamanlarda, gerek şehirlere akın
ve gerekse toplu iletişim araçlarının köylere kadar
girmesi üzerine "kapalı toplum" yaşamından
kopukluğun başlamasıyla birlikte alevi dede ve
babalarının eski etkinliklerini kaybettiği, bunun sonucunda
da kızılbaşlar alevîlerden bir bölümünün büsbütün
dinsizleşirken, bir bölümünün de Şii Caferi mezhebinin gerçeklerine
uymağa başladığı, hatta bir
kısmının sünniliği benimseme yoluna girdiği gözlenmektedir.
Dışa kapalı bir toplum yaşamının sonuçlarından
olan bu aşırılığın zaman içinde büsbütün
ortadan kalkacağını ve ülkemizde sayıları hayli
yüksek olan bu kimselerden kiminin sureta bağlı olduğu
caferiliği, kiminin de sünni mezheplerden birini benimseyerek
'yeniden' müslümanlaşacağını ummak yanlış
olmayacaktır.
Zübeyr YETİK