Şamil | Kategoriler | Konular

Kan davası

KAN DAVASI



Akrabalık ilişkilerinin sıkı olduğu toplumlarda öç alma duygusundan kaynaklanan, misilleme biçimindeki karşılıklı cinayetlerle süren aile ve kabileler arası çatışma. Hak arama sürecinin bulunmadığı, anlaşmazlıkların tarafları hoşnut edecek biçimde çözümlenmediği, hak ve adalet duygularının tatmin edilmediği hukuk sistemlerinde, bireyin hak ve adaleti kendi başına gerçekleştirme girişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Kan davası genellikle haksızlığa uğrayan taraftan bir kişinin, suçlunun işlediği suça uygun biçimde cezalandırılmaması durumunda, intikamını alma, onurunu kurtarma, hak ve adaleti gerçekleştirme girişimiyle başlar, karşı tarafın aynı gerekçelerle işlediği cinayetle sürer. Kan davasının başlamasından sonra davaya taraf aile üyeleri güçlü bir dayanışma içine girerler. işlenilen cinayetten aile üyelerinin her biri teker teker sorumlu tutulur. Bu davalarda genellikle ailelerin erkek üyeleri hedef alınır, kadın ve çocuklara yönelik cinayetlere az rastlanır. Fakat kan davasının aile sınırlarını aşarak aşiretler arası bir düşmanlığa dönüştüğü çevrelerde kadın ve çocukları da içine alan toplu cinayetler de görülebilir.

Kan davası, İslam öncesi Arap toplumunda en yaygın adetlerden birisiydi. Hak ve adaleti gerçekleştirecek bir hukuk ve toplum düzeninden yoksun olan cahiliye toplumunda kan davaları kabileler arası düşmanlık ve savaşların başlıca nedenleri arasında yer alıyordu. İslâm câhiliye dönemine ait bir çok adetle birlikte kan davasını ortadan kaldırdı; getirdiği insan ve toplum anlayışı ile adalet düzeni ile toplumsal bir afet olan kan davasını ortaya çıkaran nedenleri yok etti.

İslâm'a göre insan canı, malı, namusu, haysiyeti, tüm hak ve özgürlükleri ile dokunulmaz bir varlıktır. Hiç kimse hukuk dışı bir gerekçe ile insanın maddi ve manevi varlığına tecavüz edemez, hak ve özgürlüklerini kısıtlayamaz. Kaldı ki mü'minler bu tür davranışlar içine giremezler. Çünkü mü'minler, inançları gereği kardeştirler, birbirlerine karşı İslâm'ın öngördüğü kurallar dışında davranamazlar. Mü'minler bireysel ve toplumsal hayatlarında tam bir dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmak; İslâm'ın egemenliğini sağlamak yolunda ortaklaşa çaba harcamakla yükümlüdürler.

İslâm, getirdiği emir ve yasaklar, ahlaki ve toplumsal kurallar, hukuk ve adalet sistemi ile toplum hayatını inanç ve adalet temeli üzerine oturtu. Bu temeli zedeleyici davranışları yalnız bir hukuk ve ceza sorunu olarak değil, aynı zamanda bir inanç sorunu biçiminde tanımlayarak önlemler aldı, müeyyideler koydu. Sözgelimi mü'minlerin temel niteliklerden birisi haksız yere bir insanı öldürmektir (el-isra, 17/33). Çünkü böyle bir davranış tüm insanları öldürmek gibi ağır bir suçtur (el-Maide, 5/32). Buna rağmen böyle bir suça yönelen kişi karşısında çeşitli müeyyideler bulur. Bunların en önemlisi Ahiret hayatına ilişkin olandır. Kim bir mü'mini haksız yere ve kasıtlı olarak öldürürse, sürekli olarak kalmak kalmak üzere Cehenneme atılacaktır. Bu davranış Allah'ın gazabını, lanetini ve büyük bir azabı gerektirmektedir (en-Nisa, 4/92-93). Cinayetin dünyadaki karşılığı da, suçun misliyle cezalandırılması (kısas), eş deyişle öldürülmesidir. (el-bakara, 2/178)

Suç ve ceza arasındaki bu denklik, adaletin tam ifadesidir. Bu nedenle taraflardan birisine haksızlığa uğradığını düşünme imkanı vermez. Bu yüzden de intikam alma, onur kurtarma, adaleti yerine getirme gibi herhangi bir dürtü devreye girerek insanları etkileyemez. Burada taraflardan birisine, öldürülenin ailesine tanınan ikinci bir seçenek toplumsal barışın güçlendirilmesine yöneliktir. Bu da katilin bağışlanmasıdır. İkinci seçeneğin devreye girmesi durumunda katilin ailesi, öldürülenin ailesine belli bir kan bedeli vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük yerine getirildikten sonra aileler arasındaki düşmanlık başlamadan bitmiş, kardeşlik ve dostluk ilişkileri başlamış demektir. İslâm'ın kısas hükmü, adaleti yerine getirerek kan davasının ortaya çıkmasına, dolayısıyla daha birçok insanın haksız yere öldürülmesine engel olduğu için "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır; böylece korunursunuz" (el-Bakara, 2/179) buyurulmuştur. İkinci seçeneğin seçilerek suçlunun bağışlanması ise adaletten daha üstün bir erdemin ifadesidir ve düşmanlık duygularını sevgi ve dostluğa dönüştürür.

Kan davası, Türkiye gibi İslam'ın adalet ve hukuk düzeninden ayrılan toplumlarda yeniden ortaya çıkmış ve büyük toplumsal zararlara yol açacak boyutlara ulaşmıştır. Bunun başlıca nedeni suç ile ceza arasındaki niteliksel eşitsizlik ve cezanın adalet duygusunu tatmin etmekten uzak oluşudur. Bir insanı haksız yere ve kasıtla öldüren bir kişinin bir-kaç yıl sonra ortalıkla dolaşması, ister istemez intikam duygularını harekete geçirmekte, insanları adaleti bireysel olarak gerçekleştirmeye itmektedir. Katilin öldürülmesi ile başlayan kan davası, bütün önlemlere rağmen sona erdirilememektedir. Sözgelimi Türk Ceza Kanunu'nun 450. maddesinin 10. bendi kan gütme yoluyla cinayeti adam öldürme suçunun ağırlaştırıcı nedeni saymakta ve ölüm cezası getirmektedir. Kan gütme âdetinin önlenmesi amacıyla çıkarılan 3236 sayılı kanunda kan davasına taraf olan ailelerin Bakanlar Kurulunca belirlenen yerlere zorunlu naklini öngören hükümler içermektedir. Ne nar ki, olaya sonradan müdahale anlamı taşıyan bu önlemler kan davasının sürdürülmesine engel olamamaktadır. Çünkü bütün bu önlemler adaletin yerine getirilmesini sağlamaya değil, adaletsiz bir uygulamanın sürdürülmesi amacına yönelik müeyyideler niteliği taşımaktadır.

Ahmed ÖZALP


Konular