Şamil | Kategoriler | Konular
Ehl-ı sünnet
EHL-İ SÜNNET
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının
(r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol
ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş,
ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya
sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan,
nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine
tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek
onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat
ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.
"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade
edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı
iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır.
Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını
çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı
olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının,
sünnetin çeşitlerinin fıkhi
bağlayıcılıkları üzerindeki görüş
ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan
farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet
çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet"
daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla,
toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından
karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet
şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında
biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını
temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda
görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat
diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl
kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de
kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri
gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da
yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân,
3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır,
35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın
kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği
yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından,
bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.
Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması
için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi
usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun
izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu
sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir.
Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup
bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu
belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir
şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın
âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an)
ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice
şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara,
2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli
Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla
"sünnet" olarak kabul edilmiştir.
Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı
belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün
hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün
yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında,
inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar.
İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi
yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk
edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1).
Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize
yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün
bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir
hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride
ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı
olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır.
"Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an
yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin,
neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen
adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun,
dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından)
onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne,
6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).
İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir,
sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak
herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu,
kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir
misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet
onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.)
"Allah'ın, yaradılış şeklini
değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir
kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah
b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor
musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz
neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7;
Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).
Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını
emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir
buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları
doğru yola götüren gökteki yıldızlara
benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok
ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi,
hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini
(yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın,
âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden
sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır"
(Ebû Dâvûd, Sünne, 5).
Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında
şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan
muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah
razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için
ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler
hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş
budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan
gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara
uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder.
Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere
uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar:
"Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım
dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir"
(Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından
övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak
kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde
uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve
tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara
tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden
gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan
yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet
eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak
kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden
ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)
"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir
topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O
topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve
ashabımın yolunda olanlar" diye
cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:
"Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf
gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak
üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn
Mâce. Fiten. 8). Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu
benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk
olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).
Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını
emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde
ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat
kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye
cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan
ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte
şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten,
7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle
tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i
hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler
cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık
üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim
cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır"
(Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.
Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir
sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar
topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).
İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur
olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a
devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların
birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa"
(birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber
(s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete
alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak
Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan
olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni
soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler
öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti.
Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve
bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler
konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet
meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her
iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler
söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman
olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu,
onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet
meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu
meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük
uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin
çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın
birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde
aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin
ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim
en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam
Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar
hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk
defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir.
Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının
tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı
meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür.
Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat
edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah
söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I;
Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa,
34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine
dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte
bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin
olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî,
Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların
uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle
korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu
belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını
kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer
zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını
gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın
cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın
hükmünü sabırla beklemelidirler.
Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde
tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber
(s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye
etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin"
(en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler,
fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm
ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları
belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır
(İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah
(Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler
ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş",
haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri
tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı
Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı
grup) reddetmiştir.
Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan,
fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara
ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun
tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at
fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet,
ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis,
ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ
isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk
kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk
ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys
es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır
başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme"
"ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis"
şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk
hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve
ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu
isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından
"ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış
ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi
Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a
ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (İbn
Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31).
"Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına
da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin
"Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde
rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli
fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması
ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya
çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına
karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme
onların ortaya attığı meselelerin dini
cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm
cemaâtının tavır alma hareketidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle
buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya,
Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır.
Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün
hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır"
(Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten,
17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim
bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir
der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir.
Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara
ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı,
el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara
ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda
sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış,
bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı
cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd,
sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin
yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği,
sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet
akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble
olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye,
Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir.
Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam
yetmişiki fırkadır (Seyyid ?erif Cürcânî, et-Ta'rifât,
s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin
aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî
şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman
bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at
sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr,
bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı,
asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek
bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's)
veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul
etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi
fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ:
Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin
"O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi.
Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir
bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı
diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr
edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana
getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı
cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini
inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir
şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın
Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini
çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe
ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden
dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan
Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid
manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını,
şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını
ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil
bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta
sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki
delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir
edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin
kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin
müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı
mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır:
Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i
delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir.
Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin,
Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki
inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için,
itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir
mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya
isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya
isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir.
Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez.
İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar:
İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her
mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim
itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir.
Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka
itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde,
aralarında küçük farklar vardır. Bazıları,
aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir.
Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan
bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara
örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin
bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın
mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için
kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn
Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline
benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at
ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla
yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun
değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).
Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin
açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının
ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları
Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.
Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları;
Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba
ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan
yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî,
a.g.e, 1, 15).
İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi
mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve
Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i
hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl
ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin
seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir
(İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).
Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan
bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta
bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır.
Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile,
Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Şîa'nın ilk ortaya çıkışında
şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez.
İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip
etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman
gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı
sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır.
Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk
defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri
de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul
ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.
Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci
yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen
siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler
arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için
ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler,
ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî
(110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki
sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını
ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu
ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in
selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû
Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324),
sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel
role sahiptirler.
İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında
siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde,
Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar,
zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu
rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara
sebep olmuştur.
Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla
bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak
hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa
uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı
farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat
sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu,
lâfzîdir.
Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak
bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret
buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve
tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere
dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu
gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi.
Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı
itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli
yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi.
Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail
Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).
Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî,
İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün
er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn
Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle
güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i
mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete
aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun
gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık,
mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.
Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye
ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır.
Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve
teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin
mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz
Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş
üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde:
"İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru
sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile
gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve
Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı
Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih
nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti
sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü
Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.
Maturidîler ile Eş'ariler arasında da
bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten
elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm
İlmi, 146).
Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı
olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar.
Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler
bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin
önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu
itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi
ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise
genelde Selefîdirler.
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel,
Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir
el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli,
Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i
sünnetin önde gelen simâlarıdır.
İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye
gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda,
Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre
çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük
çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret
bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.
Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet
sekiz zümreden meydana gelmektedir:
1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen
kelâm âlimleri,
2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük
müctehid fakihler ve mensupları,
3- Muhaddisler,
4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve
edebiyat âlimleri,
5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan
kıraat imamları ve müfessirler,
6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate
bağlı tasavvuf ehli,
7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman
mücahidler,
8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı
memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak,
s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).
İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu
oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep
değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen
Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.
İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur.
Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı
Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece
biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).
Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre,
Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin
üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu,
Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve
soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika
yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir
şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu:
"Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun
yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm,
6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa
sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet
yolu olduğunu belirtmiştir.
İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle
özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle
ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası,
ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin
ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen
budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe,
mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l
cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri
ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici
cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye,
586-588).
>>>>>