Şamil | Kategoriler | Konular
çalısmak
ÇALIŞMAK
Bir iş meydana getirmek için zihnî ve bedenî güç sarf etmek, gayret etmek, uğraşmak.
İslâm nizamı dengeli bir nizamdır. İnsanı iki âlem için hazırlamaktadır. Bunlardan biri ahiret hayatı, diğeri dünya hayatıdır. İlk olarak insanın kalbini doğrudan ebedî hayatın devam edeceği ahirete bağlayarak Allah'a kulluğa yönlendirirken; diğer taraftan bu dünya hayatının nimetlerinden de payını almasını engellemez. Hatta bunu teşvîk eder ve ubûdiyetin diğer yüzü olarak insanlara benimsetir. İslâm, insanı ilâhi mükellefiyetlerle yükümlü kıldıktan sonra hayatı yok edecek ve ihmale uğratacak aşırı çekingenlikten alıkoyarak dünya nimetlerinden faydalanmaya teşvîk eder.
Gerçekten de Allahu Teâlâ, hayatın güzelliklerini insanlar ondan faydalansın ve yeryüzünde çalışarak onu elde edip hayatın gelişmesini ve ilerlemesini sağlasınlar; böylelikle insanoğlunun yeryüzündeki halifelik görevi yerine gelsin diye yaratmıştır. Ancak bu nimetleri elde etmek için çalışmak emredilmiş ve asıl gaye olarak yine ahireti elde etmek gösterilmiştir. Yani hedef dünya için çalışmak değil; dünyada da ahiret için çalışmak olmalıdır. Aklını kullanan bir insan için bu, en geçerli gayedir. Bu ebedî rahatlığa ve refaha kavuşma gayesidir. Bu gayeye ulaşmak için çalışmak farzdır.
Geçimini sağlamak için çalışıp helâlinden kazanma farzdır. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Geçim için çalışıp helâlinden kazanma farzdır." (Keşfu'l-Hafa, II, 46) buyurmuştur. İslâm'da kazancın en muhterem olanı el emeğinin mahsulü olandır. Zira Rasûlullah (s.a.s.): "Kişi kendi elinin emeğinden daha temiz bir kazanç elde etmemiştir. " (İbn Mâce, Ticârât, I) ve "Hiç kimse elinin erneğinden daha hayırlı bir şey yememiştir. Allah'ın peygamberi Davut (a.s.)da elinin emeğinden yerdi. " (Buhârî, Büyu, 15) buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm insandaki üretici ve değiştirici güce, yani emeğe büyük bir değer verir: Buna göre insanın kâinat içerisindeki yerini önce onun imanı ve Sonra emeği tayin eder. Kişinin sorumluluğunu gerçekleştiren de onun değerini tayin eden de emektir: "Ve gerçekten de insan ancak kendi çalıştığını elde eder ve yine Şüphesiz onun emeği kendisine pek yakında gösterilecektir. " (en-Necm, 53/39) âyeti bunu ifade etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), çalışmayı ve bununla kişiye muhtaç olanları geçindirmeyi, Allah yolunda cihat etmek veya gündüzün oruç tutmak, geceleyin de namaz kılmak ile eşdeğer tutmuştur. (Buhari, Nefekât, 1)
Çalışmak ve emek sarf etmek, sadece kişisel yahut ailevî ihtiyaçları gidermeye yönelik bir gayret ve mesai değil; aynı zamanda toplumsal üretimi ve refahı artıran mühim bir unsurdur. İnsanlara fayda sağlayan herhangi bir işte çalışan kimse, aynı zamanda toplum için de çalışmaktadır. Bu görev ihmal edildiğinde toplum için zararlı sonuçlar doğacağından, Allah huzurunda bütün toplum sorumlu olur. Bunun için İslâm cemiyeti ve İslâm devleti, her türlü işin erbabını yetiştirmekle yükümlüdür.
Bir müslümanın, kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmeğe, borçlarını ödemeğe yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır.
Fakirlere yardım, gariplere iyilik için yeterli miktardan fazla kazanmak İslâm'ın övdüğü, güzel gördüğü bir şeydir. Böyle bir kazanç nafile ibadetten daha faziletlidir. Çünkü bunun faydası toplumun bütün bireyleri içindir.
Lükse ve ihtişamâ kaçmamak şartıyla huzur içinde yaşamak, rahat etmek ve fazlasını Allah yolunda hak sahiplerine infak etmek için daha fazla kazanmak mübahtır.
Halka gösteriş yapmak, kendini onların üstünde görmek, lüks içinde yaşamak için yapılan çalışma helâl yollardan bile yapılsa, bu yolla elde edilen kazanç haramdır. İnsanlara karşı servetiyle, mevkiiyle gururlanan kimseler, dünyada ve âhirette ağır sorumluluk altındadırlar.
İslâm, Allah'ın insanlara verdiği malı normal yollarla harcamalarını yasaklamaz. Fakat her işte plânlı ve itidalli davranmalarını emreder. Hepsinden evvel de kendilerine o nimeti veren, çalışma gücü yaratan Allah'ı gözetmelerini, âhireti gözönünde bulundurarak huzur-u ilâhide hesaba çekileceklerini düşünmelerini sağlar.
İslâm, kendisine çalışıp mal kazanan kimseyi takdir eder. Bu malın Allah tarafından çalışmasının karşılığı olarak çalışana verildiğini bilmelerini insanlara telkin edip, o malı veren gerçek nimet sahibini ve onun verdiği nimeti unutan, bu yüzden şükretmesini bilmeyen azgın ve şımarık kimseler gibi olunmaması konusunda da ikazlarda bulunur:
" Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsân ettiği gibi sen de ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk yapma. Doğrusu Allah, bozguncuları sevmez. " (el-Kasas, 28/77).
Bilindiği gibi, zenginlerin matında fakirlerin hakkı vardır. Böylece mal, zenginlerin elinde toplanıp birikerek bir güç haline gelmemelidir. Eğer çalışıp kazanılan maldan ihtiyaç sahipleri gözetilmez ise, yeryüzünde bozgunculuk ortaya çıkar, buna da mal sahipleri sebep olmuş olur. Çevrelerinde ihtiyaç sahipleri bulunurken, zenginler mal biriktirirlerse herkesin huzuru kaçar ve hayatın çeşitli sahalarında fesat başlar.
En güzel ve en helâl kazanç, cihatta elde edilen ganimettir. Müslümanlar, gerektiğinde İslâm için cihat etmek zorundadırlar. Bu cihadın alanı, gereğine göre genişler, eli silâh tutan müslümanların bir kısmına, yetmezse hepsine yönelik bir farz olur.
Cihat sonucunda müslümanların galip gelip ganimet malları elde etmeleri en faziletli bir kazançtır. Bu mallar devlet tarafından mücahitler arasında bölüştürülür. Bu malları mücahidlerin kendileri alarak devlete teslim etmeleri, düzensizlik doğuracağı ve diğer mücahidlerin ve devletin haklarına muhalif olduğu için helâl değildir.
Cihat yoluyla kazanç en faziletli olmasına rağmen, genellikle toplumun her kesimini kapsamayan geçici bir kazanç yoludur. Temel ekonomik faaliyetler ve kazanç-geçim yolları; ticaret, ziraat ve sanayidir.
Cihaddan sonra en faziletti kazanç yolu olarak ticaret, başka bir görüşe göre ziraat kabul edilmiştir. Ticaret, refahı ve gelişmeyi sağlar. Fakat ticaret çok sorumluluğu olan ve haramlara düşme ihtimalinin fazla olduğu bir meslektir. Bunun için çok dikkatli olmak gerekir. Bu zorluğa rağmen ticaret yoluyla helâl kazanç elde etme çok faziletlidir. Bunun için Hz. Peygamber: "Doğru tüccar kıyamet gününde Allah'ın arşının gölgesindedir. " ve "Doğru, emin bir tacir peygamberler, sıddıklar, Şehitler ile haşrolur. " (Keşfu'l-Hafa, I, 294) buyurmuştur.
İslâm'da ziraat da mühim bir kazanç yoludur. Zira ziraat, temel ihtiyaçları gideren bir ekonomik faaliyettir. İnsanın beslenme ve giyinme ihtiyaçları, öncelikle ziraî üretimle karşılanır. Toprağın verimini artan ihtiyaçlara göre yükseltmek, bunun için teknik ilerlemeleri ziraate tatbik etmek İslâm devletinin görevlerindendir.
Hz. Peygamber bir hadisinde zirai faaliyetleri teşvik etmiştir: "Rızkınızı yerin derinliklerinde arayınız. " (Keşfu'l-Hafa, I, 138) Bu emir aynı zamanda madenciliği de teşvik etmektedir.
İslâm'da sanat, zanaat ve sanayi makbul bir kazanç yoludur. Bu faaliyetler toplum için faydalı üretîmlerde bulunurlar. Özellikle savunmanın güçlenmesi sanayiin güçlenmesine bağlıdır. Bu, günümüzde daha çok önem kazanmıştır.
İslâm'ın en çok muteber gördüğü kazanç yolları bunlardır. Hiç şüphesiz bu kazanç yollarının önem dereceleri zamana ve ihtiyaçlara göre değişebilir.
İslâm'da çalışmadan, dilenerek geçinmek yasaktır. Çalışabilecek durumda olan kimsenin dilenmesi haramdır. En kötü şartlar altında dahi çalışma, başkalarına yük olmaktan üstündür: "Kişinin sırtında odun taşıyarak geçimini sağlaması, versin veya vermesin birisinden bir şey istemekten daha hayırlıdır. " (Buharî, Büyu 15) hadisi buna işaret eder.
Birisinden bir şey istemek ancak üç durumda helâl kabul edilmiştir.
a) Kan diyeti borcunun ödenememesi,
b) Borçlunun borcunu ödemekte çaresiz kalması,
c) Çok fakir olması. (Müslim, Zekât, 109; Ebû Dâvûd, Zekât, 26).
Çok fakir olmaktan kasıt, bir günlük nafakası olmamaktır. Zira bir günlük nafakası olanın dilenmesi helâl değildir. Çalışmaktan aciz olan kişinin kimseden bir şey istemediğinden dolayı açlıktan ölmesi, onu sorumlu kılar. Böyle bir halde dilenmek zillet sayılmaz. Zillet, böyle fakirleri arayıp soruşturmayan toplum içindir. Böyle bir fakirin durumunu öğrenen herhangi bir müslümanın onu yedirmesi farzdır. Bu görev yerine getirilmezse bu hale vâkıf olan müslümanlar toptan sorumlu ve günahkâr olurlar.
Şâmil İA