Şamil | Kategoriler | Konular
Malik b. enes
MÂLİK B. ENES
Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebi Âmir el-Asbahî.
Mâliki Mezhebinin imamı, Muhaddis ve mutlak müctehid.
İmam Mâlik, Medine'de doğmuştur. Onun
doğum tarihi hakkında, Hicrî 90'dan 98'e kadar değişen
farklı rivayetler vardır. Ancak, yaygınlıkla kabul
edileni 93 (711-712) tarihinde doğmuş olduğudur (Ömer Rıza
Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, Beyrut (t.y.), VIII, 168; ayrıca bk.
Suyutî, rezyinü'l-memalik, 7)..
İmam Mâlik'in ailesi aslen Yemenli olup, dedesi
Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen
valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine'ye gelip yerleşmiştir.
Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Şüreyk
el-Ezdî'dir.
İmam Mâlik'in dedesi Medine'ye yerleştikten
sonra, Kureyşe mensup Benû Teym b. Murra kabilesi ile hısımlık
kurarak, bu kabile mensuplarıyla dostluk (velâ) akdetmiş ve
gerektiğinde onlardan yardım görmüştür.
İmam Mâlik'in ailesi, Medine'ye yerleştikten
sonra ilimle meşgul olmuş, özellikle hadisleri toplamaya ve
Ashab'ın fetvalarını öğrenmeye büyük önem vermişlerdi.
Dedesi Mâlik b. Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a),
Osman (r.a), Talha (r.a) ve Aişe (r.anh)'dan hadis rivayet
etmiştir.
İmam Mâlik, babasından sadece bir hadis
rivayet etmiştir. Bu da, babasının hadisle fazlaca
meşgul olmadığını göstermektedir. Ancak amcası
Süheyl hadis âlimlerinden olup, İsmail b. Cafer'in
hocasıdır. Ayrıca, ez-Zuhrî de ondan ders okumuştur.
Onun Nadr ismindeki kardeşi de hadis tahsil etmişti. İmam Mâlik,
hadis derslerine başladığı zaman, bu kardeşinin
şöhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'ın kardeşi) diye çağrılmakta
idi. Daha sonra, İmam Mâlik, hadiste onu geçmiş ve
kardeşi ona nisbet edilmeye başlanmıştır.
Hulefâ-ı Râşidîn devrinde Medine, Ashab'ın
ileri gelen âlimlerinin bir arada bulunduğu ve ilim tahsilinin
zirvesine ulaştığı bir merkez konumundaydı. Emevîler
devrinde ise Medine, çoğalan fitnelerden ve idarecilerin zulmünden
kaçan bir takım âlimlere sığınılacak bir yer görevi
görmeye başlamıştı. Ayrıca, Tabii'nin çoğu
Medine'de oturmakta, Ashab'ın rivayet ve fıkhını,
etraflarını halkalayan ilme susamış talebelere
aktarmakta idiler.
İmam Mâlik, kendini tamamen ilme vermiş bir
aile muhitinde büyümüş ve çok canlı bir ilmî hareketliliğin
yaşandığı Medine'de ilim tahsil etmeye
başlamıştı. Böyle bir çevrede bulunması ona,
çağın en ileri seviyesindeki alimlerden ders okuma imkânını
vermişti.
İmam Mâlik önce, Kur'an-ı Kerîm'i hıfz
etmiş, peşinden de hadisleri ezberlemeye başlamış
ve bilhassa annesinin teşvik ve yönlendirmeleri ile Medine'nin
büyük ve meşhur âlimlerinden Rabia b. Abdurrahman'ın ders
halkalarına katılmıştı (Muhammed Ebu Zehra,
İmam Mâlik, Terc. Osman Keskioğlu, Ankara 1984, 30).
Daha sonra o, bir şeyler öğrenebileceği
bütün âlimlerin yanına gitmeye ve onlardan hadis, sahabelerin
fetvaları ve fıkıh konularında istifade etmeye
başlamıştı.
Yüze yakın âlimden yararlanan İmam Mâlik'in
yetişmesinde, fikrî ve ilmî yapısının
oturmasında, başta Abdurrahman ibn Hürmüz, Rabîa,
Şıhab ez-Zührî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz.
Ömer (r.a)'ın azadlısı Nâfi'in büyük katkıları
olmuştur.
İbn Hürmüz, hadis ve şer'î ilimlerde söz
sahibi bir âlim olup, ayrıca zamanın bütün fikrî, siyasî
gelişmelerini takip eden ve onların iç gerçeklerine nüfûz
eden bir kültür genişliğine sahipti. O, İmam Mâlik'e
çok şey öğretir ancak, maslahata uygun görmediği için
bunlardan çok azını açıklamasına müsaade ederdi.
İbn Hürmüz, sorumluluğundan korktuğu için, Mâlik'ten,
hadislerin senedinde kendi adını zikretmemesini istemişti.
İmam Mâlik, Hz. Ömer (r.a) ile Abdullah b.
Ömer'in fıkhını ve fetvalarını, Nafi'den öğrenmişti.
Ebu Davud, Malik'in Nâfi'den, onun da İbn Ömer'den rivayetini senet
yönünden en sağlam olanı kabul eder.
İmam Mâlik, yetişip olgunlaştıktan
sonra, fıkıhta hocası olan Rabianın bazı görüşlerini
tenkit etmeye başladı. Bundan sonra o, Rabianın derslerini
bırakıp, Zührî'nin hadis derslerine devam etti. Ancak, onun fıkhî
görüşlerinde, Rabia'nın büyük tesiri vardır.
Bundan sonra o, Zühri'nin dersi dışında
evine kapanıyor, o zamana kadar kağıtlara kaydettiklerini
derleyip toparlamaya çalışıyordu.
Ayrıca İmam Mâlik, Cafer-i Sadık'ın
derslerini hiç bir zaman kaçırmazdı. Onun ilmine, zühd ve
takvasına hayranlık duymakta idi. İmam Mâlik onun hakkında;
"Abdesti olmadan hadis rivayet etmez, Hz. Peygamberin adı
anılınca yüzü sararırdı" demektedir.
O, Medine'nin ilmini tamamen öğrendiğine
iyice kanaat getirmeden ders vermeye başlamadı. Medine'de
bulunan âlimlerin çoğunun kendisini ders verme hususunda yeterli görmesini
açıklamalarından sonra güvenilir ravilerden aldığı
hadisleri insanlara öğretmek, fetva soranların problemlerini
halletmek ve etrafında toplaşan öğrencilere dersler vermek
zorunluluğunu hissetmiştir. İmam Mâlik bu konuda şöyle
söylemektedir: "Her aklına esen mescitte oturup ders veremez.
Âlimlerden yetmiş kişinin beni yeterli görmesine kadar ben,
ders ve fetva vermekten kaçındım". İmam Mâlik ayrıca,
hocaları Zührî ve Rabia'ya, ders verip veremeyeceğini sorup
olumlu cevap aldıktan sonra bu işe
başlamıştır.
İmam Mâlik, derslerini Mescid-i Nebî'de vermeye
başlamıştı. Ancak sonraları idrarını
tutamama (prostat) hastalığına yakalanınca mescite
gelmez olmuş ve derslerine evinde devam etmeye
başlamıştır. O, Mescid-i Nebî'de ders okuttuğu
zaman, Hz. Ömer (r.a)'in ders okuturken oturduğu yere oturmaya özen
göstermiştir. Burası Resulullah (s.a.s)'in mescitte
oturduğu yerdir. Ayrıca Medine'de Abdullah b. Mesud'un
oturduğu evde ikamet ederek, onların hatırasını
zihninde canlı tutmayı arzulamış ve Ashab'ın
yaşadığı manevî atmosferi hissetmeye çalışmıştır.
İmam Mâlik'in dersleri, hadis ve fıkhî
meselelerle verdiği fetvalar şeklinde cereyan ederdi. O, vuku
bulmuş olaylara fetva verir ve değerlendirmelerde bulunurdu.
Vuku bulmamış, farazî olaylar için kesinlikle bir görüş
beyan etmezdi. Bu da İslâm hukukunun en önemli özelliğidir.
Hastalığının ilk dönemlerinde,
mescite namaza gelir, sonra evine dönerdi. Bir zaman sonra namazlara
gelemez olmuş, daha sonra cuma namazı için de evinden çıkamaz
hale gelmişti. Bu durumunu soranlara hastalığını,
ta ölüm döşeğine yatana kadar söylememiştir.
İmam Mâlik, ilimde olgunlaşıp dersler
vermeye başladıktan sonra, bilgilerini daha da
derinleştirmek ve farklı fıkhî görüşleri,
incelikleriyle kavrayabilmek için âlimler ile ilişkisini yoğun
bir şekilde sürdürmüştür. Hacca gelen âlimlerle görüşüp,
onlarla ilim alışverişinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu
Hanife ile de görüşür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onların
bu görüşmeleri gayet nezih bir şekilde cereyan eder ve herbiri
diğerinin fıkıhtaki üstünlüğünü överdi. Bunun
gibi o, Keys, Evza'î, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Hammad vb. çağın
seçkin âlimleri ile ilmî sohbetlerde birlikte olur, onlarla bir araya
gelme fırsatı bulduğunda bunu hiç bir zaman kaçırmazdı.
İmam Mâlikin yaşadığı dönem, Medine'nin ilim,
inceleme ve araştırmaların odağı olduğu bir
dönemdi. Bunun sebebi, Resulullah (s.a.s)'in mescidinin ve kabrinin
burada bulunması dolayısıyla İslam
coğrafyasının her tarafından, farklı fıkhî
ekollere mensup âlimlerin, her hac mevsiminde buraya akın akın
gelmeleri idi.
İmam Mâlik ayrıca, ilmini yenilemek ve
asrının diğer fakihlerinin görüşlerini öğrenmek
için mektuplaşma yolunu da kullanıyordu. O, görüşme imkânı
olmayan uzak şehirlerdeki âlimlere mektuplar yazar, değişik
konulardaki görüşlerini sorar ve kendi değerlendirmelerini
onlara iletirdi.
İmam Mâlik keskin bir zekâ ve kuvvetli bir hafızaya
sahipti. Bu da ona, dinlediği hadisleri kolayca ezberleme ve
fıkhî konulara rahatça nüfuz edebilme imkanını
sağlıyordu. Hadisleri sağlam ravilerden kusursuz olarak
bellemiş olduğu halde, bir maslahat görmedikçe hadis rivayet
etmezdi. Hadis nakletmenin sorumluluğu onu sıkıntıya
sokar ve naklettiği her hadisi için; "Onları
nakletmektense herbiri için bir kırbaç yemeyi yeğlerdim"
demekte idi.
Sadece Allah Teâlâ'nın rızasını
kazanmak için ilim tahsil etmiş, hayatı boyunca takva yolunu
terketmemiştir. Ona göre ilim bir nurdur ve ancak huşu ve takva
sahibi bir kalpte yerleşebilir. Fetva verirken yavaş hareket
eder, iyice düşünür, soran kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve
tesbit ettikten sonra cevap verirdi. O fetva konusunda hiç bir şeyin
kolay olamayacağı görüşünde olup, helâl ve haram ile
ilgili her meselenin zor olduğunu söylerdi. Din konusunda kimseyle
tartışmaya girmez, insanlar arasında kin tohumları
ekeceği için bunu çok kötü bir davranış olarak
değerlendirirdi.
İmam Mâlik, bedenen heybetli bir yapıya
sahipti. İlim ve büründüğü takva elbisesi onun bu heybetine
manevî bir yön katıyordu. Onun bakışlarından herkes
etkilenir, insanlara büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yanında
küçülür ve ona saygı gösterirlerdi.
İmam Mâlik'in babası ok imalatçısı
idi. Ancak, İmam Mâlik'in bu mesleği isra ettiğine dair
herhangi bir bilgi mevcut değildir. Kardeşi hem hadis okur, hem
de ticaretle uğraşırdı. İmam Mâlik'in de bir
miktar sermayesi kardeşi tarafından çalıştırılmakta
idi. Buna rağmen onun, öğrencilik yıllarında biraz
maddî sıkıntı çektiği
anlaşılmaktadır.
İmam Mâlik'in yaşadığı dönem
fikrî ve siyasî fitnelerin zirvesine ulaştığı bir dönemdir.
O, hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yaşamıştır.
Ömer b. Abdülaziz'i takdir eder ve onu ümmetin işlerini
hakkıyla yerine getirmeye çalışan adil bir halife olarak görürdü.
Ancak o, ne tahtlarını korumak isteyen hükümdarlara taraf olmuş,
ne de ayaklanmalarına meşru zemin oluşturmak isteyen
isyancı gruplara destek vermiştir. Her zaman gerçekleri yaymaya
gayret göstermekle birlikte, anarşinin, müslüman kitleleri perişan
ederek fitne ve fesadın yaygınlaşmasına sebeb
olacağını düşündüğü için o, isyanları
tasvip etmemiştir. Bununla birlikte gayrimeşru bir şekilde
ümmetin başına gelen yöneticileri de onaylamamıştır.
Bu yüzdendir ki o, bir defasında takibata uğramış ve
Abbasiler'in ikinci halifesi Ebu Cafer el-Mansur'un Medine valisi
tarafından kendisine işkence yapılmıştır.
Buna sebeb olarak da, zorlama ile yapılan bey'atın geçersizliğine
fetva vermiş olması gösterilir (Ebu Zehra, a.g.e., 77). Bu işkenceler
sırasında, o kırbaçlanmış ve kolu çekilmek
sûretiyle sakatlanmıştır.
Ancak daha sonra Mansur, bu olaydan haberi
olmadığını ve bu işi yapan valisini
cezalandırdığını söyleyerek ondan özür dilemiş,
İmam Mâlik de onu bağışlamıştır
(İbnü'l-İmâd el-Hanbeli, Şezerâtuz-Zeheb, Beyrut t.y.,
I, 290).
O, halife ve idarecilere, Hac için Medine'ye
geldikleri zaman, halkın menfaatı ve selâmetini gözetip hak ve
adalet üzere yürümelerini öğütler, ayrıca yüz yüze görüşme
imkânı olmayanlara da mektuplar göndererek onları ıslah
etmeye çalışırdı. Bununla beraber o, emir ve hükümdarlardan
daima uzak durmuştur. Fakat, samimiyetine inandığı
idarecileri derslerine kabul etmiştir. Harun er-Reşid bunlardan
biridir. Harun er-Reşid'in İmam Mâlik'in evindeki dersler esnasında
sultanların tavrıyla davranmaya kalktığında
İmam Malik ona, ilmin her türlü dünya makamından üstün olduğunu
ve yücelmenin ancak ilme saygıyla mümkün olabileceğini
anlattığında tahtından inmiş ve öteki öğrencilerin
arasında onun derslerini dinlemeye devam etmiştir
(İbnu'l-İmad el-Hanbeli, a.g.e., I, 291).
İmam Malik'in hastalığı
ağırlaşıp, vefat edeceğini
anladığında o zamana kadar gizlediği
hastalığını ve gizleme sebebini dostlarına şöyle
açıklıyordu: "Eğer hayatımın son günleri
olmasaydı size bildirmeyecektim. Benim hastalığım
idrarımı tutamamamdır. Peygamberin mescitine tam abdestli
olmaksızın gelmek istemedim. Rabbime şikayet olmasın
diye de hastalığımı kimseye söylemedim" (Ebu
Zehra, a.g.e., 286). İmam Malik, Hicri 179 yılında
Rabiulevvel ayının on dördüncü günü vefat etmiştir.
Safer ayında öldüğüne dair rivayetler de vardır.
Cennetu'l-Bakî mezarlığına defnedilmiştir (Ömer Rıza
Kehhâle, Mu'cemu'l-Müellifin, Beyrut, t.y, VIII, 168).
O, hem bir hadis âlimi hem de büyük bir fakihti.
Onun devrinde ortaya çıkan siyasî ve itikadî fitneler halkın
akaidini tehdit eder hale gelmişti. İmam Malik böyle bir
ortamda, Sünnet çizgisine sımsıkı sarılarak,
insanları sapıtıp delâlete düşmekten kurtarmak için
var gücüyle çalışmıştır. Ona göre
İslam'ı yaşamak, Resulullah'ın sünnetine ve peşinden
gelen Raşid Halifelerin uygulamalarına tabi olmakla mümkündür.
Medinelilerin ameli onun için uyulmaya, ahad haberden daha lâyıktır.
Çünkü Resulullah (s.a.s), Medine'de yaşamış ve
Medineliler, yaşayışını ona
uydurmuşlardı. Dolayısı ile Medineliler'in
yaşayışı Sünnetin amelî şekilde rivayetidir.
Bu, onun fıkıh usulünde de açıkça görülür. Kitap ve
Sünnet'ten sonra delil olarak Medineliler'in amelini alır (bk. Malikî
Mezhebi Mad).
İmam Malik, imanın kalben tasdik, dil ile
ikrar ve amel olduğunu söylerdi. Bu söylediklerini Kur'an'a ve
hadislere dayandırırdı. Yine hakkında ayet
bulunduğu için imanın artabileceğini söyler, eksilmesi
hakkında susardı. Kader, büyük günah, Kur'an-ı Kerim'in
mahluk olup olmadığı ve ru'yetullah konularında sahih
Ehli sünnet ulemâsı ile aynı görüşleri
paylaşmaktadır. Yalnız, o, Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve
Osman (r.a)'ın fazilet sıralamasındaki üstünlüklerini
kabul ettiği halde, Hz. Ali (r.a) hakkında, diğer âlimlere
muhalefet etmiş, onu Hulefâ-i Râşidînden saymamıştır.
Buna sebeb olarak da, hilâfeti isteyenle istemeyenin bir olamayacağını
gösterirdi.
İmam Malik'in fıkhı, öğrencileri
tarafından hazmedilip daha onun sağlığında
Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika'da yayılmaya
başlamış, oradan da Endülüse ulaşmıştır.
İmam Malik'in ilimdeki büyüklüğü hakkında
onun önünde diz çökmüş ve ilminden feyz almış büyük
fakîh İmam Şafiî şöyle demektedir: "Malik, Allah
Teâlâ'nın, Tabiinden sonra kullarına karşı hüccet
olarak gönderdiği bir insandır" (Suphi es-Salih, Hadis
İlimleri ve Hadis İstilahları, Terc. Yaşar Kandemir,
Ankara 1981, 330).
Hayatı boyunca Medine'den başka bir yere
gitmeyen İmam Malik, Resulullah (s.a.s)'e olan aşırı
sevgi ve saygısından dolayı, Medine'de bir defa olsun at
sırtında dolaşmamıştır.
Muvatta'ı:
O bir çok kitap tedvin etmiş olup, bunlar
arasında en önemlisi Muvatta adlı eseridir. İmam Malik bu
kitaba Hicaz'ın en sağlam ravilerinin hadislerini almaya özen
gösterdi. Ayrıca sahabe sözlerine ve Tabiin fetvalarına da yer
vermiştir.
Hadis külliyatı içerisinde ilk tedvin edileni
Muvatta'dır. İstisnaları olmakla birlikte, bu zamana kadar
çeşitli sebeplerden dolayı hadislerin yazılması
tasvib edilmiyordu. Hadisler, kendilerini bu yola adamış
muhaddislerin hafızalarında muhafaza ediliyordu. Ancak bir zaman
sonra, bir takım insanlar, menfaatlerini veya
fırkalarının haklılığını
ispatlamak vb. sebeblerden dolayı hadis uydurmaya
başlayınca, sahih hadislerin yazılarak tesbit edilmesi
zarureti ortaya çıktı. Bu durumu Şıhab ez-Zuhri;
"Doğu tarafından, duymadığımız hadisler
gelmeye başlamasaydı ne bir hadis yazar, ne de
yazılmasına izin verirdim" sözüyle açıklığa
kavuşturmaktadır.
Ömer b. Abdülaziz, muhtemelen âlimlerle istişare
ederek, hadislerin tedvin edilmesini, valilerine gönderdiği
talimatlarla resmen emretmişti. O, âlimlerin ölümleriyle ilmin ve
hadislerin kaybolmasından endişe etmekteydi. İlk olarak böyle
bir işe girişip, Halifenin isteğini yerine getiren,
İmam Malik'in hocası Şihab ez-Zûhrî olmuştur. Fakat,
Ömer b. Abdulaziz, arzuladığı tedvin işinin sonuçlarını
göremeden vefat etmişti.
Mansur işbaşına geçince, o da Ömer b.
Abdulaziz gibi, Medine ilminin toplanıp tedvin edilerek, yazıyla
muhafaza altına alınması için çalışmalar
yapılmasını istedi. Ancak o, selefi Ömer b. Abdulaziz gibi
bütün eyaletlerdeki ilimlerin derlenip toparlanmasını düşünmemiş,
sadece Medine'deki hadislerin ve fıkhî görüşlerin tedvinini
istemişti. Mansur'un böyle bir işe girişmesinin sebebi
âlimlerin ölümleriyle ilmin zayi olması endişesinden
kaynaklanıyordu. Onun düşüncesi tamamen idarî maksatlara
yönelik olup, ülkenin her tarafındaki mahkemeleri ve
yargıyı birleştirerek tevhid-i kaza'yı gerçekleştirmek
istiyordu. İmam Malik onun, Medine'nin ilmini tedvin etme
isteğini yerine getirdiğinde ortaya Muvatta adlı eseri çıkmıştı.
Ancak İmam Malik, Mansûr'un, ülkenin her tarafındaki
insanların Muvatta'a uymalarını sağlamak isteğine
kesin bir tavırla karşı çıkmıştı. Bu
da gösteriyor ki, onun Muvatta'ı kaleme almasının yegâne
sebebi, Mansur'un bu yoldaki arzusu değildir. O, Medine'deki sahih
hadisleri, sahabe sözlerini ve Tabii'nin fetvalarından tercih
ettiklerini toplayarak onların unutulup gitmesini önlemek ve sonraki
nesillere sağlıklı bir şekilde intikal etmesini
sağlamak istemiştir. Mansûr'un isteği bu konuda ancak
teşvik edici bir rol oynamış olabilir. Zira o, daha sonra
gelen Mehdi'nin ve Harun er-Reşid'in, Mansur'un isteğine benzer
taleplerini de aynı şekilde reddetmiştir.
İmam Malik onlara şöyle diyordu:
"Ashab-ı kiram fer'î meselelerde ihtilâf
ettiler ve onlar bu ihtilâflarıyla birlikte her tarafa
dağıldılar. Herkes kendine göre isabetlidir. Ulemânın
ihtilâfı ümmet için bir çeşit rahmettir. Her biri kendince
sahih olana uyuyor. Hepsi hidayet üzere olup, sadece Allah Teâlâ'nın
rızasını istemektedirler" (Ebu Zehra, a.g.e., 218).
İmam Malik, hadisleri çok titiz bir tenkit
süzgecinden geçirdikten sonra rivayet ederdi. Rivayet ettiği
hadisleri sürekli araştırır; ravide bir kusur bulur veya
hadis şaz çıkarsa onu hemen terkederdi. Muvatta'ı ilk
yazdığında on bine yakın hadisi rivayet etmiş
olmasına rağmen, her sene onu tetkik ederek bir kısım
hadisleri çıkarmış, neticede Muvatta oldukça küçülmüştü.
Onun bu durumunu bazı öğrencileri şöyle dile
getirirlerdi; "Herkesin ilmi çoğalıp artıyor;
Malik'in ilmi ise noksanlaşıp eksiliyor" (a.g.e., 221). Bu,
onun ilmi naklederken ne kadar titiz davrandığını göstermektedir.
Görüldüğü gibi Muvatta'da bulunan hadisler
çok sayıda hadis arasından süzülerek seçilmiştir. Bu yüzden
hadis tenkidcileri ondaki hadisleri istisnalar hariç sahih kabul
etmektedirler.
Muvatta'ı, Kütüb-i Sitte'nin altıncısı
olarak kabul edenlere göre derece itibarıyla Sahihayn'dan sonra
gelmektedir.
Ancak, bir kısım muhaddisler, ondaki mürsel
hadislerin ve Tabiin fetvaları ve fıkhî görüşlerin
çokluğunu ileri sürerek Muvatta'ın daha çok bir fıkıh
kitabı olduğunu söylemişlerdir (Sûphi es-Salih, a.g.e.,
99).
İmam Malik'in, Peygamber (s.a.s), Ashab ve
Tabiinden yaptığı rivayetlerin sayısı bin yedi yüz
yirmi kadardır. İbn Hacer, Muvatta'ı sahih kabul eder.
İbn Hazm, Muvatta'daki beş yüz hadisin müsned, üç yüz
hadisin de mürsel olduğunu ve yetmiş civarınıda da
Malik'in bizzat onlarla amel ermeye terketmiş olduğu hadis
âlimlerinin zayıf olarak değerlendirdiği diğer
bazı hadislerin bulunduğunu söylemektedir (Ebu Zehra, a.g.e.,
227).
Âlimler arasında, Muvatta'daki hadislerin
sıhhat dereceleri hakkında muhtelif görüşlerin
bulunmasına rağmen, Malikîler Muvatta'ın
tamamının sahih olduğunu kabul etmektedirler. Zira onlar
Muvatta`daki mürsel, mu'dal ve munkatı' hadisleri, muttasıl
senetlere bağlamak için gayret göstermişler; senedi, Malik'in
rivayetinden muttasıl olmayanları da başka sika ravilerle
muttasıl olarak tesbit etmişlerdir. Onların hiç bir yolla
muttasıl senet bulamadıkları hadisler sadece dört tanedir.
Bu durum, İmam Malik'in mürsel, mu'dal ve munkatı, olarak
naklettiği hadislerin başka tariklerle müsned olarak
nakledildiklerini ve dolayısıyla Muvatta'ın sahih hadis
kitaplarından biri olduğunu ortaya koymaktadır.
İmam Malik, Muvatta da beş yüz doksan kadar
kimseden rivayet etmektedir. Ashabdan rivayet ettikleri, yüz seksen beşi
erkek, yirmi üçü kadın olmak üzere iki yüz sekiz; Tabiinden
olanlar ise, kırk sekiz kişidir.
Muvatta'ı rivayet edenler, İmam Malik'in
talebeleri olup, Kadı İyad bunların altmış
kişi olduklarını tesbit etmiştir (a.g.e., 229).
Bu gün elde bulunan Muvatta biri Ebu Hanife'nin
talebesi İmam Muhammed'in rivayeti, diğeri de Malik'in talebesi,
Endülüslü Yahya b. Leysî el-Berberî'nin rivayet ettikleri nüshalara
göre basılmıştır.
Muvatta, Malikî fıkhının temel
kaynağı olup, İmam Malik'in fıkıhta takip
ettiği usul ondaki tertipden açıkça anlaşılmaktadır.
O, Muvatta'da fıkhî bir konuyla alâkalı hadisi alır,
sonra Medineliler'in o konudaki uygulamalarına temas eder,
peşinden de Tabiin ve diğer fukahanın görüşlerini
zikreder. Eğer bunlarda bir açıklama bulamazsa o zaman sahih
olarak bildiği hadislerin ve sair fetvaların
ışığı altında kendi reyiyle ictihad eder,
meseleyi çözüme kavuştururdu. İmam Malik, aynı zamanda
hadis ravilerini araştırıp, onların adalet, hıfz
ve zabttaki durumlarını inceleyerek bir tedkik ve tenkit süzgecinden
geçiren ilk kimse olma ünvanına da sahibtir (a.g.e., 219).
(İmam Malik'in fıkhı ve ona isnat edilen mezheb için bk.
"Maliki Mezhebi" maddesi).
Ömer TELLİOĞLU