Şamil | Kategoriler | Konular

Mü'minun suresi

MÜ'MİNÛN SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in yirmi üçüncü sûresi. Yüz
on sekiz âyet, bin sekiz yüz kırk kelime ve dört bin sekiz yüz kırk
harften ibarettir. Kûfeliler'in dışındakiler, yüz on yedi
ayet olduğu görüşündedirler. Mekkî sûrelerden olup, Enbiyâ
sûresinden sonra nâzil olmuştur. Fasılası mim ve nun
harfleridir. Adını ilk ayetinde geçen Allah'a iman edenler
anlamındaki "el-Mü'minûn" kelimesinden almıştır.

Hz. Ömer (r.a)'in bu sûreden bahsederken şöyle
söylediği nakledilmektedir: Hz. Peygamber'e vahiy geldiği zaman,
yüzünün etrafında arı uğultusuna benzer sesler
işitilirdi. Bir gün kendisine o vahiy hali geldi. Bir süre bekledik.
Kıbleye dönüp ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
"Allah'ım, bize olan hayrını bollaştır,
azaltma. Bize ikram et, zelil kılma. Bize ihsan et, mahrum eyleme.
Bizi memnun et ve bizden razı ol". Daha sonra Hz. Peygamber;
"Bana on âyet indirildi. Kim, onların gereğini yaparsa,
Cennete girer" buyurdu ve ardından Mü'minun sûresinin ilk on
âyetini okudu" (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim,
İstanbul 1985, V, 454).

Sûre, isminden de anlaşılacağı
gibi, mü'minlerin özelliklerinden bahsetmektedir. Hz. Peygamber'in
getirdiği ilahi mesaja imanı ve onu bir hayat biçimi olarak
kabul etmeyi kalplere yerleştirmeyi hedef almaktadır. Yani
imanla ilgili hususları, nitelikleri ve delilleri anlatan bir sûredir.
Sûrenin üslûbundan, Mekke'de müslümanlara yapılan zulmün
sürekli arttığı ancak henüz vahşet derecesine
ulaşmadığı bir zamanda nâzil olduğu
anlaşılmaktadır.

Sûreye, iman edenlerin mutlâk anlamda kurtuluşa
erdikleri vurgulanarak girilmektedir: "Mü'minler muhakkak kurtuluşa
ermişlerdir" (1). Bu âyet, mü'minlerin kesinlikle kurtuluşa
ereceklerini vadetmektedir. Allah Teâlâ vadettiği zaman bundan asla
caymaz. Vadedilen bu kurtuluş iman edenler için hem dünyada hem de
âhirette gerçekleşecektir.

Bu ayetin neleri ifade ettiğini daha iyi
anlayabilmek için, nâzil olduğu zaman ve ortama bir göz atmak lazımdır.
İslâm'ın azılı düşmanları olan Mekkeli müşrikler,
refah ve bolluk içinde yaşadıkları gibi, işleri de
her zaman yolunda gidiyordu.

O günlerde müslümanlar, büyük dünyevî sıkıntılar
içerisinde idiler. Mekke'de, iman etmiş olanlar, doğuştan
fakir ve yoksul insanlardı. Ayrıca zengin ve güçlü konumdaki
insanlar da Hz. Peygamber (s.a.s)'i tasdik ettiklerinde ticaretlerini
kaybediyor; İslâm'a karşı olan acımasız düşmanlık
onları da diğerleri gibi zulmün hedefi yapıyordu.
İktisadî ve siyasî dengelerin, her şeyiyle müslümanların
aleyhinde tezâhür ettiği bir zamanda, inkârcılar kendilerini
üstün ve başarılı görüyorlardı. Sûrenin başlangıcındaki;
"Muhakkak mü'minler kurtuldu; gerçek başarışa
ulaştı" ifadesi kâfirlere, kurtuluş ve
başarının gerçek ölçüsünün onların
kafalarındaki gibi olmadığını anlatıyor.

Onların başarı ve üstünlük sandıkları
şeyler, yanlış değerlendirmelere
dayandığı için, neticede varacağı nokta tam bir
başarısızlıktır. Hz. Peygamber (s.a.s) ve ona
tabi olanlar ise her durumda başarılı olan ve
kurtuluşa erenlerdir. Çünkü onlar iman etmekle, Allah'ın
vadine mazhar olmuşlar, O'nun, her şeyin üstünde olan
gücünün koruması altına girmişlerdir. İnkârcılar
ise, hem bu dünyada hem de âhirette işlediklerinin
hesabını mutlaka vereceklerdir.

Kurtuluşa erenler kimlerdir? Onları bu ilahî
va'de muhatap kılan özellikleri nelerdir? Bunlar, Rasulullah (s.a.s)'ın
getirdiği ilahî mesajın özü niteliğinde olup, iman
edilip işlenildiği takdirde, insanoğlunu ebedi
kurtuluşa erdirecek olan İslâm'ın, üzerine bina edildiği
temel imanî özelliklerdir. Allah Teâlâ, mutlak kurtuluşa erenleri
şöyle tanımlamaktadır: "Onlar, namazlarında
huşû' içindedirler. Onlar, boş şeylerden yüz çevirirler.
Onlar zekâtlarını verirler. Onlar ırzlartnı korurlar.
Ancak eşleri ve sahip oldukları câriyeleri hariç. Çünkü
bunlarla olan helâl ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. Kim
bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır.
Öyle mü'minler ki, onlar emanetlerine ve vaadlerine riayet ederler.
Onlar namazlarına devam ederler" (2-9). İşte bu
özellikleri taşıyanlar, Rabb'lerinin yüce terbiyesinden
nasiblerini almışlardır.

Bunlar, Allah Teâlâ'nın peygamberini terbiye
ederek, onu ahlâklandırdığı, ahlâkların en yücesi
olan ilahî kaynaklı bir ahlâktır. Allah Teâlâ rasulünü
terbiye etmiş, onu her türlü fenalıklardan
arındırmıştır: "Muhakkak ki sen yüce bir
ahlâk üzeresin" (el-Kalem, 68/4).

Rasulullah (s.a.s)'in ahlâkı, Hz. Aişe (r.anha)'dan
sorulduğunda o; "Onun ahlâkı Kur'an'ın kendisi idi"
dedikten sonra; ilk âyetten başlayarak "Onlar
namazlarını korurlar" ayetine kadar okumuş ve şöyle
söylemişti: "İşte Rasulullah'ın ahlâkı böyleydi"
(İbn Kesir, a.g.e., aynı yer).

İnsan, Kur'an ahlâkıyla ahlâklandığı
zaman, dünya ve içindekiler gözünde küçülür, her şeyin iç
gerçeklerine nufûz etmeye başlar, bütün kötülüklerden
temizlenir, her türlü boş şeyden uzaklaşarak, sürekli uğraşması
gereken akidevî mükellefiyetlerinin bilincinde olarak yaşar.
İşte böyle olanlar, "mü'minler toplumunu" oluştururlar.
Allah Teâlâ da bütün iyilikleri onlara bağışlar.
İnsan aklının hayal etmekten bile âciz olduğu mükemmeliyetteki
ahiret nimetlerini de onlar için hazırlamıştır:
"İşte Firdevs cennetine vâris olacak olanlar onlardır.
Onlar orada ebediyyen kalacaklardır" (10-11).

Daha sonra, insanın yaradılışı
ile birlikte bütün varlığın yaradılış
mucizesi anlatılarak, akılları İslâm dışı
yaşayışın pislikleriyle işlemez hale gelenlere
bir mesaj verilmeye çalışılıyor. Kendilerine
varlıklarıyla birlikte verilen onca nimetlerin
kaynağını belki idrak edebilirler diye, onlara bir rahmet
eli uzatılıyor.

İlk olarak, bir yaratıcının
varlığını kaçınılmaz kılan
insanın yaradılış safhaları anlatılır:
"And olsun ki biz insanı süzülmüş o özlü balçıktan
yarattık, sonra onu "nutfe" halinde mustahkem bir karargâh
olan rahme yerleştirdik. Sonra "nufte"yi alâka haline
getirdik; alâkayı bir çiğnem et yaptık; bir çiğnem
eti kemiklere çevirdik ve kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bambaşka
bir varlık yaptık. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah
ne yücedir" (12-14).

İnsanı, diğer canlılardan
bambaşka ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah Teâlâ, onu,
yeryüzündeki imtihan dönemini doldurduktan sonra, yok edecektir: "Sonra
siz, bunun ardından da mutlaka ölürsünüz" (15). Bu ölüm,
insan varlığının sonu değildir. O, ihtiyacı
olan her şeyle donatılıp gönderildiği bu dünyada
istediklerinin karşılığını görüp, hesabını
vermek için yeniden hayata döndürülecektir. Nasıl ki ilk
yaradılış insanın iradesi dışında gerçekleşti
ise; öldükten sonra ikinci diriliş de insan iradesi
dışında gerçekleşecektir: "Sonra hiç şüphesiz
ki, siz kıyamet günü diriltileceksiniz" (16).

Bu diriliş, kaçınılmazdır. Mü'minler,
Allah'ın dinine uymakla kazandıkları mükâfatlarla buluşacaklar;
inkâr edip tağutların peşinden giderek, Allah'tan
başka ilâhlar edinenler de yalanlayıp durdukları o elim
Cehennem azabıyla karşı karşıya geleceklerdir.

Allah Teâla, insanoğlu rahatça yaşamını
sürdürebilsin diye, çeşit çeşit nimetler yaratmış,
dünyayı ve içindekileri onun hizmetine sunmuştur.

Daha sonra, kavimlerini Allah'tan başka ilâhlar
edinmemeye ve O'nun hükmünden başkasına tabi olmamaya çağıran
önceki rasûllerin verdikleri tevhid mücadelesi anlatılarak, hak sözün
hiç bir zaman değişmediği ve inkâr mantığının
da çağlar boyu aynı yöntemleri kullandığı gerçeği
dile getirilir. Buna göre müşriklerin Muhammed (s.a.s)'in
getirdiği mesaja karşı yükselttikleri itirazlar ve şüpheler
yeni değildir. Aynı itirazlar daha önceleri gelip geçmiş
toplum ve kavimler gönderilen rasullere karşı da olmuştu.

Yeryüzünde ilk defa, kendilerine Allah'tan başka
ilâhlar edinen bir kavme gönderilen Nuh (a.s), onları Allah'tan
başkasına ibadet etmekten alıkoymaya çalışırken
onlara şöyle seslenmişti: "... Ey kavmim! Allah'a ibadet
edin. Sizin O'ndan başka Allahınız yoktur. Halâ sakınmayacak
mısınız?" (23). Ama onlar, Nuh (a.s)'ı
yalanlamışlar, ona uymaktan kaçınmışlardı:
"Bunun üzerine kavminin ileri gelen kâfirleri şöyle dediler:
Bu, sizin gibi beşerden başka bir şey değildir.
Üzerimizde üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah, peygamber
göndermek isteseydi, mutlaka melekleri gönderirdi. Biz geçmiş
atalarımızdan böyle bir şey işitmedik" (24).

Bu kavim, Allah Teâlâ'nın gönderdiklerine itaat
etmeyip, inkârlarında devam ettiği için, insanoğlunun
cezalandırıldığı helâklerin en büyüklerinden
olan Tufanla karşılaşmış ve iman eden küçük
bir topluluk dışında hepsi helâk olmuştu.

Kur'an-ı Kerim'de tarihten ders alınarak inkârcıların
sonu hakkında fikir edinilebilmesi için, geçmiş peygamberlerin
kavimleri ile yaptıkları mücadelelerini anlatan kıssalar
çokça zikredilmiştir. İnsanlar, bu kıssalara bakarak,
Allah'ın elçilerinin mi, yoksa inkârcıların mı
haklı olduğuna karar vermelidirler.

Peygamberler, insanları nesiller boyunca hep bir
gerçeği idrak etmeye çağırmışlardı:
İbadeti yalnızca Allah için yapmak, O'nu bırakıp
başkalarını ilâhlar edinmemek.

Allah Teâlâ, helâk edilen Nuh kavminin yerine yeni
bir nesil getirdi: "Sonra onların arkasından başka bir
nesil yetiştirdik"(31). Onlara gönderilen peygamber de, aynı
çağrıyı tekrarlamıştı: "Allah'a ibadet
edin. Sizin ondan başka hiç bir ilâhınız yoktur"
(22). Fakat kavimlerinin ileri gelenleri (mele') aynı mantıkla
hareket ederek insanları onlara uymaktan
alıkoymuşlardı. Böylece onlar da helâk olanlardan
oldular: "Hak ettikleri çığlık onları
kıskıvrak yakalayıverdi. Böylece Biz onları,
çerçöp haline getirdik" (41).

Nesiller bu şekilde gelip geçti.
İnsanların çağrıldığı şey ve onu
inkâr metodu sürekli aynı kaldı. Çünkü insan denilen varlık
hiç bir zaman nitelik açısından değişime
uğramadı. Kıyamet'e kadar da aynı kalacaktır.
Bundan dolayı daha sonra gelen Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa (a.s)
da aynı üslubla yalanlanmıştı. Bunların hepsi,
yaptıklarının karşılığında,
Allah'ın kendilerine daha önce haber verdiği musibetleri
buldular. Allah Teâlâ; "Daha sonra peygamberlerimizi peşpeşe
gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldiyse, onu mutlaka yalanladılar.
Biz de onları arka arkaya helâk ettik. Onları birer kıssa
yaptık. Uzak olsun Allah'ın rahmetinden o iman etmeyenler!"
(44) ayetiyle bu tarihi gerçeği bize bildirmektedir.

Irklar, renkler ne olursa olsun, inananlar bir tek
ümmet kılınmışlardır: "İşte sizin
ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim. O halde benden
korkun" (52). Yeryüzünün dört bir yanında, Allah'a
inanıp onun ahkâmıyla yaşamak isteyen her ferd, bu
ümmetin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu duygu, müslümanın
kalbinde daima canlı bir şekilde
sıcaklığını korur. Bu, imanın vermiş
olduğu tabii bir haldir.

Bu birliğin ötesinde, dalâlet ve sapıklık
vardır. Allah Teâlâ, yegâne Rabdır. Gönderdiği din de,
içinde ihtilafa düşülecek zerre kadar noksanlık olmayan bir
dindir. Geçmiş ümmetler, dinde ihtilâfa düşüp, fırkalara
bölündükleri için helâk olmuşlardı. Her fırka, dinin
kendilerine hoş gelen yönlerini aldı ve din parça parça
edildi. Her fırka, artık Allah'ın dininden bambaşka
bir din haline gelen düşünceleriyle övünüp durdular: "Onlar
dinlerini aralarında parça parça edip fırkalara
ayrıldılar. Her fırka kendi diniyle övünüp sevinir
oldu" (53). Allah Teâlâ, eski ümmetlerin sapıtmalarına
sebeb olan tefrikaya düşmemeleri için, müslümanları
uyarıyor. Tefrika, tehlikeli bir durumdur. Çünkü herkes kendi düşüncesinin
doğru olduğuna inanır. Halbuki onları gaflet
sarhoşluğu kaplamıştır da onlar bunun
farkında değillerdir: "Onları belli bir süreye kadar
gaflet sarhoşluğu ile başbaşa bırak!" (54).

Bu ifadelerin hemen peşinden tekrar mü'minlerin
değişik özellikleri sıralanıyor: "Rablerinin
korkusundan titreyenler, Rablerinin ayetlerine iman edenler, Rablerine
ortak koşmayanlar, başkalarına verdikleri şeyi,
Rablerinin huzuruna çıkacaklarından kalpleri ürpererek
verenler" (57-60).

Mü'min hiç bir zaman Allah'ın ayetlerinden gâfil
olmaz. Bunun için yaptığı iyilikleri, ibadetleri
önemsemez; Allah'ın âyetleri ve nimetleri yanında
yaptıklarının hiç bir önem ifade etmediğinin
farkındadır. Ayrıca mü'min kimse, Allah'ın celâl ve
azâmetini bütün varlığıyla hisseder ve haşyet içerisinde
ona yönelir.

Daha sonra tekrar, inkârcıların
Allah'ın dinini yalanlayıp, Peygamber (s.a.s)'e ve
getirdiği mesaja karşı takındıkları
tavır ve bunun sonucunda içine düşecekleri kötü durumları
dile getirilir.

Onlar, Allah'ın varlığına ve her
şeyi kuşatan hâkimiyetine boyun eğmeyi
akıllarından geçiremezler. Çünkü onlar hiç bir zaman düşünerek
konuşmazlar. İleri sürdükleri şeyler de kendilerine ait
değildir. İslâm'ın hakikatına karşı
atalarının söyledikleri şeyleri tekrarlayıp dururlar:
"Hayır, onlar öncekilerin dediklerini deyip durdular"
(81).

Hz. Peygamber (s.a.s) ve ona tâbi olanlar uyarılarak,
kâfirlerin düşmanlık ve fitnelerine karşı, Allah Teâlâ'ya
sığınıp O'ndan yardım istemeleri gerektiği:
"Ey Muhammed! De ki, Rabbim! Şeytanların vesvesesinden sana
sığınırım. Rabbim! Yanımda
bulunmalarından da sana sığınırım"
(97-98) ayetiyle onlara bildirilmektedir.

Sûrenin sonunda, hayatlarını İslâm'a
düşmanlıkla geçiren müşriklerin, ölüm halindeyken,
onlara haber verilen gerçeklerle yüzyüze geldiklerinde duyacakları
o büyük pişmanlık hali zikredilir. Onlar inananlara
yaptıkları işkencelerin cezasını göreceklerdir.
Pişmanlık günü gelip çatmadan, gerçeği kavramaları
için uyarılmaktadırlar: "Onlar büyük azapla karşılaştıkları
gün; Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer tekrar inkâra
dönersek, gerçekten zâlimler oluruz" (107) diyeceklerdir. Ancak,
Allah Teâlâ onları yüz üstü bırakacaktır. Çünkü
onlar İslâm'la alay etmişler, müslümanlara eziyet etmekten
zevk alır olmuşlardı.

Varlığın tek sahibi Allah'tır.
Yarattıkları için hüküm koymak yalnız O'na aittir. O'nun
hâkimiyetine ortak alacak hiç bir güç yoktur. Her kim O'nun hükmüne
razı olmaz, hakimiyetini tanımazsa, O'na şirk
koşmuş, O'ndan başkalarına boyun eğmekle, kendine
Allah'tan başka ilâhlar edinmiş olur: "Kim, hakkında
hiç bir delili olmadığı halde, Allah'la beraber bir
başka ilâha taparsa, onun hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Kâfirler,
elbette kurtuluşa eremezler" (117).

Sûre, mü'minlerin hallerini, özelliklerini,
hasletlerini ortaya koyan, onların dünya ve âhirette görecekleri
mükâfatları açıklayan, mü'minlere hasredilmiş bir sûredir.
Ancak, imanın anlaşılabilmesi için, câhilî düşünce
ve sistemlerin mâhiyetinin de bilinmesi gerekir. Allah Teâlâ, bu
sûrede, hak ve batılın iç gerçeklerini peşpeşe,
birbiriyle kıyaslanabilecek bir şekilde vermiş; İslâm'ın
hakikati karşısında küfrün tutarsızlığını
bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Sûre,
rahmet rüzgarlarıyla mü'min kalpleri teskin etmekte; görecekleri
dayanılmaz zorluklara karşı onları ruhen
hazırlamaktadır.

Sûrenin son ayeti, Allah'a yönelişi, rahmet ve
gufran dileyişi anlatmaktadır: "De ki: Rabbim!
Bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en
hayırlısısın" (118). Bu ayet, sürenin başı
ile sonunu birbirine bağlıyor ve mü'minlerin mutlaka kurtuluşa
ereceklerini, kâfirlerin ise her zaman kaybedeceğini kuvvetle ifade
etmiş oluyor.

Ömer TELLİOĞLU


Konular