Şamil | Kategoriler | Konular
Fena fı'l-hak
FENÂ Fİ'L-HAK
Hak'ta yok olmak. Fenâ filhak, Arapça bir terim
olarak Fenâ fillâh ile eşanlamlı olarak ta
değerlendirilebilir.
Hak, lügatta batılın zıddı, yerine
getirilen hüküm, varlığı sabit olan, doğruluk ve
adalet anlamlarına gelir. Fiil olarak üç harfli kökten kullanıldığında
Hak; gerçekleşmek, gerçek olmak demektir.
Cenab-ı Allah'ın vasfı olarak; inkârı
mümkün olmayan, varlığının kabûl olunması
gereken, varlığı ve ulûhiyeti kesin olan manalarına
gelir. Bu manada Kur'an-ı Kerîm'de Mekkî ve Medenî ayetlerde
tekrarla geçer. Genellikle tek başına kullanılır.
Bazen esmâı hüsnâdan birine bitiştiği görülür; "el-Mehkü'l-Hak"
(Tahâ, 20/1 14) gibi. Hak kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'de, bundan başka
birkaç vecih üzerine kullanıldığı ifade edilmektedir
(Suat Yıldırım, Kur'ân'da ulûhiyet, İstanbul 1927,
s.216-217).
Hak kelimesini Beydâvî, tefsirinde Allah manasında
olduğunda ''es-Sâbitü rübûbiyyetuhu'' yani Rablığı
sabit ve gerçek olan diye tarif eder. Böylece Hak, sâbit anlamında
açıklanır.
Hak, masdar olarak ele alındığında,
enfüs ve âfâkın mutabakatını anlatır. Enfüs'te, sıdk
ve sevab gibi söz ve fikre sıfat olur. Âfâkta ise, tahakkuk ve
vukû demek olur.
İşte, bundan dolayı, hak, manen ve sûreten
her veçhile "vücud"diye târif olunur. Hakk'ın vücudu
"Vâcibü'l- Vucûd lizâtihi" halkın vücudu ise, buna bağlı
olarak "Vâcibü'l-Vücud liğayrihi"dir. Hak kelimesinin
çeşitli manalara gelmesi, bu ikincisinden kaynaklanmaktadır. Bütün
hak ve hukukun mercii olan Hak Teâla, Vâcibül-Vücud lizâtihi olduğundan,
ulûhiyyet ve rubûbiyyet O'nun haklarındandır (Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2675-2676).
Hakk'ın Allah'ın ta kendisi olarak
kullanıldığını Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Allah'ım,
sen'sin Hak..." (el-Buhâri, Daavât, 9) hadisinden anlaşılmaktadır.
Tasavvufî hak demek olan hakka'l yakînin son
derecesidir. Bilmek, görmekten öte, olmak demektir. Bir diğer
ifadeyle, abdin (kulun) Hak'ta fânı olması ve O'nun ile
yalnız ilmen değil, hem ilmen, hem şuhûden, hem de halen
bekası manasına gelir. Basit bir anlatımla ilmel yakın,
her akıllı kişinin ölümü bilmesidir. Melekleri görmesi
aynel yakîn, ölümü tatması da hakkal yakîndir (Elmalılı,
a.g.e., VII, 4726).
Tasavvufî anlayışta, Fena
fi'ş-şeyh (şeylikte yokolma) ve fenâ fi'r-Resul (Peygamberde
yokolma) merhaleleri fena fi'l-Hakk'a giderken aşılacak
merhalelerdendir diye kabul edilir.
Tasavvufî anlayışa göre, fenâ fi'l-Hakk'a
yükselenlerin yaptığı tasarrufları Hak üstlenir.
Hak, onları muvafık gördüğü işlerde görevlendirir.
Onlar, Allah'ın lâyık olmayanı işlemekten
koruduğu kullarıdır. Yani Tasavvufta, bu mertebeye
ulaşanlar "La Yuhtı" (günah işlemez) olarak
kabul edilir. Halbuki İslâm'da, yalnız Peygamberler masumdur.
Nefslerinden fânı olduğu kabul edilen bu kimseler, Hak ile bâkı
kimselerdir denir. Onlar, yaptıkları işlerde kendilerine
bir menfaat gözetmez, zararın def'i için de çalışmazlar.
Fena fi'l-hak, celb-i menfaat ve def'i mazarratı ortadan
kaldırır. Çünkü burada nefisle ilgili arzular, menfaat gayesi,
kasıt ve niyyeti düşer. Yine Mutassavıflara göre, bu
mertebede olanlar için sevap arzusu ve azap korkusu yoktur (el-Kelâbâzı,
et-Taarruf, Fenâ mad.)
Hülasa, mutassavıflara göre fenâ fi'l-hak,
sufînin tarikat yolunda marifeti geçerek, en son varacağı
merhale olarak kabul edilir. Hakka'l-yakın de denilen bu merhaleye
kişi, gözle görmüş gibi tahkik ve ilimle tahkik
mertebelerinden geçerek, hak içinde fenâ bulma (fena fi'l-hak) haline
ulaşır.
Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU