Şamil | Kategoriler | Konular

Suara suresi

ŞUARA SÛRESİ

Kur'an-ı Keñm'in yirmi altıncı sûresi.
İkiyüz yirmiyedi âyet, bin iki yüz doksan dokuz kelime ve dörtbin
beşyüz kırkiki harften ibarettir. Fasılası nun, lam
ve mim harfleridir. Mekke döneminin ortalarında
"Vakıa" sûresinden sonra nâzil olmuştur. Son dört
âyetin Medine'de nâzil olduğu bildirilmektedir. Mukatil,
İsrailoğulları alimlerinden bahseden yüzdoksanyedinci
ayetin de Medine'de nâzil olduğunu söylemiştir (Alûs,
Ruhu'lMe'an, Kahire (t.y), XIX, 58; Kurtub, el-Cami'li Ahkami'l-Kur'an,
Beyrut (t.y), XIII, 87). Adını ikiyüz yirmidördüncü
âyetinde geçen "Şuara" (Şairler) kelimesinden
almıştır. İmâm Mâlik'in tefsirinde bu sûre,
el-Camia (toplayıcı) adıyla
adlandırılmıştır (Alûs, aynı yer).

Sûrede, diğer Mekki sûrelerde olduğu gibi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in getirdiği âyetlere karşı müşriklerin
takındıkları tavrın tutarsızlığı
ve bu inkârcı tutumlarından dolayı başlarına
gelecek felaketler zikredilerek, deliller çerçevesinde Kur'an
âyetlerinin insanları kurtuluşa erdirecek birer rehber
olduğu bildirilmektedir.

Müşrikler, Peygamber (s.a.s)'in getirdiği ve
her türlü eziyete katlanarak tebliğ etmeye devam ettiği Kur'an
âyetleri karşısında inadla direnmişler ve çeşitli
sebepler ileri sürerek iman etmekten kaçınmışlardı.
Bazan ondan, iddia ettiği şeylerin gerçek olduğunu
ispatlayacak mucizeler (âyet) istiyorlar, bazan da ona şair veya
kahin diyerek diğer insanların zihinlerini bulandırmaya
çalışıyorlardı. Öte taraftan ona bağlı
olanların köleler ve dünyevi bakımından güçsüz olan
kimseler olmalarını söz konusu ederek, onu eğlenceye
alıyor, değişik vesilelerle istihza konusu
ediyorlardı. Getirdiği ilahî mesajın gerçekliği açık
bir şekilde ortada olduğu ve bu gerçeği akıl
sahiplerinin ikna olacakları açık delillerle
ispatladığı halde, insanların körü körüne
inanmamakta direnmeleri Hz. Peygamber (s.a.s)'e büyük bir üzüntü
veriyordu. Halbuki o, davet ettiği şeye karşılık
onlardan hiç bir menfaat talep etmiyordu. Onu üzen ve kadere boğan
şey, Allah'ın dinine düşmanlık eden kavminin, geçmiş
zalim kavimler gibi helak edilerek ebedî Cehennem azabına müstahak
olacakları korkusuydu.

Allah Kur'an âyetlerinin apaçık gerçekleri
ifade ettiğini ve içinde akıl sahibi kimseleri şüpheye
düşürecek hiçbir şeyin bulunmadığını
belirttikten sonra, inkarcıların tutumu
karşısında üzülen Hz. Peygamber (s.a.s)'e hitap ederek,
onlar için üzülmemesi gerektiğini bildirmekte ve onların iman
etmelerinin, onun mükellefiyetleri arasında
olmadığını açıklayarak, görevini yerine getirdiğinden
dolayı huzur içinde olması gerektiğini vahyetmektedir. Bu
Allah'ın Resulüne ve onun yolunu takip eden sonraki nesillere olan
merhametinin bir tezahürüdür. Sûrenin ilk âyetleri bu konuyu ele
almaktadır:

"Tâ Sin Mim. Bu âyetler, hak ile batılı
ayırdeden, Kur'an'ın âyetleridir. (Ey Muhammed) İman
etmiyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin! Eğer dilersek Biz, o
inkâr edenlerin başına gökten bir mucize indiririz de ona
boyun eğmekten başka çareleri kalmaz" (1-4).

Bütün kâfirlerin teslim olacağı bir âyet
(mucize) göndermesi Allah için hiçte zor bir şey değildir.
Ancak zorla kabul edilen bir inancın Allah katında bir
değeri yoktur. Onun içindir ki Allah âyetlerini bütün şüpheleri
giderici bir şekilde gerek vahiy yoluyla ve gerekse kainatın her
zerresinde bütün açıklığı ile gözler önüne
sererek, insanları hür iradeleriyle baş başa
bırakmakta ve hiç bir baskıya maruz kalmadan seçimlerini
yapmaları için serbest bırakmaktadır. İman eden
kimse, kendi yararına iman etmiş olacaktır. İnkârda
direnenler ise, kendi nefislerine zulmetmiş olarak, haber verilen büyük
azaba müstahak olacaklardır. Allah'ın insanları, seçim
yaparken serbest bırakması, dünya hayatının bir
imtihan yeri olması hikmetine dayanmaktadır. Bir zorlama söz
konusu olsaydı, imtihan olayı ortadan kalkardı.

Peşinden gelen âyetlerde Allah, inkârcıların
kendilerine yöneltilen her öğütten mutlaka yüz çevirdiklerini,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara getirdiği gerçekleri yalanlayarak
alay ettikleri korkunç şeyin haberinin çok yakında kendilerine
ulaşacağını haber verdikten sonra, salim akla sahip
her insanın iman etmesini gerektirecek, yaratılıştaki
mucizelere bakmaları tavsiyesinde bulunur ki bunlar gerçekten O'nun
büyük âyetlerini gözler önüne sermektedir.

"Onlar, yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Orada
bitkilerden nice güzel (kerim) çifti yetiştirmişizdir. Şüphesiz
ki bunda büyük bir delil vardır. Ne var ki, onların çoğu
iman etmediler." (7-8).

Sûrenin mukaddimesi, sûrede zikredilen her kıssadan
sonra tekrar edilen şu âyetle son bulmaktadır: Şüphesiz
ki Rabbin Aziz'dir, Rahim'dir" (9)

Sûrenin konusu kıssalardan ibarettir. Sûrenin başlangıcı
ve sonuyla insicam içerisinde anlattığı kıssalardan,
geçmiş kavimlerin peygamberlerini yalanlamaları sonucunda
uğradıkları elim azab dile getirilmektedir. Sûrenin tamamına
yakınını oluşturan kıssalarda Hak dini
yalanlamalar ve buna karşılık şiddetli ilah azapla
korkutma, Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber (s.a.s)'i
yalanlamaları, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirmeleri,
korkutuldukları azabın bir an önce gelmesini istemeleri,
âyetler karşısında ileri geri konuşmaları
anlatılmakta; Kur'anın, şeytanların ilham ettiği
şiir veya zikirden ibaret olduğu iddiaları
cevaplandırılmakta ve geçmiş kavimlerden verilen apaçık
delilleri ihtiva eden örneklerle müşriklerin inkârlarında
devam etmelerinin sonuçları, net bir şekilde ortaya
konulmaktadır.

Sûrede sırasıyla Musa (a.s), İbrahim
(a.s), Nuh (a.s), Hûd (a.s), Salih (a.s), Lût (a.s) ve Şuayb
(a.s)'ın kıssaları anlatılmakta ve her kıssa
"Muhakkak ki bunda büyük ibret vardır. Ama onların çoğu
mümin olmadı ve muhakkak ki senin Rabb'in Aziz'dir. Rahim'dir."
mealindeki âyet ile son bulmaktadır.

"Hani Rabbin Musa'ya şöyle nida etmişti:
"O zalimler kavmine git, Firavun kavmine. Onlar hiç korkmuyorlar mı?"
(10-11) âyetiyle başlayan ve Musa (a.s) ile Firavun arasındaki
tevhid ve şirk mücadelesini konu edinen bölümde, hidayetten yoksun
olan müşriklerin gördükleri apaçık deliller
karşısında bile iman etmeye zerre kadar meyilleri
olmadığı ve bu delilleri görmezlikten gelerek
peygamberlerini delilik ve sihirbazlıkla itham ettikleri gerçeği
dile getirilmekte ve iman edenlerin akideleri uğruna
karşılaştıkları işkencelerden
bahsedilmektedir.

Allah, Musa (a.s)'ı kendisine kardeşi Harun'u
yardımcı yaparak Firavun'a gönderdi ve Firavun'a karşı
duyduğu endişeleri gidererek ona şöyle vahyetti:

"... Hayır korkma, ikiniz de âyetlerimizle
gidin. Biz sizinle beraberiz. Her şeyi işitiriz. Doğruca
Firavun'a varın. Ona Biz alemlerin Rabbı olan Allah'ın
peygamberiyiz. İsrailogullanrını bizimle serbest
bırak" deyin" (15-17).

Bunun üzerine Musa (a.s) doğruca Firavun'a gitti
ve ona Alemlerin Rabbi olan Allah'a iman etmesini tebliğ etti.
Firavun ise ona "Yemin olsun ki eğer benden
başkasını ilâh edinirsen, seni zindana atılanlardan
yaparım" dedi. (29). Firavun onun gösterdiği mucizeleri
sihir kabul ederek, ülkesindeki bütün seçkin sihirbazları
toplayıp bir müsabaka düzenledi ve herkesi olaya şahit
olmaları için çağırdı. Sihirbazlar, sihirlerini
ortaya koyduktan sonra, onların uydurdukları şeylerin Musa
(a.s)'ın yere attığı asası tarafından
yutulduğunu gördükleri zaman, bunun bir sihir olmadığını
anladılar ve iman ettiler. Firavun, bütün çağlardaki müstekbirlerin
takındığı tavrı takınarak iman etmekten kaçındı
ve sihirbazlara şöyle seslendi:

"Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz?
Meğer o, size sihir öğreten büyüğünüzmüş.
Yakında göreceksiniz; mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım"
dedi" (49).

Ancak iman eden sihirbazlar onun tehditlerine
rağmen imanlarında sebat ettiler. Musa (a.s), Allah'ın emri
üzerine kavmiyle birlikte gizlice Mısır'dan ayrıldı.
Firavun ise onları yakalayabilmek için topladığı
ordusuyla beraber peşlerine düştü.
İsrailoğulları denizin kenarına
ulaştıkları zaman, Firavun ordusunun geldiğini gördüler
ve yakalandıkları korkusuna kapıldılar. Allah, Musa
(a.s)'a asasını denize vurmasını emretti. Bunun
üzerine deniz ikiye ayrıldı ve İsrailoğulları bu
yoldan karşıya geçtiler. Onları takip eden Firavun ve
askerleri peşlerinden denizde açılan yola girdikleri zaman, bu
yol kapatıldı ve tümü suda boğuldular. Allah, bu
kıssayı aktarırken, her şeyin kendi gücü ve kudreti
dahilinde cereyan ettiğini, yeryüzünde dilediğini zelil,
dilediğini de mirasçılar kıldığını,
"Nihayet Biz Firavun ve kavmini bahçelerden, akarsulardan,
hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık.
İşte böyle yaptık. Onlara
İsrailoğullarını mirasçı kıldık"
(57-59) ifadesiyle dile getirmektedir. Kıssanın sonunda şöyle
buyurulmaktadır:

"Şüphesiz ki, bunda büyük bir ibret vardır.
Fakat çokları iman etmezler. Şüphesiz ki, Rabbin Aziz'dir,
Rahim'dir" (67-68).

Sûrede yer alan ikinci kıssa İbrahim
(a.s)'ın kıssasıdır: "Onlara İbrahim'in
haberini oku" (69) âyetiyle başlayan İbrahim (a.s)'ın
kıssasında onun, kavmini Allah'a şirk koşmakta
kurtarmak ve onları tevhid dinine yöneltmek için yapmış
olduğu mücadele anlatılmaktadır. İbrahim (a.s)
putlara tapınan kavminin hiç bir mantıkî dayanağı
olmayan inançlarını sorgulamakta ve geçersizliğini
deliller çerçevesinde ortaya koymaktadır.

"Bir zaman İbrahim babasına ve kavmine
"Neye tapıyorsunuz?" demişti. Onlar da "Putlara
tapıyoruz. Onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz"
dediler. İbrahim onlara "Dua ettiğiniz zaman sizi duyarlar
mı ? Yahut size fayda verirler mi?" dedi. (Onlar) Hayır.
Atalarımızı böyle yapar bulduk" dediler. İbrahim
şöyle dedi: Sizin ve eski atalarınızın nelere
taptığını görüyor musunuz? Alemlerin Rabbi
müstesna, sizin taptıklarınız benim düşmanımdır"
(70-77). Görüldüğü gibi kendilerine putlar edinerek onlara tapınan
kimseler, İbrahim (a.s)'ın akıllara hitap eden üslûbu karşısında
hiç bir delil getiremedikleri için atalarına
sığınmakta ve onlara tabi olduklarını ifade
etmektedirler. Bütün çağlarda müşrikler, İslâm'ın
apaçık âyetlerini inkâr etmelerine bir delil bulmaktan yoksun
olarak atalarının izinde olduklarını ileri sürmekten
başka bir şey yapmamışlardır.

İbrahim (a.s), "Âlemlerin Rabbi olan Allah
müstesna, sizin taptıklarınız, benim düşmanlarımdır."
(77) dedikten sonra, Allah'ın kendisine bahşetmiş
olduğu nimetlerin bir kısmını sayarak, müşriklerin
tapındıkları şeylerin hiçliğini dile
getirmektedir:

"Beni yaratan ve doğru yolu gösteren Allah'tır.
Beni yediren de içiren de O'dur. Hastalandığım zaman da
şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek de O'dur. Ceza
gününde kusurlarımı
bağışlayacağını umduğum da O'dur"
(78-82).

Peşinden, İbrahim (a.s) kendisini hidayet ve
kurtuluşa erdirmesi için Allah'a duada bulunmaktadır. Bu
âyetlerdeki dua her ne kadar İbrahim (a.s)'ın kendi nefsi için
talep ettiği şeyleri içeriyorsa da, onun yolunu takip eden
muttakiler için ruhları etkileyecek bir dua şekli olarak tebarüz
etmektedir. İbrahim (a.s) kıssasının son bölümünde,
Kıyamet gününde müşriklerin gidecekleri yer olan Cehennemi gördükleri
zamanki durumları zikredilmekte ve Allah'dan başka
taptıkları ilahların kendilerine hiç bir fayda sağlamayacağı
dile getirilmektedir:

"Allah'tan başka taptıkları
ilahlar, azgınlar ve İblis'in askerleri (orduları,
taraftarları), hepsi tepe taklak Cehennem'e atılırlar"
(94-95).

Müşrikler Cehennem'e atıldıkları
zaman, ümitsizlik içerisinde, kendilerini kurtaracak hiçbir yardımcı
ve şefaatçılarının olmadığını
anlayarak şöyle diyeceklerdir:

"Keşke bir kez daha (dünyaya geri dönüşümüz)
olsa da iman edenlerden olsak" (102).

İbrahim (a.s)'in kıssası da Musa (a.s)
kıssasında olduğu gibi; "Şüphesiz bunda büyük
bir ibret vardır. Ne var ki çokları yine iman etmezler. Şüphesiz
ki, Rabbin Aziz'dir. Rahim'dir" (103-104) âyetleriyle son bulmaktadır.

Nuh (a.s)'ın kavmine karşı verdiği
tevhid mücadelesini anlatan kıssa; "Nuh kavmi, gönderilen
peygamberlerini yalanladı" (105) meâlindeki âyet ile başlamaktadır.
Bu bölümde Nuh (a.s)'ın kavmini İslâm'a davet etmesi,
kavminin ise pek azı müstesna onun davetine karşı
şiddetle direnmeleri anlatılmaktadır:

"Onlar; "Eğer davandan vazgeçmezsen ey
Nuh! Muhakkak taşlananlardan olacaksın" dediler"
(116).

Nuh (a.s), çok uzun bir zaman kavmine doğru yolu
göstermek için, onların her türlü eziyetlerine katlanarak azimle
çalışmıştı. Ancak sonunda, artık
onların kesinlikle iman etmeyeceğini anladı ve Rabbine
seslenerek, kendisini yalanlayan kavmini şikayet etti, onlar için
hükmünü vermesini istedi:

"Nuh şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim beni
yalanladı. Benimle onlar arasında hükmü ver. Beni ve
beraberimdeki mü'minleri kurtar." Bunun üzerine Biz Nuh'u ve
beraberindekileri o yüklü geminin içinde kurtardık. Sonra da
geride kalanları suda boğduk" (117-120).

Daha sonra, Ad kavmine gönderilen Hud (a.s), Semud
kavmine gönderilen Salih (a.s), Lût kavmine gönderilen Lût (a.s), Eyke
halkına gönderilen Şuayb (a.s) kıssaları yer almakta
ve bu peygamberlerin kavimleri ile olan mücadeleleri dile
getirilmektedir. Bütün bu kavimlerin, peygamberlerinin getirdiği, içinde
hiç bir şüphenin bulunmadığı açık âyetleri
inkâr etmeleri sonucunda, nasıl helak edildikleri gözler önüne
serilmektedir.

Kıssalar bölümü her kıssanın sonunda
tekrarlanan: "Şüphesiz ki bunda büyük bir ibret vardır.
Ne var ki, çokları yine iman etmezler. Şüphesiz ki Rabbin
Aziz'dir Rahim'dir" (190-191) âyetleriyle son bulmakta ve peşinden
şöyle buyurulmaktadır.

"Şüphesiz ki bunları anlatan Kur'an,
alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. (Ey Muhammed!)
Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'an'ı açık bir
Arapça'yla senin kalbine "Ruhu'l-Emin" olan Cebrail indirmiştir"
(192-195).

Kur'an'ın mesajı daha önceki kitapların
mesajlarından farklı değildi. Dolayısıyla Ehl-i
Kitab'ın Rasûlüllâh(s.a.s)'i yalanlaması, onun
peygamberliği hakkındaki şüphelerinden ileri
gelmemektedir. Şeytanın kendilerini sürüklediği küfürlerinde
inatla direnmeleri, onların Kur'an'ın getirdiği gerçekleri
anlamlarına bir engel teşkil etmektedir:

"Şüphesiz Kur'an, evvelkilerin kitaplarında
da vardır. Beni İsrail âlimlerinin bunu bilmesi, onlar için
bir delil değil miydi? Biz, Kur'an'ı Arapça bilmeyen birine
indirseydik de o bunu onlara okusaydı, yine de iman etmezlerdi"
(196-199).

Allah, bütün kavimlere hidayete ulaştırıcı
gerçekleri öğretmeleri için peygamberler göndermiştir. Bu
Allah'ın varlığı kuşatan rahmetinin bir
tecellisidir. Hiç bir memleket halkı, kendilerine bir
uyarıcı peygamber gönderilmeden önce helak edilmemiştir:
"Biz, hiçbir memleketi, öğüt vermek için, uyarıcı
peygamberler göndermeden helak etmedik. Biz, hiç bir zaman
zulmetmeyiz" (208-209). Bu, gerek bu sûredeki kıssalarda ve
gerek diğer sûrelerdeki kıssalarda örnekler verilerek net bir
şekilde açıklanmıştır.

Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
davetini etkisiz bırakabilmek için çeşitli yollara
başvuruyorlardı. Ancak her şeye rağmen Kur'an'ın
mucizevî üslûp ve ahengi karşısında coşarak iman
eden kimselerin artması, onları çılgına çeviriyordu.
Rasûlüllah (s.a.s)'i susturamayacaklarını
anladıkları zaman, insanları ona karşı şüpheye
düşürmek için onun şeytanlardan ilham alan bir kahin
olduğunu yaymaya çalıştılar. Allah, bu sözleri
sarfeden kimselere cevap olarak şöyle buyurmaktadır:

"Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara
yaraşmaz zaten güç de yetiremezler. Hem de onlar vayhi dinlemekten
uzak tutulmuşlardır" (210-212).

Yani şeytanlar isteseler bile insanlara iyilik ve
fayda getirebilecek bir şey öğretemezler. Çünkü bu onların
fıtratlarına aykırı bir şeydir. Hz. Peygamber
(s.a.s) ile gönderilen ilâhî kaidelerin her cüz'ünün insanoğlu
için gerek uhrevî ve gerekse dünyevî açıdan mutlak anlamda bir
iyiliği ihtiva ettiği açıkça ortadadır.
Kur'an'ın bizzat kendisi bir mucizedir ve içindeki âyetlerden bir
tanesinin dahi benzerini yapmaya kimse güç yetiremez.

Allah, Resûlüne ve dolayısıyla bütün iman
edenlere seslenerek, "Sakın Allah'ın yanında bir
başka ilah edinme, yoksa azaba uğrayanlardan olursun" (213)
buyurmakta ve insanlara İslâm'ın tebliğ edilmesini
emretmektedir. Davetçinin tebliğe en yakında bulunan
kimselerden başlaması gerekmektedir:

"Önce en yakın akrabalarını
uyar" (214).

Bu âyet nâzil olduğu zaman emredilen görevi
yerine getirmek için Rasûlüllah (s.a.s) "Abdulmuttalib'in kızı
Safiyye! Muhammed'in kızı Fatıma! Ey
Abdulmuttaliboğulları! Allah'a karşı sizin için
elimden bir şey gelmez. Ama malımdan yana benden
dilediğinizi isteyiniz" (Tirmizî, Tefsir, 27). Peşinden
Safa tepesine çıkarak bütün Kureyşlileri çağırdı
ve onlar Allah'ın azabına karşı uyardı (Kurtubî,
a.g.e., XIII, 143).

Gaybden haber aldığını iddia eden
kahinlerin yalancılıkları, şeytanların tahakkümü
altında oldukları muhtevasında güzellik ve hikmet
bulunmayan şiirlerin ve onları taklid edenlerin kötü durumları
dile getirildikten sonra sûre şu şekilde son bulmaktadır.

"Ancak iman edip salih amel işleyenler,
Allah'ı çok zikredenler ve haksızlığa
uğratıldıktan sonra, haklarını alanlar böyle değildir.
O zalimler yakında nasıl bir yıkılışla altüst
edileceklerini bileceklerdir" (227).

Ömer TELLİOĞLU


Konular