Şamil | Kategoriler | Konular

Zaruret

ZARÛRET

Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç,
şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil kullanımına
ihtiyaç duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret,
ızdırar mastarından isimdir. Izdırar; muhtaç ve
mecbur etmek demektir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1374/1955,
IV, 483). Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği
bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir
kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek
veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış
olur (Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı,
İstanbul 1330, tıpkı basım, I, 76, 79).

Zarûret konusunda İslâm'da "Zarûretler
haram olan şeyleri mübah kılar" prensibi uygulanır (bk.
Mecelle, mad. 21). Zarûretin haram olan şeyi mübah kılmasına
fıkıh usûlünde "ruhsat" denir (bk. "Ruhsat"
ve Azîmet" mad.) Ruhsat özür nedeniyle ikinci olarak meşrû kılınan
şeydir. Meselâ; başkasının malını telef
etmek prensip olarak yasaklanmış iken tam zorlama
karşısında zarûret ve özür nedeniyle ikinci olarak
mübah kılınmıştır. Ruhsat ise; haramlık
devam etmekle birlikte mübah olan şeydir. Mübah bir fiili işleyen
kimse nasıl sorumlu olmazsa, ruhsata uyan kimse de sorumlu olmaz. Bir
kimse tâm ikrah altında başkasının malını
telef etse, ikrah zarûreti, başkasının malını
telefin haramlığını kaldırmaz. Bu haramlık
devam eder, ancak zorlanan kişi bundan sorumlu tutulmaz. Yine açlıktan
helâk olma derecesine varan kimse, diğerini daha sonra vermek veya
sahibiyle helallaşmak üzere başkasının
malını, izinsiz olarak zorla alıp yese veya kendisine
saldıran, başkasına ait bir hayvanı değerini mâlikine
vermek üzere, canını kurtarmak amacıyla telef etse ruhsata
uymuş olur. Böylece açlık yüzünden başkasının
malını almak mübah olduğu gibi, saldırıcı
hayvanı canını kurtarmak için telef etmesi de mübah olur
(Ali Haydar, a.g.e., 76, 77).

İslâm'da azîmet asıl ve genel olan hükümdür.
Herkesi ilgilendirir ve yükümlü mü'minler buna uymak zorundadır.
Ruhsat ise asıl hüküm değildir. Zarûret meşakkat, güçlük
ve benzeri sebeplerle insanlar zarûret içinde kalır, meselâ ölmek
tehlikesi ile karşı karşıya gelirse murdar eti yemesi
gerekir. Meşakkat ve güçlükle karşılaşırsa
orucu bozabilir. Tedavi amaciyle doktor, kadının mahrem
yerlerine bakabilir.

Kur'ân-ı Kerîm'de bazı yiyecek ve içecekler
haram kılınmıştır. Murdar hayvan, kan, domuz eti,
şarap bunlar arasındadır. Ancak zarûret hali bulununca
bunlar mübah hale gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Şüphesiz
ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini bir de Allah'tan
başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse
mecbur kalır da zarûret halini aşmadan ve
başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse,
ona günah yoktur" (el-Bakara, 2/173). "Size ne oluyor da,
Allah'ın adı zikredilerek kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki O,
size mecbur kalmanız dışında haram olan şeyleri
geniş olarak açıklamıştır. Doğrusu bir
çokları heveslerine uyarak hiçbir ilme dayanmaksızın
insanları doğru yoldan saptırırlar. Şüphesiz
Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir" (el-En'âm, 6/119).

Âyetlerde geçen ızdırâr hali darda kalmak,
mecbur olmak anlamına gelir. el-Kurtubî'ye (ö. 671/1273) göre, bu
darda kalış; "ya haksız olarak bir kimsenin
zorlamasıyla, yahut da açlık hâlinde helâl yiyecek
bulamamakla gerçekleşir" (el-Kurtubî, el-Câmi' li
Ahkâmi'l-Kur'ân, 3. baskı, Mısır 1387, II, 275). Kurtubî,
zarûretin kapsam ve sınırını şöyle belirler:
"Zarûret halinde kişi bütün mübahlardan aciz kaldığı
için Allah Teâlâ bütün haramları mübah kılmıştır"
(el-Kurtubî, a.g.e., II, 232) "Ancak darda kalıp yediğiniz
müstesnâ...." âyetinin tefsirinde de; "...murdar hayvan ve
benzeri gibi bütün haram kılınanları, kastediyor..."
(el-Kurtubî, a.g.e., VII, 73) demiştir.

İbn Kudâme (ö. 620/1223), darda kalınan
murdar hayvan etini yemesinin mübah olduğunu belirttikten sonra
kapsamı genişleterek şöyle der:" .... diğer
haram ve yasaklar da böyledir" (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2.
baskı, Mısır 1367, VIII, 595)

Ancak mezhep müctehitleri sınırı bu
kadar geniş tutmayarak darda kalanın şarap içmesi veya
insan eti yemesi konusunda bazı şartlar öne sürmüşlerdir.

İmam Şâfiî ve İmâm Mâlik
şarabın susuzluk meydana getirdiğini dikkate alarak
şarabın darda kalan susuz kimse tarafından içilmesinin
caiz olmadığını söylemişlerdir. eş-Şâfiî
(ö. 204/819) şöyle der: "Darda kalan şarap içemez,
çünkü o da susatır ve acıktırır" (eş-Şâfiî,
el-Ümm, Mısır, t.y., II, 253). İmam Mâlik de, susuzluğu
gidermediğini dikkate alarak aynı görüşü savunmuştur.

İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler ise
şarabın zarûrî olan su ihtiyacım
karşılayacağını söyleyerek, darda kalanın
şarap içebileceği görüşünü benimsemiştir (İbn-Arabî,
Ahkâmü'l-Kur'ân, Mısır 1376, I, 57)

Diğer yandan susuzluk halinde şarap içmenin
hükmü konusundaki bu görüş ayrılığına
rağmen, dayanılmaz zorlama halinde şarabın içileceği
konusunda görüş birliği vardır. Çünkü böyle bir baskı
altında kalan kimsenin murdar hayvan, domuz eti ve benzerlerinin
yenebildiği gibi şarabın da içilebileceğinde görüş
ayrılığı yoktur (İbnü'l-Arabî, a.g.e., I, 56;
es-Serahsî, el-Mebst. XXVI, 48).

Darda kalanın kanı helal olmayan, kendi
kendine ölmüş insan eti yemesi Şafiîlerin en meşhur ve
sahih görülen görüşüne ve Hanbelîlerden Ebü'l Hattab'a göre
caizdir. Dayandıkları delil, darda kalanın ölü insanın
etini yemesi hayat hakkının tanınmasına
aykırı değildir.

Mâlikî ve Zâhirîlere göre ise aç kalan ve açlıktan
öleceğinden korkan kimsenin ölü insan eti yemesi caiz değildir.
Mâlikîlerden ed-Düsûkî hâşiyesinde şöyle der: "İnsana
gelince, ölü olsun diri olsun onu yemek caiz değildir. Darda kalan
açlıktan ölse de bu böyledir" (ed-Derdîr, eş-Şerhu'l-Kebîr
maa Hâşiyeti'd-Düssûkî. I, 59). Zâhirîlerden İbn Hazm (ö.
456/1063) da aynı görüştedir (İbn Hazm,
Mu'cemu'l-Fıkhî, I, 57).

Hanbelîlerin çoğunluk görüşüne göre,
ölü düşman askeri gibi kanı helal kimselerden ise, açlıktan
öleceğinden korkan kimse onun etinden yiyebilir. Delil şudur:
Öldürülmesi helâl olan kimsenin öldürüldükten sonra yenmesi de
zarûret halinde helâ) olur. Kendi kendine ölmesi de aynı hükme
tabidir. Fakat kişi hayatında iken kanı helal olanlardan
değilse, ölümünden sonra onun etini yemek de helâl olmaz. Nitekim
hadiste; "Ölünün kemiğini kırmak dirinin kemiğini
kırmak gibidir" (Mâlik, Muvatta', Cenâiz, 45; Ebû Dâvud,
Cenâiz, 60; İbn Mâce, Cenâiz, 63; Ahmed b. Hanbel, VI,
58,100,105,169, 200, 264) buyurulmuştur. Böyle bir kimseyi
öldürmek nasıl haramsa ölünce etini yemek de aynı hükme
tabi olmalıdır.

Ölü etinin yenebileceğini söyleyenlere göre
ise yukarıdaki hadis yemenin haramlığına delâlet
etmez, çünkü yenen kemik değil ettir. Diğer yandan hadiste
kastedilen anlam, ölünün de diri gibi saygıya lâyık
oluşudur. Yoksa ölüye diri kadar hak verilmiş değildir.
Nitekim kısas, tazminatta olduğu gibi korunma hakkında da
ölü ile diri arasında farklar vardır (İbn Kudâme, el-Muğnî,
VIII, 601; en-Nevevî, el-Mecmû Şerhu'l-Mühezzeb, IX, 41;
Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukunda Zaruret Hali, Irak İslâm
Araştırmaları Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, yıl
1970)

Yolculuk halinde açlıktan öleceğinden
korkan kimsenin murdar hayvan eti ve benzeri haram şeyi yiyebilmesi
veya haram içecekten içebilmesi için yolculuk meşrû bir yolculuk
olması gerekli midir? Başka bir deyimle yol kesmek.
hırsızlık yapmak, suçsuz bir insanı öldürmek veya
zina yapmak üzere yola çıkıp da açlık veya susuzluktan
dolayı ölecek duruma gelen kimse İslâm'ın
ruhsatlarından yararlanabilir mi?

Çoğunluk müctehitlere göre günah işlemek
üzere yola çıkan kimse zarûret ruhsatlarından yararlanamaz.
Çünkü bu ruhsatlar darda kalana yardım için tanınmıştır.
Günah için yolculuk yapan bu yardıma lâyık değildir.
Ancak tevbe edip hak yola dönüş yaparsa yararlanabilir. Çünkü
Allah Teâlâ darda kalanın haramı yiyebilmesini "bâğî"
olmama şartına bağlamıştır (bk. el-Bakara,
2/173). Âyetteki; "Bâğî" kötü amaçlı, kötülük
yapmak isteyen kimse; "âdî" ise; cevaz sınırını
aşan kimse demektir. Bu konuda İmam eş-Şâfiî (ö.
204/819) şöyle der: "Günah yolcusunun durumu ne olursa olsun,
ona yüce Allah'ın haram kıldığı hiçbir şey
helâl olmaz, çünkü o, darda kalana, haddi aşmamak ve günah da işlememek
şartıyla haramı helâl kılmıştır"
(eş-Şâfiî, el-Ümm, Mısır, t.y., II, 253).

Bazı fıkıh bilginlerine göre ise günah
için yolculuk yapanlar da zarûret ruhsatlarından yararlanabilirler.
Çünkü yiyemeyerek kendilerini ölüme bırakmaları daha büyük
günahtır. Allah Teâlâ; "Kendinizi öldürmeyin"
(en-Nisâ, 4/29) buyurmuştur. Bu emir taat üzere olanı da günah
işleyeni de kapsamına alır.

Diğer yandan günah işleyen tevbe edebilir ve
Allah günahlarını affeder (el-Kurtubî, a.g.e., II, 232-233).

Günah işlemek amaciyle yola çıkıp da açlık
veya susuzluktan ölümle karşılaşan kimse
pişmanlık duyarak günahından dönmeli ve normal yolcular
gibi zarûret ruhsatlarından yararlanmalıdır. Çünkü
zarûret halinden söz eden âyet ve hadislerde yolcu ile mukîm, hayır
için yolculuk yapanla ma'siyet için yolculuk yapan arasında bir
ayırım yapılmamıştır.

Darda kalanın murdar hayvan ve benzeri
şeylerden yiyebileceği miktar kendisini ölümden kurtaracak ve
hayatını sürdürecek kadar olan miktardır. Doyumluktan
fazla yiyemez. Bu konuda görüş birliği vardır. Ancak
doyma konusunda Hanefiler doyuncaya kadar yiyemez, çünkü zarûret
sebebiyle helâl kılınan, zarûreti gideren miktardır, daha
fazlası değildir, demişlerdir (İbn Nüceym, el-Eşbâh,
ve'n-Nezâir, Mısır, 1387, 86; Şâfiî, a.g.e., II, 252;
İbn Kudâme, a.g.e., VIII; 595).

Bu prensip Mecelle'nin 22. maddesinde şöyle ifade
edilmiştir: "Zarûretler kendi miktarlarınca takdir
olunur". Bunun anlamı; zarûret için mübah kılınan
şey zarûret miktarı ile takdir olunur, demektir. Meselâ; açlıkla
dara düşen kimse, açlığın derecesi kadar zarûret
ruhsatından yararlanır. Sonuç olarak, zarûret için mübah kılınan
şey, yalnız zarûreti kaldıracak kadar işlenebilir,
yoksa zarûret bahane edilerek bundan fazlası işlenemez. Örneğin;
bir kimse açlıktan helâk olma derecesine gelince, bedelini vermek
veya sahibiyle daha sonra helallaşmak üzere izinsiz başka
birisinin malından yemeğe mecbur kalsa, ancak kendisini
ölümden kurtaracak kadar yiyebilir. Yoksa bu açlık bahanesiyle
daha fazlasını yiyemez (Ali Haydar, Düraru'l-Hükkâm
Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 78, 79).

Diğer yandan zarûret, haram kılınan
şeyi yemediği takdirde kişinin ölümüne yol açan hal
iken ihtiyaç (hâcet); bir kimsenin yiyecek bulamasa telef olmaz ise de sıkıntı
ve meşakate düşmesi hâlini ifade eder. İhtiyaç hali
haramı mübah kılmaz ise de oruçlunun orucu bozmasını
mübah kılar. Meselâ; bir kimse açlıktan helâk olma
derecesine varmış değil iken, mücerred koyun eti, yağlı
yemek ve tatlıları canı istemekle izinsiz olarak
başkasının malından bunları alamaz. Eğer
alırsa "gâsıp" olur ve İslâm'ın
yasakladığı bir fiili işlemiş bulunur (Ali
Haydar, a.g.e., I, 79, 80).

Zarûret Halinde Haramı İşlemek Farz
mıdır?

Bazı zarûret hallerinde kişi azîmetle
ruhsat arasında seçimlik hakka sahip değildir. Ruhsata uyarak
haram olan yiyecek veya içeceği kullanması gerekir. Aksi halde
günahkâr olur. Çoğunluğun görüşü böyledir. Büyük
Hanefî hukukçusu es-Serahsî (ö. 490/1097) bu konuda şöyle der:
"Bir kimse ölü hayvan eti, domuz eti yemeğe veya şarap içmeye,
ölüm tehdidi altında zorlansa, bu şartlarda bunların
helal olduğunu bilerek yapmaz ve öldürülürse günahkâr olur.
Çünkü zarûret hali haramlıktan müstesna edilmiştir. Bu
durumda murdar et ve şarap, zarûret hali dışındaki
diğer yiyecek ve içecekler gibi olur. Kişinin bunlardan ölüme
kadar kaçınması caiz olmaz. Görmez misin ki, açlık ve
susuzluktan dolayı ölmekten korkan kimse murdar hayvan veya domuz
eti ya da kan bulsa, bunların caiz olduğunu bilerek yiyip içmese
ve sonunda ölse günahkâr olur. Bu görüş Mesrûk'tan da
nakledilmiştir" (es-Serahsî, el-Mebsut, 3. baskı, Beyrut,
t.y., XXIV,151; el-Kurtubî, a.g.e., II, 232).

Şâfiîlerden bir grup, darda kalanın
direnebileceğini ve bu yüzden öldüğü takdirde günaha girmiş
olmayacağını ileri sürmüştür. Ebû Yûsuf'tan da
aynı görüş nakledilmiştir (bk. es-Serahsî, a.g.e., XXVI,
48; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 596).

Çoğunluğa göre zarûret haram olan yiyecek
ve içeceklerin haramlık niteliğini kaldırır,
onları darda kalan için koyun, ekmek gibi mübah kılar.
Dayandıkları delil şu âyettir: "...Allah üzerinize
haram kıldığı şeyleri teker teker açıkladı.
Ancak darda kalmanız durumu müstesnadır" (el-En'âm,
6/119). Buradaki istisna, darda kalan için bazı haramların
helal hale geleceğini gösterir. Buna göre haram kılınmanın
normal hallere mahsus olduğu anlaşılır.

Kısaca insanın bedeni ve hayatı
kendisine emanettir. Bu emaneti sonuna kadar kullanmayarak ölümü seçen
kimse, kendisinin ölümüne yol açmış olur ki, buna savaş
ve benzeri haller dışında izin verilmemiştir. Çünkü
âyette: "Kendi kendinizi öldürmeyiniz" (en-Nisâ, 4/29)
buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in şu hadisi de bunu
desteklemektedir. Bir savaşta büyük yararlılık gösteren
bir sahabe için diğer sahabeler; "Bugün onun yaptığı
kahramanlığı hiç birimiz yapamadık" dediler. Hz.
Peygamber; "O cehennem ehlindendir" buyurdu. Bu cevabı
hayretle karşılayan bir arkadaşı bu savaşçıyı
izledi. Sonunda savaşçı ağır bir yara aldı ve
bir an önce ölmek isteyerek kılıcının
kabzasını yere koydu, ucunu da göğsüne dayayarak intihar
etti. Durum Allah'ın Rasûlüne iletilince şöyle buyurdu:
"Kişi dış görünüş bakımından
cennetliklerin işini işler, halbuki o, cehennemliktir, yine
kişi, insanlara göre cehennemliklerin işini işler, halbuki
cennetliktir" (Müslim, Sahîh, (Nevevî Şerhi ile),
el-Mısrıyye Tab'ı, VIII, 49).

Bu duruma göre, bir kimsenin kendi isteğiyle
meşru yiyecek ve içecekleri de terkederek bir amaca ulaşmak,
sesini duyurmak veya bir kesimin haklarını dile getirmek gibi düşüncelerle
"ölüm orucu" tutması caiz değildir. Bu bir ibadet
olmadığı gibi, ölümle sonuçlandığı
takdirde kişi için bir intihardır. Ancak ölüme yol açmayacak
ölçüde, bir takım meşrû istekleri dile getirmek için bir
veya iki öğün yemeğe katılmamak veya yemek boykotu
yapmak, buna katılanların niyetine ve amaçlarının
olup olmadığına göre değerlendirilmelidir.

Zarurette Ölümün Tercih Edilebilirliği Haller

Bazı durumlarda azîmete uymak ölüme sebep
olabilir, buna rağmen azmete uymak caiz olur. Ancak böyle bir kimse
ruhsata uyarak canını da kurtarabilir. Örneğin; bir kimse
silahla küfre zorlansa, ölmemek için, dıştan bunu kabul
edebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur. "Gönlü
imanla dolu olduğu halde, zor altında kalan
dışında, inandıktan sonra gönlünü küfre açarak
Allah'ı inkâr edenlere, Allah katından bir gazap vardır, büyük
azap da onlar içindir" (en-Nahl, 16/106). Nitekim ashab-ı
kiramdan Ammar b. Yâsir (r.a) müşriklerin ağır
işkenceleri altında küfrü gerektiren sözleri söylemiş,
gelip durumu arz edince Rasûlüllah (s.a.s) kendisine; "Arkanda ne
vardı" diye sormuş, o da; "Kötülük vardı; seni
kötülükle onların tanrılarını ise iyilikle
anmadıkça beni bırakmadılar" dedi. Hz. Peygamber;
"Kalbini nasıl buluyorsun?" diye sorunca da;
"İmanla dolu buluyorum" diye cevap vermiştir. Bunun
üzerine Allah Rasûlü; "Onlar sana aynı şeyi yaparlarsa,
sen de aynı şeyi tekrar edebilirsin " buyurmuştur
(es-Serahsî, a.g.e., XXIV, 43). Bu durma göre, Müslümanın
işkence ve baskı altında bulunduğu sırada, kalbi
imanla dolu olduğu halde, diliyle şirk sözlerini söylemesi onu
dinden çıkarmaz. Ancak buna rağmen güçlüklere sabrederek
gerçeği söylemeğe ve susmaya devam ederse bu daha
faziletlidir. Nitekim ashab-ı kiramdan Hubeyb b. Adiy (r.a), müşriklerin
İslâm'dan dönmesi için yaptıkları baskılara
rağmen, dinden döndüğünü söylememesi üzerine öldürülmüş,
Cebrail (a.s) tarafından bu şehidin durumu Rasûlüllah
(s.a.s)'e iletilince o, şöyle buyurmuştur: "O,
şehitlerin en üstünü ve cennette benim arkadaşımdır"
(es-Serahsî, a.g.e., XXIV, 44).

Bazı ülke ve devirlerde iyiliği emir ve kötülükten
sakındırma görevi yapılamaz olur. Gerçeği söyleyene
büyük baskı, tehdit ve ölüm uygulaması yapılır. Böyle
bir yer ve dönemde mü'minin "takıyye" yapması ve
ruhsata uyması caiz olur. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
buyurulur: "Mü'minler mü'minleri bırakıp kafirleri dost
ve idareci edinmesin, kim böyle yaparsa, Allah katında iyi bir
Şey yapmış olmaz; ancak onlardan korkmanız durumu müstesnadır.
Allah sizin kendisinden korkmanızı ister" (Âlu İmrân,
3/28). Ancak böyle bir durumda sonu ölüm bile olsa, korkup susmamak ve
doğru yolu göstermek azîmete uymak olur. Nitekim Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Şehitlerin başı,
Abdulmuttalib'in oğlu Hamza ile doğruyu söylediği için
zâlim sultan tarafından öldürülen kimsedir" (Ebû Zehra,
Usûlü'l-Fıkh, Kahire, t.y., terc. Abdulkadir Şener, 4.
baskı, Ankara 1986, 51).

Tedavi ile İlgili Zarûretler

İnsanın hastalandığı zaman
tedavi olma hakkı hatta görevi vardır. Çünkü beden bir
emânettir. İbadetlerin ve diğer bir takım İslâmî
emir ve yasakların eksiksiz yapılabilmesi bedenin
sağlıklı olmasını gerektirir. Korunulmasına
rağmen hastalık olursa mü'minin tedavi olması gerekir.
Çünkü Hz. Peygamber; "Ey Allah'ın kulları tedavi
olunuz" buyurmuştur (bk. Tirmizî, Tıbb, 2; Ebû Dâvud, Tıbb,
1, II; İbn Mâce, Tıbb, 1; Ahmed b. Hanbel, III, 156, IV, 278).

Tedavi olmanın kapsamına ilâç kullanmak,
yarayı ameliyatla temizlemek girdiği gibi gerektiğinde kan
nakli, bir uzvun kesilmesi ya da vücuttan ayrılması gereken bir
uzvun çıkarılması gibi bütün tedavi yöntemleri girer.
Doktor böyle bir operasyon sırasında hastanın, ihtiyaç
kadar olan mahrem yerlerine bakabilir. Ancak kadınlar için hu konuda
imkân ölçüsünde bayan doktor ve hemşirelerden
yararlanılması asıldır. Çünkü Hz. Peygamber'in bu
konuda çeşitli uyarıları vardır.

Hz. Peygamber'e ashabı kiram; "Ey
Allah'ın elçisi, bizden birimiz tek başımıza
bulunduğumuzda da mı örtünmeye dikkat edeceğiz?"
diye sorunca, o şöyle cevap vermiştir: "Şüphesiz
Allah, kendisinden utanılmaya daha layıktır" (Buharî,
Gasl, 20; Tirmizî, Edeb, 22, 39; İbn Mâce, Nikâh, 28). Bir defasında
Rasûlüllah (s.a.s) zekât develerinin bulunduğu yere gitmişti.
Çobanın güneşte soyunmuş olduğunu görünce, onu
görevden azletti ve şöyle buyurdu: "Hayası olmayan kimse
bizim işimizde çalışmasın" (es-Serahsî, a.g.e.,
X, 156)

Ancak özür sebebiyle erkeğin veya
kadının avret yerine bakılmasında bir sakınca
bulunmaz. Örneğin; sünnet için sünnetçinin erkeğin mahrem
yerine bakması caiz olduğu gibi, hastalık halinde de bu
caiz olur. Yine doğum sırasında ebe, kadının
mahrem yerlerine bakar, zarûret halinde kadın doktor
bulunmayınca erkek doktor da kadının tedavisinde
bulunabilir. Çünkü Hz. Peygamber doğum sırasında ebenin
hazır bulunmasına ve gerektiğinde doğuma şahitlik
yapmasına cevaz vermiştir. Bu durum bakmayı da kapsar
(es-Serahsî, a.g.e., X, 156).

es-Serahsî (6. 490/1097), kadının erkek
tarafından tedavi ve muayenesi konusunda şöyle der: "Kadında
çıkan bir çıbanı tedavi edecek bir kadın (doktor)
bulamaz, başka bir kadına tedavi şeklini öğretmek de
mümkün olmaz ve hasta kadının ölmesi veya bitkin hale gelmesi
yahut dayanamayacağı bir acının meydana gelmesi söz
konusu olursa, bu yaranın bulunduğu yer dışında
kadının örtünmesinde, sonra onu bir erkeğin tedavi
etmesinde bir sakınca yoktur. Bu erkek, gücünün yettiği
ölçüde yaranın bulunduğu yer dışındaki
kısımlardan gözünü sakınır. Çünkü bir cinsin diğer
cinse bakması daha ağırdır. Burada zarûret halinin
gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılır. Bu ise
ölüm tehlikesidir, böyle bir tehlike ortaya çıkınca da zarûret
miktarından fazlası mübah olmaz" (es-Serahsî, a.g.e., X,
157).

Haram Kılınmış Şeylerle Tedavî

Necis (pis) olsun veya olmasın yenmesi ve içilmesi
haram kılınmış olan şeylerle tedavinin caiz olup
olmadığı konusunda görüş
ayrılığı vardır.

Hanefilere göre şifa vereceği kesin olarak
bilinen haramla tedavi caizdir, bilinmiyorsa mübah değildir. Büyük
Hanefî fakihlerinden el-Kâsânî (ö. 587/1191) şöyle der:
"Dayanılmaz açlık sırasında murdar ölmüş
hayvan eti yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazına
takılan lokmayı gidermek nasıl caiz ise, şifa
vereceği kesin olarak bilindiği takdirde haram yiyecek ve içeceklerle
tedavi de bu şekilde caizdir. Ancak şifa konusunda kesinlik
yoksa tedavi caiz olmaz. Diğer yandan Ebû Yûsuf, aslında haram
olduğu halde deve sidiğinin tedavi amaciyle içilmesini mübah
görmüştür. Çünkü Hz. Peygamber, iklim farkı nedeniyle
hastalanan Urenîlere zekât develerinin sidiğini içerek tedavi
olmalarını emir buyurmuştur (el-Kâsânî, a.g.e., I, 61).
Ebû Hanife'ye göre ise, bu caiz değildir, çünkü şifa
vereceği kesin olarak bilinmemektedir. O'na göre Ureniler hadisini
şu şekilde anlamak mümkündür "Hz. Peygamber o sidiğin,
yalnız onların hâstalığına şifa
vereceğini bilmiştir" (el-Kâsânî, a.g.e., I, 61-62).

Hanbelîlere göre, İslâm'da haram kılınmış
yiyecek ve içeceklerle tedavi de caiz değildir. İbn Teymiyye;
şarap domuz eti ve benzerleriyle tedavinin caiz olup
olmadığı sorusuna, şu cevabı vermiştir:
"Bunlarla tedavi caiz değildir" (İbn Teymiyye, Fetâvâ,
Mısır, 1329, I, 270). İbnü'l-Kayyim de aynı
cevabı vermiştir (İbnü'l-Kayyim, Zâdü'l-Meâd, II, 114)
İbnü'l-Arabî de, Sahnûn'un; "Şarap ve domuz eti ile
tedavi olunmaz" sözünü naklettikten sonra ayni görüşü
benimsemiştir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).

Dayandıkları delil sünnettir. Târık b.
Süvey el-Cufî'den rivâyet edildiğine göre, Rasûlüllah
(s.a.s)'den şarabı sormuş, o da
yasaklamıştır, ya da üretilmesini çirkin görmüştür.
Târık'ın: "Ben onu yalnız tedavi için
üretiyorum" demesi üzerine de "O ilâç değil
derttir" buyurmuştur (Dârimî, Eşribe, 6; Müslim, Eşribe,
12; Ebû Dâvud, Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 8)

Ebu'd-Derdâ (r.a)'dan Rasûlüllah (s.a.s)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ hem derdi hem
de ilâcı (deva) indirmiştir, her hastalık için bir ilâç
yaratmıştır, tedavi olun, ancak tedavide haramı
kullanmayın" (bk. Mâlik, Muvatta', Ayn, 12; Ahmed b. Hanbel,
Müsned I,13, 446, III, 156).

İbn Mes'ûd (r.anhümâ)'dan şöyle dediği
nakledilmiştir: Âllah şifanızı haram
kıldığı şeylerde
yaratmamıştır" (eş-Şevkanî,
Neylü'l-Evtâr, VIII, 203). Başka bir hadiste de Allah elçisi pis
ilâcı yasaklamış ve; "Âllah Teâlâ ümmetimin
şifasını, onlara haram kıldığı
şeylerde yaratmamıştır" (bk. Ebu Dâvud, Tıbb,
II; Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb, II, Ahmed b.
Hanbel, II, 305, 446, 478; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 203;
İbn Teymiyye, I, 270).

Bu görüşte olanlara göre, dara düşen
kişi için açlığı ve susuzluğu giderecek
haramdan başka bir şey bulunmadığı zaman, çare
tek olmaktadır, bu da haramı zarûret yüzünden yemek veya
içmekten ibarettir. Hastalıkların tedavisinde ise ilâç bu
haramdan ibaret değildir. Çoğunlukla tedaviye alternatifli ilaçlar
ya da tedavi yöntemleri vardır. Bu yüzden açlıkla
hastalık aynı nitelikte değildir. Çünkü açlığın
haramı yemekle giderilebileceği kesindir,
hastalığın ilaçla iyileşmesi ise bu derece kesin
olarak önceden bilinmemektedir. Diğer yandan açlıktan öleceğini
anlayan kişinin haramı yemesi farz olur, hastalık halinde
tedavi olmanın farz oluşu ise ihtilaflıdır. Çünkü
sahabe ve tabiîlerden birçok kimse tedavi olmamış ve hiçbir
bilgin bunları kıramamıştır (İbn Teymiyye,
Fetâvâ, I, 259-260, 268-270).

Zâhirîlere göre haram şeyle tedavi olmak
caizdir. Zâhirî bilgini İbn Hazm şöyle der: "Şarap
darda kalıp zarûret haline düşen için mübah olur. Susuzluğu
gidermek, tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap
içene ceza gerekmez" (Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm,
Te'lif, komisyon, Dimaşk Üniversitesi). İbn Hazm'ın
dayandığı delil şudur: "Sidiği yemek ve içmek
normal zamanda haramdır, fakat tedavi ve benzeri zarûret durumunda
haram değildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s) Urenîlere hastalıklarının
tedavisi için deve sidiğini mübah kılmıştır"
(Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm, I, 353; el-Kâsânî, a.g.e.,
I, 61). İbn Hazm, haram tedaviyi caiz görmeyenlerin dayandığı
hadislerin kritiğini yaparak bir bölümünü zayıf bulmuş,
bir bölümünü ise şöyle te'vil etmiştir: "Zarûret
halinde tedavi amaciyle haram kılınmış şeyleri içmek
mübahtır. Bunlar mübah olunca, tedavide kullanılması
yasaklanmış "pis ilaçlar" sınıfına
girmemelidir, bu yüzden bunlara "pis" denemez" (bk. Ebû
Dâvud Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb,
II; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 446, 478; Mu'cemü'l-Fıkh, I, 353).

Sonuç olarak haramla tedavi konusunda orta yol
Hanefîlerin görüşüdür. Eğer hastalığı
meşru gıda, yiyecek, içecek ve ilaçlarla tedavi mümkün
olursa bu yola gidilir. Eğer tedavinin haram bir yiyecek, içecek
veya ilaçla tedavi edilebileceği tecrübelerle biliniyorsa böyle
bir ilâç ameliyat ve operasyonla tedavi yoluna gidilebilir. Burada
"Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mubah
kılar" kuralına uyulmuş olur. Çünkü hastalık
da ağırlık durumuna göre zarûret kapsamına girer.

Sarhoşluk Veren Maddenin İlaca
Karıştırılması

Bazı ilâçlara alkol veya başka
sarhoşluk veren maddeler karıştırılmakta ve
tedavi için bunlar doktor tarafından hastaya tavsiye edilmektedir.
Bu konuda önce ilâcın alkolsüz olan alternatifi varsa Müslüman
hasta için bunun tercih edilmesi gerekir. Alternatifi yoksa ve şifa
vereceği veya hastayı rahatlatacağı kesin olursa
hastaya böyle ilaç kullanmak mübah olur. Günümüzde pek çok
depresyon ve nörolojik vak'alarda kullanılan ilaçların çoğunda
müsekkin maddesi bulunmaktadır. Hastanın sinir sistemi teskin
edilerek, acı duyması önlenmekte, uykusuzluğu giderilmekte
ve ameliyatlarda heyecan ve panik hali en aza indirilmektedir.

İlaçlarda kullanılan müsekkin maddesi bazı
istihaleler geçirerek değişime uğrarsa aslında
bulunan "necis (pis)" olma niteliği de
değişebilir. Büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (ö.
587/1191) Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'nin (ö. 189/805)'nin
bu konudaki görüşünü açıklarken şöyle der:

"İmam Muhammed'e göre necaset zamanın
geçmesiyle başkalaşır ve özellikleri nitelik değiştirirse
başka bir şey olur ve temiz hale gelir... Necâset istihale
geçirip nitelikleri ve anlamı değişince pis olmaktan çıkar.
Çünkü necâset sözcüğü bir şeye, belirli bir
niteliğinden dolayı ad olarak verilmiştir. Vasıf
değişince ad da değişir ve sirkeye dönüşen
şarap gibi olur" (el-Kâsânî, el-Bedâyi'l, 85)

Mâlikîlerden İbnü'l-Arabî şöyle der:
"Bir kimse murdar hayvanla tedaviye muhtaç olursa, ya olduğu
gibi kullanır veya yaktıktan sonra kullanır. Eğer
yakmak suretiyle değişikliğe uğrarsa onun tedavide
kullanmak ve üzerinde bulunduğu halde namaz kılmak
caizdir" (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).

Hanbelîlerden İbn Teymiyye de bu konuda şöyle
der: "Murdar hayvan, kan, domuz eti ve benzerlerinden Allah Teâlâ'nın
haram kıldığı pis maddeler suya veya başka bir
sıvıya düşüp karıştığı, parçalanıp
vasıf ve eseri kalmadığı takdirde, artık orada ne
murdar hayvan, ne de kan, ne de domuz eti vardır. Şarap da
akıcı bir maddeye karışıp kaybolduğu ve
(duyu organlarıyla algılanabilen) bir niteliği
kalmadığı takdirde, o maddeyi içen şarap içmiş
değildir" (İbn Teymiyye, Fetâvâ, I, 20).

Sonuç olarak yenilmesi ve içilmesi haram olan bir
maddeden az bir miktarı eriyip kaybolacak, rengi, tadı veya
kokusu yahut kendisine ait etkisi kalmayacak şekilde bir ilâca karıştırılmış
olursa; erime, veya pişme yoluyla başka şeye dönüşen
necâsete kıyas edilerek, haram olma vasıfları kalkar ve ilâç
olarak kullanılmalar da caiz olur (bk. Abdillkerim Zeydan, İslâm
Hukukunda Zarfiret Hali, Terceme, H. Karaman, İslâm'ın
Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, I,
312 vd).

Meşru Savunma Halinde Saldırganı
Öldürmek

Genel olarak bütün hukuk sistemlerinde ölmemek için
kendisini savunurken başka çare kalmadığı takdirde
saldırganı öldürmek hakkı
tanınmıştır. Çünkü saldırıya uğrayan
kimseden sabredip öldürülmeyi beklemesi istenemez. Saldırı
şahsa olduğu gibi mala yönelik de olabilir. Delil şu
âyettir: "Size saldırana size saldırdıkları gibi
saldırın" (el-Bakara, 2/194).

>>>>>


Konular