Şamil | Kategoriler | Konular

Vatan

VATAN

Bir kimsenin yerleşip yurt edindiği yer.
Sığır ve koyun ağılı. Çoğulu "evtân"dır.
Vatan sözcüğü "vatane" fiilinden bir isim olup, fiil
anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Aynı fiilin if'âl
ve tef'îl babı ise; yurt edinmek, kendisini
alıştırmak anlamına gelir. Aynı kökten yer ismi
olan "mevtın" sözcüğü ise; yer, yurt, toplantı
yeri, savaş sahnesi anlamlarına gelir. Çoğulu "mevâtın"
dır.

Kur'ân-ı Kerîm'de yurt, vatan anlamında
"ed-dâr" lafzı kullanılır. "Dünya hayatı
eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret
yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır.
Aklınızı kullanmaz mısınız?" (el En'âm,
6/32). "Biz onlara ahiret yurdunu hatırlama özelliği
verdik" (Sa'd 38/4). Vatan kelimesi Kur'ân'da geçmez, bu kökten
"mevtın"in çoğunu "mevâtın" yer ve
mevki anlamında bir âyette şöyle kullanılır:
"Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde ve Huneyn savaşı
yapıldığı günde yardım etmişti"
(et-Tevbe, 9/25).

Hadislerde ise "vatan" ve
"mevtın" sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke
anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste "O,
benim vatanım ve yurdumdur" (Ebû Dâvud, İmâre, 36)
buyurulur. Burada "vatan" ve "dâr" eş
anlamlıdır. Abdullah b. Ömer'in naklettiği; "Rasûlüllah
(s.a.s) yedi yerde namaz kılınmasını
yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler,
mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve
Beytullah'ın üstünde namaz kılmak" (Tirmizî, Mevâkît,
141). Burada "mevâtın" (yer, yerler) anlamında çoğul
kullanılmıştır.

Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun
hakim güç olarak yaşadığı, sınırları
belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye
"ülke" veya "yurt" denildiği gibi,
tebeasına da "vatandaş" veya "yurttaş"
denir.

İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr"
sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslâm toplumunun yaşadığı
ve hâkim olduğu yerler için "dârul-islâm" düşman
elinde bulunan ülkeler için de "dârul-harp" olarak ifade
edilir. İslâm fıkhında dâr; "bir Müslüman veya
gayrimüslim idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke"
olarak tarif edilir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Bulak, 1272,
III, 247).

Dünya ülkelerinin dârulislâm ve dârulharp olarak
ikiye ayrılması Kur'ân ve sünnette yapılmış bir
tasnif değildir. Bazı muasır Müslüman müellifler bu
taksimi olaylar ve siyasî şartlar karşısında
fakihlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir (Ahmet
Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul,1988, 79).
Muteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefîlere
delil olarak kullanılan bazı hadislerde bu tabirlerin
kullanıldığı görülür. Şu hadisler örnek
olarak verilebilir: "Dârulharp'te hâdler uygulanmaz"
(ez-Serahsî, el-Mebsût, IX,100; Zeylaî, et-Tebyîn, I, Baskı,
Bulak,1313, IV, 97; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, Mısır,
1319, IV,178). " Dârulharp'te Müslümanla harbî arasında faiz
yoktur" (es-Serahsî, a.g.e., X, 28, XIV, 56; Zeylaî, a.g.e., IV,
97; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 178). " Dârulislâm kendinde
bulunanı saldırıdan korur darulharp de içinde bulunanı
mübah kılar" (el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 2. baskı,
Kahire, 1966, 60). Buharî (ö. 256/869),

"Sahîh" inde başlık olarak daru'l
islâm ve dârul-harp ifadelerini kullanmış ise de, bu
başlık altında verilen hadislerde bu terimler yer
almamıştır. Buhârî, hadislerin mefhumunu dikkate alarak
bu başlıkları koymuş olmalıdır (bk. Buhârî,
Sahîh, Cihad IV, 31, 33; Aynî, Umdetu'l-Kârî, Kahire 1348, XIV, 303).

Asr-ı Saadette dârulislâm ve darulharp kavramının
ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur.
Mekke döneminde mü'minlerin sayısı az olup, güç bakımından
bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi.
Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin
el-indeydi. Zaten İslâm'ın devlet sisteminde gelmişti.

İslâm'ın ilk zamanlarında davet ve
ta'lim işleri Mekke'de Erkam b. Ebi'l Erkam'ın (ö. 13/634)
evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer'in (ö.
23/643) de bulunduğu bir çok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu
yüzden o eve "darûl-İslam" denilmiştir (Hâkim,
el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, III, 502; Zeylaî,
Nasbü'r-Râye, III, 477). Buradaki "dâr" sözcüğünün
"ev, bina" anlamında kullanıldığı açıktır.

Diğer yandan Mekke müşriklerinin
baskıları artınca Hz. Peygamber, tebeasına zulüm
yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği
Habeşistan'a hicret edilmesini emir buyurdu. Bu ülke için Allah
elçisinin " Ârdu sıdk (doğruluk ülkesi)" deyimini
kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir
anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere
olan bir yönetimin varlığını ifade eder (bk. İbn
Hişâm, es-Sîre, Mısır 1355, I, 339, 340). Mekke döneminde
dârülislâm'dan söz etmek imkânı yoktur. Ancak Mekke
fethedilinceye kadar bu yörenin dârulharp sayıldığında
şüphe yoktur. Nitekim Mâlikî fakihlerinden İbn Kasım (ö.
191/807), dârulharp'te Müslüman olan bir kölenin, İslâm'a
girmemiş olan efendisiyle mülkiyet ilişkisini incelerken Mekke
için şöyle der: "... Bilal, efendisinden önce İslâm'a
girdi. Ebû Bekir de onu alıp azat etti. Ülke de o zaman dârulharp
idi, çünkü o sırada Mekke'de cahiliyye devri otoritesi ve hükümleri
hâkimdi" (Malik, el- Müdevvene, Mısır 1323, II, 22).

Hanefilere göre dârulharp'te Müslümanın harbîlerle
mal ve para karşılığında bahse girmesi caizdir.
Delil; Rum Sûresi'nin ilk âyetleri inince, Hz. Ebu Bekr'in (ö.13/634)
müşriklerle girdiği bir bahse Hz. Peygamber'in izin vermesidir.
Buna göre, belli bir zaman süreci içinde, ehl-i kitap olan Bizans, Müşrik
olan İran'a karşı galip gelecekti. Nitekim zaman Hz. Ebû
Bekr'i doğrulamış ve Bizans galip gelmîşti. es-Serahsî
(ö. 490/1097), bu bahisle ilgili olarak şöyle der:
"...Çünkü Ebû Bekir, Mekke'de, islâm hükümetlerinin uygulanmadığı
dâruşşirk'te (şirk ülkesi) idi" (es-Serahsî,
el-Mebsût, Mısır 1331, XIV, 57; İbnü'l Hümâm,
Fethu'l-Kadîr, VI,178). İbn Abbas (r.anhümâ)'ın hicretten
önceki dönem için Medine hakkında da dâruşşirk deyimini
kullandığı görülür. O şöyle demiştir:
"Allah elçisi, Ebû Bekir ve Ömer de muhâcirlerdendi, çünkü
onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhacir olanlar da
vardı. Çünkü Medine dâruşşirk idi, onlar da Akabe
gecezi Rasûlüllah'a geldiler" (Nesâî, Sünen, Bey'a, 13; Mısır
1348/1930, VII, 145).

Müslümanlar Medine'ye hicret edip siyasî, ekonomik
ve askerî bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce
kavuşunca İslâm Devlet sistemi uygulaması
başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde
yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslâm toplumu
arasında bir takım ikili anlaşmalar yapılıyordu.
Bu konuda hazırlanan ilk islâm Anayasası'nı örnek
verebiliriz (bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,121 vd,;
Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri,
İstanbul 1970, 35 vd.; Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve
İslâm Anayasası, 38 vd).

Böylece Medine'de dârulislâm uygulaması söz
konusu idi. Ancak, Mekkeli mü'minlerin hicret ederek yerleşmeleri
nedeniyle önceleri Medine bir "dârulhicre" yani "hicret
vatanı" durumunda idi. Mekke ise halen "dârul-küfr
ve'l-harp" durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir
yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz
bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir:
"Rasulüllah (s.a.s)'in Medine'si dışında her yer dârulharp,
düşmanla çatışma ve cihad alanıydı" (el
Hazm, el-Muhallâ, VII, 353).

Bu duruma göre hicretten önce dârulislam mevcut değildi.
Hicretle birlikte Medine yöresi dârulİslam halini aldı. Daha
sonra Hz. Peygamber zamanında fethedilen yerler dârul İslam'a
katılırken, fetihten sonra Mekke de darulislâm'a katılmış
oldu.

İşte sınırlarla çevrili bir toprağın
mü'minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir.
Mekke'de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü'minler mal,
can, ırz güvenliği, inanç ve ibadet öğürlüğünü
tehlikede görünce önce Habeşistan'a daha sonra da Medine'ye hicret
ederek öz yurtlarını terketmişlerdir. Ancak bu sürekli
terketmekten çok, İslâm'ı serbest yaşayıp
yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz.
Peygamber'in hicret için Mekke'den ayrılırken Kâbe'ye doğru
bakarak; "Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah'ın
yarattığı yerlerin hayırlısı ve Allah'a en
sevgili olansın " dediği nakledilir (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
IV, 305; Dârimî, Sünen, II,156). Yine vatanından kendi isteği
dışında çıktığını şöyle
belirtir: "Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış
olsaydılar, çıkamazdım. Beni, beldelerin sana en sevgili
olanında yerleştir" (Ahmed b. Hanbel, IV, 305; Beyhakî,
Delâlilünnübilvve, II, 243).

Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz
işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince
Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizin hicret
edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara
taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu
gördüm. Orası Yesrib (Medine)'dir. Gitmek isteyen oraya gitsin.
Orası yakın bir beldedir. siz orayı biliyorsunuz Şam'a
giderken ticaret kervanınızın yoludur" (Buhârî,
Menâkıbu'l-Ensâr, 45, Ta'bîr, 39; ibn Sa'd Tabakât, I, 226;
Abdurrazzak, el-Musannef, V, 387; Beyhakî, Sünen, IX, 9).

Hicret emri verilince şu âyet inmiştir:
"Şöyle de: Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı
ve selâmetle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selâmetle
çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver"
(el-İsrâ,17/80).

Hz. Peygamber'in yeni yurdu olan Medine'ye hicreti
bütün Medîneli mü'minlerce büyük sevinç gösterilerine neden olmuştur.
Mü'minler evlerinin damlarına çıkmış, gençler ve
hizmetçiler yollara dökülmüş; "Ey Allah'ın Rasulü! Ey
Muhammed" diye sesleniyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler
yollarda ve damlarda; "Allah'ın elçisi geldi, Muhammed geldi.
Allah'ı ekber (Allah her şeyden büyüktür)" sesleriyle
ortalığı çınlatıyorlardı (bk. Müslim,
Sahih, VIII, 237; Ebu Davud, Sünen, II, 579; "Hicret" maddesi).

Hz. İbrahim, Ashab-ı Kehf, Yunus (a.s) gibi
tarihte yaşadıkları vatanda hak dini tebliğ etme ve
yaşama imkânı bulamayanlar da hicret etmişlerdir.
Eğer bir kimse yaşadığı ülkede mal, can,
ırz, dinî inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini
kaybetmişse bunları koruyup, dinini yaşabileceği yöreye
hicret etmesi gerekir. Nitekim dinini gizleyen bazı mü'minlerin
Mekke'de kalması ve zorla sokulduklar Bedir Gazvesinde ölmesi
üzerine şu âyet inmiştir: "Nefislerine yazık eden
kimselere, canlarını alırken melekler: "Dünyada ne iş
yaptınız?" derler. Bunlar; "Biz yeryüzünde güçsüz
bırakılmış kimseler idik"diye cevap verirler.
Melekler derler: "Allah'ın yeri geniş değil miydi ki,
oraya göç etseydiniz". İşte onların durağı
cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (Nisâ,
4/97).

Hanefîlere göre küfür diyarından İslâm
diyarına hicret etmek vaciptir. Hanbelîlere göre, bir kimse
dârulharp'te dinini açığa vurup yaşıyor olsa bile, Müslümanların
sayısını çoğaltmak ve cihada katılmak için
bunun darûlislam'a hicreti sünnet olur. Şâfiîlerden
el-Mâverdî'ye (ö. 450/1058) göre, 'bir Müslüman küfür diyarında
dinini açığa vurabiliyorsa, orası bu kimse için
darûlislam hükmünde olur. Onun orada kalması, hicret etmesinden
daha faziletlidir. Çünkü onun yardımıyla orada İslâm'ın
yayılması umulur (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII,
28, 29).

Hicret edilecek yerle ilgili duyulabilecek iş
bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi endişeleri şu âyet
kaldırmaktadır: "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde
giderek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim
evinden Allah ve Rasûlüne muhacir olarak çıkıp da sonra yolda
ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir" (es-Nisâ, 4/100).

Allah'ın elçisi hicreti teşvik
etmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Âllah yolunda hicret
eden kimseyi, yüce Allah'ın bağışlaması hak
olur" (Tirmizî, Cennet, 4; Ahmed b. Hanbel,V, 240). Muhâcir,
hadislerde şöyle tarif edilmiştir: "Gerçek muhâcir,
Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk eden,
yani haramları işlememek için yurdundan ayrılan
kimsedir" (Buharî, İmân, I, Rikak, 26; Ebu Davud, Vitr, 2,1 l,
12, Cihad, 2; Nesaî, İmân, 9; İbn Mace, Fiten, 2; Ahmed b.
Hanbel, II, 163,192,193, 205).

İşte belli bir toprak parçası üzerinde
yaşayan dil, din, tarih ve kültür birliği bulunan bir toplumun
teşkil ettiği birlik ona bir millet özelliği
kazandırırken, üzerinde yerleşilen toprak parçası da
vatan adını alır. Sınırları belli vatan
toprağı, dış saldırılardan korunmuş, içte
mal, can, ırz ve namus güvenliği sağlanmış, din
ve vicdan özgürlüğü tanınmış olunca mü'minin yaşayabileceği
bir belde sayılır. Artık bu ülkenin bir tebeası
olarak iç ve dış düşmanlara karşı bu
toprakların savunulması özellikle saldırılan ülke
mal, can, ırz güvenliği ve dinine sahip olmayı tehdit
ediyorsa vacip olur. Çünkü mü'minin bu manevi değerlere sahip
olması ve önceden elde ettiği hakları koruyabilmesi belli
toprak parçası üzerinde güven içinde yaşamasına
bağlıdır. Bu güveni tehdit eden güçlere karşı
ülkeyi savunması bir görev olur.

Nitekim Türkistan, Kafkasya, Kırım,
Azerbaycan, Bulgaristan gibi ülkelerde uzun yıllar baskı ve
tehdit altında dinî inanç ve ibadet özgürlüğü tanınmayan
İslâm toplulukları buğün bu haklarını elde etme
imkanına savuşabilmişlerdir. Ancak hicret etmeme yüzünden
kültürünü imanını ve Müslümanlığını
yitiren ve bu yüzden çok büyük acılar çeken toplumlar da vardır.

Müslümanların azınlığa düştüğü
ve devlet yönetiminde etkili olamadığı yörelerde,
Müslümanlar cemaatleşerek İslâm'a uygun eğitim, öğretim
ve İslâm'ın güzelliklerini yaşamak, çevrenin de bu adet
fazilet ve ahlâk değerlerinden yararlanmasını
sağlamak amacıyle gerekli girişim, çalışma ve
kurumlaşma yoluna gitmelidir. Bunun yolu bilimsel çalışmalardan
geçer. Türkiye gibi büyük çoğunluğu Müslüman olup, beşerî
kanunlarla yönetilen ülkelerde ise İslâm'ın bu yüce değerleri
toplumun yararlanmasına sunulmalıdır. Çünkü zekât, vakıf
yardımlaşma, karz-ı hasen gibi yaygın halk kitlelerine
mutluluk getirecek ve servet dağılımında adaletli bir
denge oluşturabilecek güçteki İslâmî değerlerin
dışlanması veya bunların terkedilmiş durumda
bırakılması topluma pahalıya mal olmaktadır.
Yapılan istatistik çalışmaları ile meselâ; zenginlik
ölçüleri tutan kimselere ait bütün nakit para, döviz, altın ve
alıp-satmak üzere elde bulunan tüm ticaret malları,
şirket ve fabrikaların döner sermaye, hammadde ve üretilmiş
madde ile kesin alacakları kırkta bir zekâta tabidir. Tarım
ürünleri onda bir, sulama ile tarım yapılan yerde yirmide bir,
madenlerde beşte bir ve hayvanlarda cinse göre belli oranlarda
zekât yükümlülüğü gerçekten yoksul kesimîn mesken problemi,
yüksek öğretim gençliğinin tümüne yeterli bursu, ve yoksul
ailelere geçinecek kadar yardımı ya da gelir getirecek bir
iş kurmayı makul sürede sağlayabilecek güçtedir.

Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında
önce sultan ailelerinden başlanarak varlıklı kesim
özellikle İstanbul, Bursa, İzmir, Kayseri, Konya gibi
şehirlerde ve ülkenin diğer yerleşim birimlerinde pek çok
vakıf eserler meydana getirmişlerdir. Bununla toplumun
eğitim, öğretim faaliyetlerini, sağlık işlerini,
din görevlilerinin geçimini, zekât yerine yoksullara daha düzenli yardımı
bu vakıflar üstlenmiştir. Günümüzde vakıflar da
tarihteki bu güzel fonksiyonu üstlenecek durumdan çıkarılmıştır.
Halbuki vakıfların vakıfnâmelerindeki esaslara göre
idaresi ve gelirlerinin burada belirlenen yerlere verilmesi gerekirken
mütevellilerin yerini alan vakıflar idaresi vakıfnâmeleri
dikkate almaz olmuştur. Bu yüzden de vakıfların fonksiyonu
eski önemini kaybetmiştir. Bu da toplumun zarar gördüğü
önemli bir alandır. Diğer yandan gerçek vakıf hükümlerinin
uygulanmaması, takipsizlik ve sorumsuzluk yüzünden vakıfların
gelirleri de azalmıştır. Halbuki yetim malı,
vakıf malı ve beytülmale ait mal gerektiğinde usulüne
göre satılacaksa veya kiraya verilecekse "rayiç bedel"
ile verilebilir. Rayiç bedelden fahiş gabin ölçüsünde düşük
bedel satım veya kira akdini batıl kılar ve bu idarelerin
ya bedeli tamamlatma ya da akdi feshetme hakkı doğar. Fahiş
gabin ölçüsü Hanefilere göre gayri menkullerde rayiç bedelden % 20
düşük olan bedeldir. Bu oran hayvanlarda % 10 diğer menkul
eşyada % 5 ve daha fazla rayiç bedelin altına inilmesidir.
Mecelle'nin kanunlaştırdığı ölçüler de bunlardır
(bk. İbn Nüceym el-Mısrî, el-Bahru'r-Râik, Mısır,
1334, 1330/1912, I, 247; Mecelle, mad.165; Hamdi Döndüren, İslam
Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir, 1984,
145-147).

Sonuç olarak vatan ve üzerinde yaşayan tebea
unsuru bir bütün olarak düşünülmelidir. Bunlar birbirinin ayrılmaz
parçasıdır. Biri diğerine feda edilemez. Pek çok İslâm
fakihinin tarif ettiği şekliyle dârulislam; "Müslümanların
idare ve hamiyetleri altındaki yerdir" (es-Serahsî, el-Mebsût,
X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253). İmam Şâfiî dârulislâm'ı
daha geniş olarak tarif etmiştir. O'na göre: a) Müslümanların
meskûn bulunduğu yerler, b) Müslümanların fethedip gayri müslim
halkı cizye karşılığı yerlerinde
bıraktıkları topraklar, c) Önceden İslâm'ın
uygulandığı, ancak daha sonra gayri Müslimlerin eline
geçen topraklar (Nevevî, Ravdatilt-Tâlibîn, y.y, 1386/1966, V, 433;
Ömer Nasuhî bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III,
371). Bu nitelikleri taşımayan yerler de dârulharptir.

Ancak dârulharp sayılan yerlerde de yukarıda
belirttiğimiz gibi İslâm toplumu varlığını
korumalı, kültürüne, ve manevî değerlerine sahip çıkmalı,
üzerinde yaşanan topraklara saldırı olduğunda da,
kendisine düşen görevi yapmalıdır. Çünkü sınırlarla
çevrili toprağı koruma ve bakıma orada yaşayan
İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, din ve
vicdan özgürlüğünün devamım sağlama ile eş
değerdedir.

Vatanın Seferiliğe Etkisi:

İslâm yolcu olanlara ibadetlerde bir takım
kolaylıklar getirmiştir. Dört rekatlı farz namâzların
iki rek'at olarak kılınması, mestlere mesih süresinin üç
güne çıkarması, ramazan oruç günü oruç tutulmayarak daha
sonra kaza edilebilmesi gibi. İşte kişinin içinde doğup
büyüdüğü veya halen yaşamakta olduğu yerle yolculuk
sırasında kaldığı yerler de birer vatan parçasıdır.
Buna göre vatan üçe ayrılmıştır.

a) Aslî Vatan: Bir insanın doğup büyüdüğü
veya evlenip içinde yaşamak istediği ya da içinde barınmayı
kasd edip, başka yeri vatan edinmek istemediği yere "aslî
vatan" denir.

b) İkamet Vatanı: Bir kimsenin
doğduğu, evlendiği ve yerleşmeye karar verdiği
yerden ayrılıp yalnız içinde onbeş günden fazla
kalmak istediği yere "ikâmet vatanı" denir. Bu yer
aslî vatana sefer mesafesi uzakta olmalıdır.

c) "Süknâ Vâtanı: Bir yolcunun kendisinde
onbeş günden az oturmak istediği yerde "süknâ vatanı?
adım alır. Bu sonuncuya itibar edilmez. Bununla ne aslî ve ne
de ikamet vatanı değişmiş olmaz.

Seferilik konusunda bu vatanlar kendi misli ile veya
üstü ile bozulur, aşağısı ile bozulmaz. Meselâ,
Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç edip yerleşen kimsenin artık
aslî vatanı Türkiye'de oturduğu yer olur. Yine mesela;
Kars'ın bir köyündeki mülkünü satarak İstanbul'a
yerleşen bir ailenin aslî vatanı İstanbul olur
(Ayrıca bk. "Daru'l-İslâm" ve "Darul-Harb"
mad.).

Hamdi DÖNDÜREN


Konular