Şamil | Kategoriler | Konular

Tövbe suresi

TÖVBE SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in dokuzuncu suresi.
Yüzyirmidokuz ayet, ikibindörtyüzyetmişdokuz kelime ve
onbinseksenyedi harften ibarettir. Fasılası be, ra, mim ve nun
harfleridir. Medenî surelerden olup, Maide suresinden sonra Hicri 9. yılda
nâzil olmuştur. Adını yüzikinci ayetinde geçen "tövbe"
kelimesinden almıştır. Ayrıca, birinci ayetin ilk
kelimesi olan, "aklanmak, yükümlülükten kurtulmak" anlamlarına
gelen "el-Berae" de surenin adı olarak
kullanılmaktadır.

Tamamen istisnai bir durum olarak, diğer surelerde
olduğu gibi bu surenin başında besmele yoktur. İlk
ayetler, müşriklere karşı sert bir ültimatom niteliğinde
olduğu için için de Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahîm sıfatları
bulunan besmele ile başlamak, uygun görülmemiştir. Besmele ile
başlamamasının muhtemel bir sebebi de muhteva açısından
bütünlük oluşturduğu Enfâl sûresi ile tek bir sure olarak
kabul edilmesidir. Ancak, Tövbe suresinin müstakil bir sure olduğu
kesindir.

Kur'an okumaya, surenin başından
başlandığı zaman, sadece "E'üzü" çekilir
ve okumaya başlanır. Enfâl sûresinden veya başka bir
sureden, bu sureye geçilirse, okunan surenin devamıymış
gibi, araya hiç bir şey sokulmadan okumaya devam edilir. Surenin
başından değil de başka bir ayetinden okumaya
başlandığında, "Besmele" çekildikten sonra
geçilir.

Sure, Müslümanların Arap yarımadasında
siyasî ve askerî bir güç olarak varlıklarını göstermeye
başladığı bir dönemde nâzil olmuştur. Medine'de
oluşan ve süratle çevresini genişleten İslâm devletini,
artık yok etmelerinin mümkün olmadığını anlayan
Mekkeli müşrikler, varlıklarını sürdürmek ve uygun
şartlar oluşturup, Müslümanların imha edilmesini
sağlayabilmek için, tarihe, Hudeybiye Anlaşması olarak geçen
anlaşmaya imza koymuşlardı (bk. Hudeybiye mad.)

Mekke yönünden gelebilecek bir tehdidi, bu barış
ile ortadan kaldıran Resulullah, bir taraftan Medine için bir tehdit
oluşturan Heyber'i Yahudilerden temizliyor, öte taraftan, Bizans
imparatoru ve İran şahı da dahil, geniş bir alanı
kaplayan bir tarzda İslâm'a davet mektupları gönderiyordu. Ayrıca,
Medine çevresi ve daha uzak yerlerdeki Arap kabilelerini İslâm'a
davet ediyor ve onlarla anlaşmalar akdediyordu.

Daha sonra, Müslümanların Mute mevkiinde
kalabalık bir Bizans ordusu ile savaşa tutuşup, mağlub
olmadan maslahata uygun olarak geri çekilmeleri, bütün Arap yarımadasında
yankılara sebep olmuş ve yarımadanın her yerinden
akın akın gelen kabileler İslâm'a girmeye başlamıştı.

Hudeybiye Anlaşması çerçevesinde bir takım
kabilelerle anlaşmalar yaparak güç kazanmak isteyen Mekkeli müşrikler,
anlaşmadan sonra, Müslümanlar lehine cereyan eden çok süratli
gelişmeler karşısında korkuya
kapılmışlar ve Hudeybiye anlaşmasındaki
şartlara mugayir davranışlar göstermeye başlamışlardı.
Ayrıca Medineli münafıklarla da gizliden gizliye
anlaşmalar yaparak, Müslümanları içten parçalamak isteyen
güçlere destek sağılıyorlardı. Ancak, onların
bu çalışmaları hiçbir netice vermemiş, zahiren Müslümanların
tamamen aleyhinde görülen Hudeybiye antlaşmasının
İslam lehine verdiği sonuçlar, Mekke'yi İslâm'a boyun eğmek
zorunda bırakmıştı.

Bu aşamadan sonra yapılması gereken
şey, bütün Arap yarımadasının putperestlerden,
temizlenmesi ve insanlığın geri kalan kısmına
İslâm'ın nurunun ulaştırılması yolunda,
kıyamete kadar sürecek olan cihadın daha geniş ve
kapsamlı bir şekilde sürdürülmesi idi.

Sure, müşriklere karşı mücadelede
takip edilecek metodu ve onlarla olan anlaşmaların geleceği
hakkındaki hükümleri ortaya koymaktadır. Surenin bir
kısmı nazil olduğu zaman, İslâm ordusu Tebük seferi
için hazırlıklar yapıyordu. İnananların bu
savaş hazırlıklarına ve sefere katılmak için var
güçleriyle çalışmaları istenirken, bunda tereddüt
gösterenler şiddetli bir şekilde kınanmaktadır.
Ayrıca, sefere katılmamak için mazeretler ileri süren
kimselerin münafıklıkları ortaya konuyor ve nefislerine
uyarak seferden geri kalan üç Müslümanın samimi tövbeleri dile
getiriliyor.

Surenin birinci bölümünü oluşturan ayetler,
Arap yarımadasındaki putperestlere bir ültimatom niteliği
taşımaktadır. Allah Teâlâ, onlara bir mühlet vermekte ve
bu zaman zarfında, İslâm'a girmelerini istemektedir. Aksi
halde, hiçbir hukukî güvencelerinin kalmayacağı
bildirilmektedir: "Allah'tan ve peygamberinden, kendileriyle
anlaşma yaptığınız müşriklere
ihtardır. Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz.
Allah'ı aciz bırakamayacağınızı,
Allah'ın inkarcıları zelil edeceğini bilin.
Allah'ın ve peygamberinin, puta tapanlardan uzak olduğunu büyük
hac günü, Allah ve peygamberi insanlara ilan eder. Eğer tövbe
ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yüz
çevirirseniz, bilin ki siz Allah'ı aciz
bırakamazsınız. (Ey Muhammed) inkar edenlere can
yakıcı azabı müjdele" (1-3).

Fetihten sonraki ilk hac için Resulullah (s.a.s)
kendisi Mekke'ye gitmemiş, Ebû Bekir (r.a)'ı hac amiri tayin
ederek bir kafile ile birlikte haccetmek için Mekke'ye göndermişti.
Bu kafile henüz Mekke'ye ulaşmadan, nâzil olan bu ayetlerin, hacda
insanlara ilân edilmesini sağlamak için Resulullah (s.a.s), Hz. Ali
(r.a)'ı hemen yola çıkarmıştı. Hz. Ali (r.a) bu
ayetleri, Resulullah (s.a.s)'in istediği şekilde, Kâbe'de okumuştu.
Devam eden ayetlerde, kendileriyle anlaşma yapılıp, bu
anlaşmalara sadık kalanlara, anlaşma süreleri dolana kadar
dokunulmaması istenmekte, bunların dışında kalan
müşriklerin ise, haram aylar çıktıktan sonra ele geçirildiklerinde
öldürülmeleri emredilmekte, ayrıca, onlara karşı
uygulanacak tebliğde takib edilecek metod bildirilmektedir.

Allah Teâlâ, İslâm'ı kabul edenlerin,
diğer Müslümanlarla aynı konuma kavuştuklarını
bildirdikten sonra, Müslümanlarla yaptıkları
anlaşmaları bozan topluluklara karşı
takınılacak tavrı bir hüküm şeklinde ortaya
koymaktadır: "Eğer antlaşmalarından sonra,
yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkarda önde
gidenlerle savaşın. Onlar için artık and yoktur. Belki
vazgeçerler" (12).

Müslümanlara, korkmadan, cesaretle kâfirler topluluğu
ile savaşmaları gerektiği bildirilerek, ancak böyle davranılırsa,
kâfirlerin hor ve zelil kılınacağı gerçeği dile
getirilmektedir. Böylece müminlerin kalpleri huzura ve güvene kavuşabilecektir:
"Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları
azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de
müminlerin gönüllerini ferahlandırsın" (14).

İnsanların sadece iman ettiklerini söylemeleri,
onların kurtuluşa ermeleri için yeterli değildir. Allah Teâlâ,
bu sözlerinde samimi olup olmadıklarını bir imtihan
vesilesi kıldığı cihat ve Müslümanların güvenliğini
dert edinmekle sınayarak ortaya çıkaracağını;
"Allah, içinizden cihat edenleri, Allah'tan peygamberinden ve
inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan
sizi kendi halinize terkedeceğini mi zannediyorsunuz? Allah
işlediklerinizden haberdardır" (16) ayetiyle
bildirmektedir. Yani müminle, münafığın ayırdedici
en belirgin özelliği, Allah yolunda savaşmaya karşı
takındıkları tavırlarıdır.

İnanan insanlar uyarılarak, inanç birliği
dışındaki bağların, bir kimseyi dost edinmek için
bir gerekçe olamayacağı dile getiriliyor: "Ey inananlar!
Babalarınızı, kardeşlerinizi -küfrü imana tercih
ediyorlarsa- dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse
doğrusu kendine yazık etmiş olur" (23).

Daha sonra, Mescid-i Haram'la ilgi temel hükümlerden
birisi "Ey inananlar! Doğrusu puta tapanlar pistirler, bu
sebeble, bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar" (28) ayetiyle tesbit edilmektedir. Bu
yasaklamayı âlimler, farklı şekillerde
yorumlamışlardır (bk. el-Kurtubî, el-Cami li
Ahkamil-Kur'an, Beyrut 1965, VIII, 103 vd.).

Yahudiler ve Hristiyanların sapık akideleri
tenkit edilerek, teşri'in sadece Allah'a ait olduğu, bu
hakkı ondan başkasına tanımanın şirk
koşmaktan başka bir şey olmadığı
bildirilmektedir. Allah Teâlâ, bu duruma düşen Hristiyanları
misal göstererek Müslümanların, Allah'ın kanunlarından
başka kanunlara; yasaklama ve serbest bırakmalara itibar
etmemeleri, aksi halde Allah'tan başkasına ibadet etmiş
olacaklarını şu ayet-i kerime ile ortaya koymaktadır:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını,
papazlarını ve Meryemoğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa
tek bir ilahtan başkasına kulluk etmemekle
emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh yoktur. Allah koştukları
eşlerden münezzehtir? (31).

Resulullah (s.a.s), bu ayeti Hristiyan olup, henüz
Müslüman olmamış olan Adiy b. Hatem'in yanında
okuduğu zaman o, buna itiraz ederek, Hristiyanların, papazlara
tapınmadıklarını, onlara ibadet etmediklerini söylemişti.
Resulullah (s.a.s), Allah Teâlâ'nın emrettiklerine muhalif olarak,
papazların helâl kılıp, yasakladıklarına
uymanın, onları ilâh edinip, onlara tapınmaktan başka
bir şey olmadığını söylemişti (İbn
Kesir, Tefsiru'l-Kur'an-ı-Azim, İstanbul 1985, IV, 76).

Kâfirler, Allah'ın dinini yeryüzünden kaldırmak
insanları ona uymaktan alıkoymak için var güçleriyle çalışmakta,
İslâm aleyhinde iftiralara dayalı şayialarla onu tesirsiz
hale getirmek istemektedirler. Ancak Allah Teâlâ, kâfirlerin bütün bu
gayretlerinin boşa gideceğini, onlar istese de istemese de
dinini yeryüzüne yayacağını bildirmektedir: Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese
de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır? (32).

Para biriktirip, onları Allah yolunda sarfetmekten
ve insanların istifadesine sunmaktan kaçınan kapitalist
zihniyetli tipler, şiddetle uyarıldıktan sonra, Müslümanlara
savaş ilân eden kâfirlerle topyekün savaşılmasının
gerekliliği bildirilerek, Allah yolunda savaşmak, farz halini
aldıktan sonra, onlarla savaşmaktan geri kalan ve dünya hayatına
sarılan kimselerin de bu uyuşuklukları
karşılığında can yakıcı bir azaba müstahak
olacakları gözler önüne serilmektedir: "Ey inananlar! Size ne
oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın"
dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Ahireti
bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz?? (38).

Peşi sıra gelen ayetlerde Allah Teâlâ, dini
yüceltmek, İslâm ümmetine yönelen tehlikeleri ortadan kaldırmak
için, müminlerin ne şekilde davranmaları gerektiğini ve
onların savaş çağrısı karşısında
takındıkları tavırlarını dile getirir.
"Allah ve ahiret gününe inananlar mallarıyla, canlarıyla
savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak için senden izin
istemezler. Allah sakınanları bilir" (44). Bu ayetler, Tebük
seferi esnasında nâzil olmuştur. Bu sefere katılmamak için
mazeretler gösterip, geri kalmak isteyenlerin durumları, münafıklık
olarak nitelendirilmektedir: "Ancak Allah'a ve ahiret gününe
inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp şüphelerinde
bocalayan kimseler senden izin istedi" (45). Bu ayetler, kıyamete
kadar sürecek olan İslâm-küfür savaşında
insanların bu savaşa karşı tutumlarıyla
değerlendirileceklerini ortaya koymaktadır.

Daha sonra, münafıkların iki yüzlü davranışları
ve onların bu davranışlarına sebeb olan etkenler
teferruatıyla zikredilerek, onların bu düşmanca
davranışlarının ve komplolarının Müslümanlara
bir zarar veremeyeceği dile getirilirken, inanan insanlara
Allah'ın takdirine tevekkül etmeleri öğütlenmektedir:
"Allah'ın bize yazdığından başkası
başımıza gelmez. O bizim mevlamızdır.
İnananlar Allah 'a güvensin? (51).

Peşinden, münafıkların gizlenmek için
yemini kendilerine siper edindikleri zikredilerek, bunların
aslında korkak bir zümre olduklarından bahsedilmektedir. Yine
onların, zekâtın dağıtılması
hakkındaki itirazları sözkonusu edilerek, bunun sebebinin
Allah'a tevekküllerinin olmayışından
kaynaklandığı bildirilmektedir. Allah Teâlâ, varlıklı
müminlere ödemekle farz kıldığı zekâtın
sarfedileceği yerleri de yine kendisi tesbit etmiştir: "Zekâtlar
Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan
memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara
verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve
yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah bilendir,
Hakimdir" (60).

İki yüzlü insanların ve gerçek anlamda
iman etmiş olanların iç dünyaları ve bunun dışa
yansımaları, aralarındaki kesin farklar belli olsun diye
karşılıklı olarak gözler önüne serildikten sonra,
iki yüzlü erkek ve kadınların aynı grubun mensubu
oldukları ve bunların kötülüğü yaymaya, iyiliği de
engellemeye çalıştıkları haber verilmektedir:
"İki yüzlü erkek ve kadınlar da birbirlerindendir: Kötülüğü
emreder, iyiliğe de engel olurlar..." (67).

Bunun tam zıddı olan mümin erkek ve mümin
kadınların da, birbirlerinin velileri oldukları ve
onların iyiliği emredip, insanların helâk olmasına
sebeb olacak fenalıklardan alıkoymaya çalıştıkları,
onlara ait diğer bir takım özelliklerle birlikte
zikredilmektedir: Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin
velileridir: İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar;
namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve peygamberine itaat
ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz
güçlüdür, hakîmdir? (71).

Sure, tekrar tekrar nifak içindeki insanların
fiilerine temas ederek, bu kötü hallerinin neticesinde içine
sürüklendikleri açmazları ortaya koymakta, onların bu
davranışlarındaki mantık
dışılıkları vurgulanmaktadır. Allah Teâlâ,
iyilik için söz verip, fakat işlerine gelmediği zaman sürekli
döneklik yapan ve inananları aldattıklarını
zannederek alay edenler, tehdit ifade eden bir üslûpla şöyle
seslenmektedir: "İkiyüzlüler, Allah'ın onların
sırlarını ve gizli toplantılarını
bildiğini, Allah'ın görünmeyenleri bilen olduğunu
bilmiyorlar mıydı?" (78).

Peşinden, münafıkların Tebûk seferi
hazırlıkları esnasında ve daha sonra bu seferle alâkalı
ortaya koydukları tavırları sergilenerek, onların asla
bağışlanmayacakları bildirilmektedir: "(Ey
Muhammed) Onların ister bağışlanmasını dile,
ister dileme birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma
dilesen Allah onları bağışlamayacaktır"
(80).

Bu duruma düşmelerinin sebebi, Müslümanlarla
alay edip, bir savaşa çıkıldığı zaman yalan
mazeretler uydurup geri kalmalarıdır. Buna örnek olarak,
surenin son bölümünün inmesine sebep olan Tebûk seferi ile ilgili
olaylar gösterilir. Allah Teâlâ, Allah yolunda cihad etmek için can
atan, ancak, ellerinde olmayan sebeblerden dolayı geri kalanlar için
bir vebalin sözkonusu olmadığını bildirmektedir:
"Güçsüzlere, hastalar ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara
Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe
sorumluluk yoktur" (91).

Allah yolunda savaşmaktan kaçınıp, münafıklık
edenlerin zelil durumları teferruatlı bir şekilde dile
getirildikten sonra Allah Teâlâ, kendi yolunda cihat edenlere cenneti
vadetmiş olduğunu ve bunu daha önce gönderdiği
kitaplarında da bildirdiğini; "Alah şüphesiz, Allah
yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını
ve mallarını - Tevrat, İncil ve Kur'an 'da söz verilmiş
bir hak olarak cennete karşılık satın
almıştır. Verdiği sözü Allah 'tan daha çok tutan
kim vardır? Öyleyse yaptığınız
alış-verişe sevinin; bu büyük başarıdır"
(111) ayetiyle gözler önüne sermektedir.

Bedevilerin cehâlet ve anlayışsızlıklarından
dolayı sapıklıkta aşırı gittikleri
zikredilerek, Tebûk seferinden geri kalan ve samimiyetle suçlarını
itiraf edip bağışlanmak dileyen Ka'b b. Mâlik, Hilâl b.
Ümeyye ve Mürâre b. Rubaî'nin durumları dile getirilerek, tövbelerinin
kabul edilişleri anlatılır. Onlar, Resulullah'a
durumlarını itiraf ettiklerinde o, Allah Teâlâ'nın
haklarında hükmünü verinceye kadar beklemelerini söyledi. Bütün
Müslümanlar onlarla ilişkilerini kesmişti. Hatta hiç kimse,
onlara selam vermiyordu. Bu, elli gün devam etmişti. Onlar bu zaman
zarfında çok büyük manevî sıkıntılar çektiler.
Allah Teâlâ, onların içinde bulundukları ruhî sıkıntıları
ve tövbelerindeki samimiyeti şu ayet-i kerîme ile ortaya koyarak,
onların tövbelerini kabul ettiğini bildirmektedir: "Bütün
genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri
kendilerini sıkıştırıp Allah'tan başka
sığınacak kimse olmadığını anlayan,
savaştan geri kalmış üç kişinin tövbesini de kabul
etti. Allah, tövbe ettikleri için onların tövbesini kabul etmiştir..."
(118).

Allah Teâlâ, savaşa çıkıldığı
zaman geri de, İslâm'ı öğrenip, geri dönen mücahideleri
uyarmak, onları eğitmek ve yaptıkları işlerin
şuuruna erdirmek için mutlaka bir grubun kalması
gerektiğine işaret etmektedir: "İnananlar toptan
savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin
dini iyi öğrenmek ve geri döndüklerinde uyarmak üzere geri
kalmaları gerekli olmaz mı ? Ki, böylece belki yanlış
hareketlerden çekinirler" (122).

Peşinden gelen ayette inananlara,
yakınlarında bulunan inkârcılarla savaşmaları
emredilmektedir. Böylece o kâfirler, müminleri kendilerine karşı
çok sert ve çetin bulacaklardır: "Ey inananlar!
Yakınınızda bulunan inkârcılarla savasın; sizi
kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine
karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir" (123).

Sure, tekrar münafıkların hallerine temas
ederek, ümmetinin sıkıntıları ve günahlarından
ötürü cezalandırılmaları endişesinden dolayı
üzülen, inanlara şefkatli, merhametli ve onlara düşkün bir
peygamber olarak vasıflandırılan Hz. Muhammed (s.a.s)'e
davetine yüz çeviren topluluklara karşı takınması
gereken tavır bildirilerek son buluyor. Bu hitap peygamberin
şahsında kıyamete kadar gelecek bütün tebliğcileri
kapsamaktadır: "(Ey Muhammed!) Eğer yüz çevirirlerse, de
ki: Allah bana yeter; ondan başka ilâh yoktur, yalnız O'na güveniyorum;
O, büyük Arş'ın Rabb'idir" ( 129).

Ömer TELLİOĞLU


Konular