Şamil | Kategoriler | Konular

Tarih

TARİH

Tarih, insanoğlunun hayat faaliyetlerini en
kapsamlı bir şekilde ele alan sosyal ilimlerin basında
gelmektedir. Çünkü tarih, geçmişin bilgisini bize getirmektedir.
Özellikle belirli bir toplunun bilgisidir bu. Ama bazen aynı kaderi
taşıyan birkaç toplumun geçmişi ve birbirleri ile olan
ilişkisi de tarihin belirli bir alanı içerisinde incelenir. Bu
durum, genelde en büyük belirleyici olan "din faktörü"nün
ortaklığı ile gerçekleşir.

Tarihi çalışmaların ilmî bir noktaya
ulaşması, onun kendine ait bazı kanunlar bulmasıyla
gerçekleşmiştir. Böylece o, bulduğu genel ve evrensel
yasalarla gerek şimdiki gerekse geçmişteki benzer olayları
rahatlıkla yorumlayabilecektir. İşte bu tarihe "ilmî
tarih" adı verilmiştir (March Bloch, Tarihin Savunması
ya da tarihçilik mesleği, 1985).

Tarih çalışmalarını ilmi bir
metotla ele almanın gerekliliği ortada iken, bizzat tarihin
kendisi, "sosyal bir ilim" olması sebebiyle ait olduğu
toplumun değer yargılarını yansıtır. Böylece
pozitif ilimlerin "genel geçerliliği"nden farklı bir
yapıya kavuşur.

Tarih dökümanları genellikle
karmaşıktır. Bu dökümanlar, ilimden ziyade edebiyata yakın
düşünce, duygu ve hayalin ürünü olan ve yazıldığı
ya da yaşandığı ortamın şartlarıyla
sınırlı siciller topluluğu, eserler, izlenim ve düşünceler,
yazılı ve sözlü haberlerdir. Bunun için fertlerin yetkinliğinin
farklılığından, zaman ve mekan
değişikliğinden dolayı belirlenmiş yasalara boyun
eğmezler. Dolayısıyla tarihçi görevi daha çok bir
yorumlayıcı ve değerlendirici niteliktedir.

Tarihçinin analizi ispatlanabilir gerçekler üzerine
değil, mantık ve rasyonalite üzerine örülüdür. Bu yönüyle
tarihçinin görevi, bir ilim adamından çok, felsefecinin görevine
yakındır. İlmi tarih, nakli tarih gibi, içinde bulunduğu
anı değil, geçmişi içine alır (Aziz Duri, İlk Dönem
İslâm Tarihi, 1992).

Tarih, aynı özelliğe sahip bir toplum tipini
ele alıyorsa, ister istemez bu toplumun her yönü ile ilişki
halinde olmalıdır. Bu husus, Raymond Aron tarafından şöyle
açıklanmaktadır: "Toplum, yaşayan bir organizmayla
karşılaştırılabilir. Eğer üzerinde çalışacağımız
ya da gözlem yapacağımız bir organı,
canlının bütününden bağımsız olarak
değerlendirirsek, yanlış bir metodoloji izlemiş
oluruz. Aynı şekilde, devlet politikası üzerinde çalışırken
de onu toplum bağlamından yalıtırsak, onu
anlamamış oluruz. Dinamik hareketlilik ise, toplumların ard
arda geçiş aşamalarını inceleyen bir kategoridir
(Mutahhari, Tarih ve Toplum, 1988).

Hiçbir âlim, tarihçi kadar uçsuz bucaksız
alanlarda hükmetmemiş, karar vermemiştir. Tarihçi, geçmişin
muhasebe ve muhakemesini yapmakta, hadiseler, şahıslar ve
milletler hakkında hükümler vermektedir. Hükümleriyle bazen
topyekün bir toplumu mahkum etmekte, bir diğer cemiyeti şan ve
şerefe boğmaktadır. Hadiseler değişmez. Şüphesiz
tarihi yapan şahıslar ve topluluklar da aynı
şahıs ve topluluklar olarak kalır. Fakat değer hükümleri,
tarihçiden tarihçiye bazen hayret uyandıracak derecede
değişir.

Tarihe içinden bakmak, yani ele alınan devrin
şahıslarıyla hasır neşir olmak, devrin toplumunun
bütün problemlerini, dünyanın o çağdaki bütün akım ve
eğilimlerini bilmek, tarihçi için kâfi değildir. Ele
alınan konuya, objektif olarak yaklaşmak lazımdır.

Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek için,
sağlam ve doğru bir tarih bilgisi şarttır.
Başarılı ve büyük devlet adamları iyi tarih bilen
adamlardır. Hareket edilen nokta bilinmeksizin, yönelecek hedefi
bulmanın imkânı yoktur. Bugün "gelişmiş
ülke" diye anılan ve sayıları 172 dünya devleti arasında
hiçbir zaman 2525'i geçmeyen devletlerde tarih ilmi, son derece ilerlemiştir.
Bu milletler, tarihlerini en in? teferruatına kadar
incelemişler, bütün tarih kaynaklarını
yayınlamışlar, ilmi eserlerin bile halka mahsus
baskılarını yapmışlardır. Netice olarak bu
milletlerde, çok canlı bir tarih şuuru teşekkül etmiştir.
Misal olarak Avrupa ve Amerika'dan değil, medeniyetler
beşiği Asya'dan örnek vermek isteriz. Bugün gelişmiş
devletler arasında sayılan yalnız iki Asya devleti
vardır: Kıtanın doğu ucunda Japonya ve batı
ucunda İsrail. Her ikisinde de tarih şuuru, en ileri derecededir
(Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, 1983).

Tarih, geçmişler hakkında bilgi alma ve
haberden ibaret değildir. Tarih, yalnızca önceden olmuş
hadiseler değildir. Tarih, bir asırdaki bağımsız
kültürlerin, bağımsız medeniyetlerin,
bağımsız toplumların, belirli kavimlerin ve
ırkların incelenmesi değildir. Tarih, şimdiki
zamanı ortaya çıkarmış olan bir geçmiştir.
Tarih, geleceğe dönük bir harekettir. Tarih, insan türünün
ömrüdür. Gerçek bir insan gibidir. Doğumundan şimdiye kadar
ki ömür sürecinin üzerinden seneler geçmiş, şahsiyet
bulmuştur. İnsan çeşidi de ömrü boyunca tarihte hayat
sürmüş ve şimdiki şekle ulaşmıştır.

Ferdin ömrünün, bütün kanunların esas ve
genel usuller üzerinde olması, çözümleme ve tahlilin mümkün
olması, gidişatının tahmin edilmesi gibidir. Çeşitli
merhaleleri dikkatli, müşahhas, ilmî, mantıkî ölçülere
uygun olarak ard arda birbirlerine ulaşıyorlar ve birbirlerinden
ayrılıyorlar. Binaenaleyh tarih, insanın geçmişini
tanımak değildir. İnsanın ve insan toplumunun
niteliğini, nasıl olduğunu, değişme
kanunlarının sebeplerini ve faktörlerini, tekâmülünü,
hastalığını, zaafını, selametini ve
kudretini tanımaktır. Bu tanıma ve güç sayesinde insan,
toplumuna hakim olan ilmi cebr, değişme, rüşd,
yıkılma, yükselme ve devrime kendi iradesini şuurlu bir
şekilde nasıl yükleyeceğini bilmiş olur. Tarihi
takdire ulaşmakla kendi toplumu ve hürriyeti takdirini de yerine
koymuş olur. Botanik, Zooloji ve tabiat ilminde hayat ve hareket
kanunlarının keşfi ile onlara hakim oluyordu. Her zaman
onların egemenliği ve tabiatın cebri altında
olacağı yerde, onlara hakim oluyor, tabiatın cebrini kendi
hizmetine alıyor. Tarihi tanıması ile tarihin cebrine gem
vuruyor. Kendisinin niteliğini keşfetmekle, "kendi
olmasını", kendi isteği ile kendi insiyatifine
alıyor. Bu şekilde insan, sadece kendini tanımaya
değil, belki de yapıcılığa ve eşitçiliğe
ulaşıyor. Bu tabiat ve tarihin elleriyle
yaratılmış olan mahluk, kendisinin, tabiatın ve
tarihin gerçek yaratıcısı olan Allah'a dönmüş
oluyor. Burası dinin dediği gibi, insanın, Allah'ın
yeryüzündeki halifesi olması hakikatinin tecelli ettiği yer
oluyor.

Tarihten hedef, sadece tarihte gizlenmiş olan meçhulleri
ve kanunları bulmaktır. O kanunların ve meçhullerin
bulunması, tarihin incelenmesi dışında mümkün değildir.
Bu hedefe dikkat ederek, benim fikrime göre, tarihi tanımak için
ilmi bir metot olan "insanı tanımak"tan istifade etmek
gerekir. Çünkü tarih, aynen bir şahıs gibi bütün zaman
boyunca, tabiatın içinde kendinde mevcut olan kanunların
esası üzerinde, zati özellikleri ve kendi mahiyeti ile yaşamaktadır
(Ali Şeriati, Medeniyet Tarihi, 1987).

Tarih ve sosyolojinin birbirleri ile olan
yakınlığı göz ardı edilemeyecek bir
şekildedir. Hatta bu özellikten dolayı, bazen birbirlerinin rolünü
bile üstlendikleri görülmektedir. Prof. Braudel, "Tarih ile
sosyoloji, aynı kumaşın tersi ile yüzü gibidir"
demektedir. Çünkü her ikisi de insanın ve toplumun temel
özelliklerini belirlemeye ve gelişim çizgisini açıklamaya
çalışmaktadırlar.

Aslında tarihe kazandırılan bu yeni
mana, son yılların bir ürünüdür. Tabiatıyla her
disiplin, ele aldığı konuları daha iyi açıklayabilmek
için metot ve muhtevasında bazı değişiklikler yapmak
durumunda kalmaktadır. Dolayısıyla tarihin sosyal bir
nitelik kazanması, onun toplumsal faaliyetleri bütünüyle ele almasının
bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.

Bugün, toplumun veya kültürün sadece belli kesimini
veya sadece bunların faaliyet alanını konu edinen
kısıtlı ve dar bir tarih anlayışına ortak
yer verilmemektedir. Tarih, bütün kültür sahasını içine
almaktadır. Burada ortaya çıkan tarih anlayışı
İngilizlerin "kültür tarihi" ve Fransızların
"ekonomik ve sosyal tarih" kavramlarıyla ifade etmek
istedikleri tarih anlayışına tekabül etmektedir. Bu,
üretim, mübadeleler ve sosyal münasebetler seviyesinde kavranan, düşünceyi
ve duyguyu, ahlak ve estetiği içine alan toptan bir medeniyet
tarihidir. Gerçekten dini tarihi, sosyal tarihten; hukuki müesseseler
tarihini bu müesseseleri değişikliğe uğratan ve yok
eden siyasi kargaşalıklar tarihinden ayırmak mümkün değildir.
F. Braudel'in dediği gibi tarih; kültürel ve sosyal, kültürel ve
siyasi, sosyal ve iktisadi, iktisadi ve siyasi ve bunlar gibi sayısız
manzaralar arasındaki komşulukların,
ortaklıkların ve sonsuz etkilerin bütünüdür.

Bu ilişkileri 16. asırda dünyada ilk defa
gören ve sosyal ilimlerin temeli olarak tarih ilmini kuran İbn
Haldun olmuştur. Onun anladığı tarih "Umran
ilmidir" ki, bu sosyal tarihi yani, kültürlerin ve medeniyetlerin
tarihinden başka bir şey değildir (Yaşar Yücel,
Bahattin Yediyıldız, Tarih ve Kültür, 1991). İbn Haldun,
ilk defa tarih ilminin, olayların sadece görünen yönü ile
yetinilmemesini, bu arada onların arkasında yatan gerçek
sebeplere eğilinmesini dile getirmiştir. Bu konudaki görüşü
şöyledir: "Tarih, zahiri itibariyle devletlerin ve çağların
haberlerine bir şey eklemez. Oysa iç yapısında, bir görüşü,
bir araştırmayı, varolanlar ve onların varoluş
ilkeleri konusunda sağlam bir tümevarım gerektirir. Tarihi bu
batınî yönüyle bilmek demek, olayların niteliğini ve
derinden akan sebeplerini bilmek demektir. Bu yüzden bu ilim hikmetle
soydaş, kökü derin bir ilimdir ve hikmet ilimlerinden sayılmaya
yeterince layık ve uygundur" (Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal
Gelişmenin Yasaları, 1987).

Tarih ilmiyle uğraşanlar, zamanla tarihin
durağan bir bilgi yığını olmasından
rahatsızlanarak, olaylar arasındaki ilişkilerin
kanunlarını bulmasını arzu etmişlerdir.
Gelişmeci olarak toplumların bir dönemden diğer bir döneme
geçiş merhalesini irdeleyen kanunlara da toplumların
"oluşum kanunları" adı verilir. Kısaca
tarih, üçüncü disiplin gereğince, toplumların bir merhaleden
diğer bir merhaleye geçiş kanunlarını inceleyen ilim
dalıdır. Yoksa, biyolojide olduğu gibi, sadece onların
hayat bilgisi ya da hikayesi değildir (Mutahhari, 1988).

Tarihin gerçek tarifine bağlı olarak, insan
gelişiminin ilmidir denebilir. Ve bu, öyle bir mevzudur ki, insanın
yaratılış felsefesini ele almaktadır.

Tarih ilmi öyle bir hakikat ve vakıadan ibarettir
ki, zamanın içinde cereyan etmekte, özel bir akışla
seyretmekte ve değişmez ilmi kanunlarla hareket etmektedir.
Zaman akışı içindeki tarihi bu hareketi boyunca meydana
gelen sapma ve değişikliklerin, değişmez ve müşahhas
ilmi kanunlar ve amillerle karşılaşması ve bir bütün
halinde gérçeğin tahlili hep tarihtir (Ali Şeriat,
Toplumbilime giriş, 1987).

Bütün bu gelişmelerden sonra, tarihe yeni bir
mana ve görev yüklenmiştir. Bu haliyle tarih, özellikle batıda
metafizik bir mana kazanan ve sosyal açıklamalar için başvurulan
bir doktrin hüviyeti taşımaktadır.

Şimdi pek çok kişi tarihe, tabiatı
aşan ve beşeri varoluşa bir mana kazandıran biricik
insan yapısı kuşatıcı süreç gözüyle bakıyor.
Hegelci metafiziğin ve onun sağ ve sol türevlerinin temel
motifi tarih. Marksistler için tarih, esenliğin ta kendisi,
insanın zihni çabasıyla ve iradesiyle tarihi denetim
altına alması ve insan topluluğunun bütün düşlerini
gerçekleştirecek bir malzemeye dönüşmesi hem mümkün, hem
kaçınılmaz (Perviz Manzur, İslâm ve Batı, 1991). Bu
haliyle ister istemez, toplumsal açıklamaları kendine hedef gören
tarih ve toplum felsefeciliği konusunu gündeme getirmek durumundayız
.

İslam Tarihi:

İslâm'ın tevhide daveti ve peygamber
(a.s)'nin asrı, tefessüh etmiş, hurafelerle dolu,
karışık bir ilme ve tarihi malumata sahip, aklı gönlüne,
nefsi ahlakına, zulüm ve gazabı insafına galip bir toplum
yapısına sahip bir milletle mücahede asrıdır.
İslâm, cahiliyyenin her müessesesine, fikir ve şahsiyetine
karşı gerçekleştirilen tam bir inkılâpdır.

Kur'an, aynı zamanda beşer tarihinden
misallerle, hilkatten, peygamberlerin tevhid mücadelesinden, tarih
boyunca geçmiş milletlerin ve ümmetlerin mücadelelerinden bahisle,
Hatemünnebi ve Resul olan Efendimiz (a.s) ile başlayıp, bütün
insanlığı kuşatan bir "ıslah hareketi"
niteliğinde olan, İslâm ta'lim ve tebliğini bildirir. Bu
mesaj evrenseldir. Yine Kur'an; kainatın yaratılış
hikmetlerini, insanların varoluş sebeplerini, arzın gezilip
görülmesi, insanların farklı
yaratılışındaki hikmetleri, canlı türlerinin ve
ekolojik dengedeki fıtr yerini ve bu yaratılmışın
Allah'ın mahza ayetleri olduğunu, insanların dil, din,
ırk gibi farklı yaratılmasındaki hikmeti,
tanışıp görüşmelerinin inceliklerini, mahlukatı
nutfeden, eşyayı ise zerreden halk ettiğinin hikmetlerini,
insanın ise bu makro ve mikro âlemin merkezinde, Allah'ın
halifesi olarak yüklendiği ve mesuliyetli olduğu kadar
şerefli vazifenin hikmetlerini, Allah'a isyan eden milletlere, eski
ve harab şehirleri dolaşmalarını, evvelkilerin
akıbetlerini düşünüp, akıbetlerini tasavvur ederek, gerçek
tarih yorum ve diyalektiğini bize haber vermektedir.

İlk müslüman tarihçiler, tarih ilminin gelişmesine
kendilerinden evvelki toplumların bilmediği iki esas noktada
katkıda bulunmuşlardır.

1. Yaşadıkları asrın tarihini
(hayatlarının her yönüyle) tesbit ettiler.

2. İslâm'dan önce, şahidleri sadece kazai
konularda tatbik ettiler. Hakim, hak isteyenlerden, bizzat olayı görenden
şahitlik istiyordu. İlk Müslümanlar, şahitlik
sınırlarını genişletip, bunu tarihi olaylara da
tatbik ettiler. Öyle ki, herhangi bir haberi veya sözü duyan, olayı
bizzat görenden alır ve silsile halinde nakledilen, "rivayet
usulü"nü tesbit ve kabul ediyordu.

Eski milletlerde, özellikle eski Yunan ve Roma'da
mitos, kıssa, hurafe esatir ve masallarla karışık bir
halde verilen tarih metinleri, İslâm'ın rivayet metodu ile ilk
defa ilmi ve güvenilir bir metot haline geldiğini, Alman orientalist
ve tarihçi Henry Springer de itiraf etmektedir. Zira, onların Rabbi
sadece Kâbe'nin Rabbi değil, âlemlerin, âlemin (akl ve temyiz
sahiplerinin) hayrı şerden ayırabilenlerin Rabbi olarak
kabul edilir.

Müslümanların Kur'an'ın emirleri ve
Efendimiz (a.s.)'ın sünneti sebebiyle ilme verdikleri yüksek değer
sebebiyle, "Tarih" ilmi de sür'atle gelişmiş ve dünya
tarih ve ilim anlayışına metodoloji açısından büyük
katkılarda bulunmuştur (M. Hüseyin Tabatabai,
İnsan'ın Tarihte Tekâmülü, 1989).

Sahabe-i kiram, Efendimiz (a.s)'ın hayat ve tevhid
mücadelesini kendinden sonra gelen insanlara "tabiin"e nakl ve
rivayetleri ile tarih ilmi faaliyetleri başladı. Bunu takib eden
asırlarda, ortaya çıkan farklı rivayet ve nakiller, ilmi
metotlarla elenip, doğruları tesbit edildi. Bu husus, İslâm
kaynaklarında şöyle ifade edilir: "Bir hikayeci, sabah
namazını mescidde kılıp, oturur ve hikayesini
anlatır. Sözü bitinceye kadar Hz. Muaviye (r.a) onu dinler, sonra
kalkıp odasına girer. Mushaf'ından bir cüz okurdu. Yatsı
ezanı okununca yine çıkar namazını kılar, sonra
seçkin kişi, çevresini kabul edip, birlikte istişare ile
gecenin bir bölümünde yapmak istediği şeyler görüşülürdü.
Bunlar Arapların haberleri, günleri, krallar, siyaset ve milletleri,
hayat hikayeleri, harp, tuzak ve hileleri, teb'alarına
karşı tatbik ettikleri siyasetleri, geçmiş ümmetleri
(Babil, Eyke, Habe, Yemen, İran ve Roma dönemi devletlerinin
hikayeleri) tarihlerini ifade eden hikayeleri üst üste okur, sonra onların
kanunlarından bahsederdi. Sonra helva ve yemekler birlikte yenir,
sonra Hz. Muaviye (r.a) tekrar odasına çekilirdi. Gecenin üçte
birinde uyur, üçte birinde kalkıp oturur ve ibadetlerini ifa eder,
huzuruna (bir tarih defteri demek olan) içinde hükümdarların
hayat, haber, savaş ve adaletlerini nakleden küçük bir defter
getirilirdi. Bu defteri ona genç bir delikanlı ezberden okurdu. böylece
gece, onun bu hikayeleri dinlemesiyle geçerdi (M. Serhan Tayşi,
İslâmi Tarih Düşüncesi ve İlk Dönem Tarih Yazıcılığı,
1992).

İslâm tarihinin ruhu, temeli "ibret"
kelimesi üzerine oturur. Tarih, ibret kaynağıdır:
"Peygamberlerin haberlerinden onunla kalbini (tatmin ve) tesbit
edeceğiniz her çeşidini sana kıssa (tarih) olarak
anlatıyoruz. Bunda (bu sure ile) de sana hak ve müminlere bir öğüt
ve bir muhtıra gelmiştir" (Hud, 11/120) Andolsun,
onların kıssalarını (tarihlerini) açıklamada
salim akıl sahipleri için birer ibret vardır" (Yusuf,
12/26).

Bu bakımdan İslâm toplumlarındaki
sosyal çalışmalar, kendi tarihi gelişmeleri içerisinde
ortaya çıkar ve bir takım özel şartları bünyesinde
barındırır. Dolayısıyla batı dünyasındaki
gelişme ve sosyal yapılanmalara bakılarak
sistemleştirilmiş bir sosyal bilimin değerleri ve
teorileri, İslâm toplumlarında fayda yerine tahribat yapar.
Batı uygarlığının tarihi
şartlarının ve tabii gelişmesinin
yansımalarından olan sosyal bilimlerin ard arda ortaya çıkıp,
kültürel yapısı farklı olan toplum ve medeniyetlerde
aynı hedefleri gerçekleştirmesi bir yana sosyal problemler çıkardığına
çokça rastlanmıştır. Ortaçağ'da İslâm
toplumlarına bakıldığında, tarih çalışmalarının
sosyal hayatın bütün yönlerini ele aldığı goze
çarpmaktadır. Rosental bu durumu şöyle dile getirmektedir:
"Ortaçağ İslâm ülkelerinde tarih, sadece eğitimde
değil, siyasi hayatta ve dinî düşüncede de mühim bir yer
tutar" (Rosental'den Ümit Meriç, Cevdet Paşa'nın Devlet
ve Cemiyet Görüşü, 1992) .

Tarih, müslümanlar için bilhassa tercüme-i hal ile
yakın münasebeti bakımından kendini müşahhas olarak
ifade etmek, gündelik hayatın bütün cephelerine eğilmek,
insanı ve onun temayüllerini tahlil etmek imkanını veren
biricik alandır. Bunun kökleri, Kur'an'ın tarih yorumuna
dayanmaktadır. Kur'an'da kabul edilen siyasi yol, daha ziyade tarihi
metoddur. Onun için ön hükümler, Arabistan'ın ve civar
memleketlerin tarihinden misallere müracaat suretiyle açıklanmıştır.

Kur'an, bazen milletlerin gerileme sebeplerini
işbaşındaki hükümetlerine yüklemeden umumileştirir
ve "Bir kavim kendi halet-i ruhiyesini değiştirmedikçe
Allah onların halini değiştirip bozmaz" der. Devletin
özü olan beşer cinsinde olduğu gibi, milletlerin de yükselmeleri
ve düşüşleri vardır. Ve bir defa o kavim sosyal
hastalığı şifa bulmaz bir hale gelirse,
tıpkı bir insan gibi evvelden takdir olunmuş bir kanuna
uyarak yerini yeni ve daha kuvvetli bir Irka vererek ölür. Ve bu âlemin
nizamıdır.

Görüldüğü gibi, tarihi bakış açısı
ile Kur'an, toplumların gelişme ve değişme
durumlarına dikkati çekmekte ve buna ait bazı kanunların
varlığına temas etmektedir. Bazı
araştırmacılar, Kur'an'ın o zamana kadar rivayet ve
hikayelerden ibaret olan tarihe bir metod getirmek suretiyle, tarihi ilmî
bir çehreye soktuğunu söylemektedirler. Böylece olaylar arasında
bir ilişki kurulmakta ve geçmişten birtakım dersler
alınması gerektiği anlaşılmaktadır.
"Yeryüzünü gezin ve geçmiş kavimlerin eserlerini inceleyin,
yoldan sapanların acıklı hallerinden ibret alın"
teması çok sayıda Kur'an ayetiyle dile getirilen bir konudur
(Sami Şener, Tarih-Sosyoloji Münasebeti, 1992).

Sami ŞENER


Konular