Şamil | Kategoriler | Konular

Sınıf

SINIF

Bir toplumda ekonomik ve sosyal çıkarları
birbiriyle aynı yönde ve birbirine yakın olan ve bu konularda
aralarında çelişki bulunmayan aynı durumdaki
insanların teşkil ettiği kümeler. Tarih ve sosyoloji, değişik
cemiyetlerde karşılaştığımız
sınıfların ilgi çekici hikayeleriyle doludur. Bu sınıfların
nitelikleri, aralarındaki ilişkiler ve bu ilişkilerde zaman
içinde meydana gelen değişmeler, mücadeleler ve kavgalar
dramatik tablolar sergiler. Aristokratlar, din adamları, şövalyeler,
toprak sahipleri, derebeyler, serfler, köleler; daha yakın çağlarda
burjuvalar, kapitalistler, bürokratlar, teknokratlar, işçiler,
esnaf ve sanatkâr zümreleri ve küçük tarım işletmelerinin
sahipleri gibi toplum içinde birbirlerinden farklı konumlarda
bulunan insan grupları arasında değişik dozlarda tezahür
eden çelişki ve mücadeleler eksik olmamıştır. Bazan
Hindistan'daki kast sisteminde görüldüğü gibi sınıflar
arasında aşılması çok güç bir katılık;
bazan da daha esnek ve ılımlı ilişkiler söz konusu
idi. Önemli bir takım tarihî olaylar, değişimlere, dönüşümlere,
statü farklılaşmalarına yol açıyor ve yeni dengeler
oluşması ile sonuçlanıyordu. Ancak insanlar arasında
sınıflaşmalar tarih boyunca varlığını sürdürmüştür
ve problem olarak önemi değişse bile bir vakıa olarak hiç
bir zaman ortadan kalkmamıştır.

Bu konuda Kapitalist batı toplumlarında
Sanayi devrimini takib eden dönemde güçlenen Sosyalist teori ve onun
radikal çözüm önerileri 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren hayli etkili siyasî sonuçlara yol açmıştır.
Marksizm adını taşıyan bu ekol, insan toplumunun
başlangıçta sınıfsız olduğunu; daha sonra
üretim araçları üzerinde özel mülkiyet düzenine geçilmesinin
ve iş bölümünün bir sonucu olarak sınıfların
doğduğunu; sanayi toplumunda çalışan emekçi
kitlelerin (proleteryanın) siyasî öncülüğüyle özel
mülkiyetin kaldırılması ve sosyalist rejimin gerçekleştirilmesi
halinde sınıfsız (komünist) düzenin ve paylaşımı
mesele olmaktan çıkaracak bir bolluk ve refahın sonuç olarak
ortaya çıkacağını iddia ediyordu.

Ateist ve Materyalist felsefeye dayanan Marksizm,
Kapitalist batıda insan vicdanını rahatsız eden
sınıf vakıasına ve daha birçok bozukluklara karşı;
bütüne ilişkin üslûb insicamı sergileyen; cerbezeli ama spekülatif
mahiyette ve bilimsellik iddiasına karşılık gerçekte
doğmatik ve netice itibariyle bâtıl bir sistemden ibaretti.
Buna rağmen etkili oldu ve pahalıya mal olan bir tecrübe
hüviyetiyle insanlık tarihine yeni bir aldanma örneği olarak
geçti. Yetmiş yılı aşkın Sovyetler Birliği
vakıası, her konuda olduğu gibi, Marksist teorinin,
sınıf konusunda da fiyaskodan öte bir şey vaad
etmediğini ortaya koymuştur.

Esas itibariyle geleneksel Kapitalist
yapılarını sürdüren batılı ülkelere ve onları
model edinen gelişme süreci içindeki diğer ülkelere gelince;
onlar için sosyal adalet ilkesi ve sosyal devlet anlayışı
oldukça müsbet ve iyileştirici değişmelere yol açmış;
sosyal mobiliteyi hızlandırmış ve sınıflar
arası çelişkileri hafifleterek ihtilafları
azaltmıştır. Buna karşılık sınıf
meselesinin tarihe mal olduğunu söyleyebilecek noktada olmadığımız
gibi; modern toplumlarda ırk ayırımı, işsizlerin
durumu, sendika rekabetlerinin yol açtığı
haksızlıklar, etnik kökenli lobi faaliyetlerinin sinsice sağladığı
çıkar etkinlikleri ve siyasî hegemonya kombinezonları,
tekelleşme yolundaki tertipler, illegal olsa da mafyanın
kapsamlı rolünün fiilen geçerli oluşu ve daha burada
sayıp tüketemeyeceğimiz sosyo-psikolojik, ekonomik ve kültürel
kaynaklı pek çok problem gerçekte sınıf çelişkilerini
aratmayacak ağırlıkta ve içinden çıkılması
zor, komplike meseleler olarak ortadadır. Günümüzde
"küreselleşme" adı verilen genel eğilime
mukabil, milletler arası planda fiilen varid olan siyasî hegemonya
ve emperyalizmin değişik kılıklar altında sürdürülüşü;
özellikle insan hakları konusundaki farklı hukukî ve fiilî
durumlar ve bu konuda çifte standart uygulamalarından vazgeçilemeyişi
de insan ayırımının ve bir anlamda sınıf
meselesinin ayrı bir boyutunu teşkil etmektedir.

İnsanlar arasında
ayırımcılığa medar olan bütün ön fikirlerin,
saplantıların ve alışkanlıkların
aşılabilmesi için sağlıklı ve kompleksiz bir
tavır alma konusunda İslâmın öngördüğü esaslar
hiç bir ideoloji ve teori ile kıyaslanamayacak bir kapsam ve mahiyet
taşır. İnsanların erkek ve kadından
yaratıldığına ve menşelerinin toprak
olduğuna dikkatleri çeken Kuran-ı Kerim, onların
aralarında bir fark bulunmadığına defalarca
işaret ederek; soy, sop, kabile, kavim ve ırk esasına
dayandırılmak istenen bütün fark ve üstünlük teori yahut da
faraziyelerini kesin olarak reddeder; Allah katında insanlar için
ancak "takva"nın bir değer ölçüsü olduğunu açıkça
beyan eder. Hadisi şeriflerde insanların "tarağın
dişleri gibi" eşit oldukları; "Siz, Adem
oğullarısınız, Adem ise topraktandır; Biliniz ki,
hiç bir Arabın Arab olmayana; Arab olmayan bir kimsenin de Arab'a;
hiç bir beyazın siyaha, hiç bir siyahın da beyaza katiyyen
üstünlüğü yoktur" buyurularak bu esaslar net ve açık
bir şekilde teyid edilmiştir. İnsanların can, mal ve
ırzlarının haram olduğu belirtilerek,
istismarcılığa karşı kapılar
kapatılmıştır. Ancak ve yalnızca Allah'a kulluk
edileceği; O'ndan başka şârî (kural koyucu) bulunmadığı
ve insanların sadece O'nun emir ve yasaklarına itaatleri
gerektiği ve bu esasın dışında bir otoritenin geçerli
olmadığı dinin esası olarak şuurlara
yerleştirilmiştir. Kuranı Kerim, servetin sadece belirli
zenginler arasında dolaşıp duran bir devlet
olmamasını (59/7); toplumun değişik kesimleri
arasında el değiştirmesini ve
paylaşılmasını öngörmüştür. Ekonomik
dengeleri bozan faizi, ihtikârı, kumarı, yasaklamış;
toplumda ibadet temeline ve İslâmî edeb ve ahlâka dayanan homojen
ve dengeli bir sosyal ve kültürel ortam meydana getirmiştir.
Sefahati, içkiyi ve eğlencelerde
aşırılıkları yasaklamış; kadın
erkek ilişkilerini mahremiyet hudutları içine ve aile kurumunun
çatısı altına çekerek mâkûl bir disiplin altına
almıştır. Bu esasların uygulandığı bir
ortamda; antik çağın müşrik toplumlarında, Orta çağın
Hristiyan Avrupasında ve daha sonraları kapitalistleşen
batıda rastlanan anlamda sınıflara bölünmüş bir
toplum manzarasıyla karşılaşılamayacağı
ortadadır. Elbette ki, müslüman toplumlarda da zenginler, fakirler
ve ikisi arasında yer alan orta gelir grupları; durumları
farklı sosyal zümreler olmuştur. Ancak bunlar hiç bir zaman değişmez
sınıf farklarının ve kemikleşmiş bir
yapının belirtisi derecesine varmamış; ayrı bir
hikmetin gereği olarak sosyal dinamizmin, sosyal mobilitenin ve tesanüdün
muharriki olmuş ve maddî ve manevî gelişmenin zeminini
oluşturmuştur. İnsanlar arasında
ayırımcılığa varan, yasal ve fiilî imtiyazlarla
insan hakları ve haysiyetini ihlâl eden sınıf kavramı
ne kadar redde layık ise; toplumu sosyoekonomik ve kültürel yönden
her türlü makûl farklılaşmalara ve iş bölümüne
kapatan, sosyal olaylara âdeta mihanikî bir anlayışla
yaklaşan ütopik görüş ve tasavvurların geçersizliği
de o kadar ortadadır. Âlim ile cahil arasındaki fark nasıl
normal karşılanıyorsa; çalışkan ile tembel
arasında farklı kısmetler zuhur ettiği zaman bunu da
makul görmek gerekir. Aksi takdirde çalışkanlığı
teşvik etmek imkânı kalmazdı.

İslamın köleliği
yasaklamayışı ve onun durumunu düzenleme konusunda
hükümler öngörüşü dolayısıyla yöneltilen tenkitlere
gelince; köleliğin geçerli olduğu bütün çağlar boyunca
onların durumlarını manen ve maddeten en iyi bir hale
getirmek için mümkün olanların hepsini emir ve yasaklar
şeklinde öngören İslâm dini; köleliğin fiilen ortadan
kaldırılmasına götürecek tedbir ve politikaları en
ileri derecede yürürlüğe koyarken, onu niçin kesin bir hükümle
yasaklamamıştır? Bilindiği üzere İslâm bir çok
konularda tedricî metodu uygulamış; istenen sonucu ani dönüşümü
ifade eden usuller yerine, insanlarda sonuca ilişkin şuurun
oluşmasına yardımcı olan ve pedagojik yönü bulunan
evrim metoduyla oluşturmayı öngörmüştür.
İşte, özellikle kölelik karşısında izlenen yol
bu olmuştur. Çünkü kölelik o zamanlar harp hukukundan, yani
milletler arası ilişkilerden kaynaklanan bir sonuçtu ve onun
ilgası, mütekabiliyet esasına dayanan milletler arası bir
mutabakat sağlanmadıkça mümkün olamazdı.
Şurası muhakkak ki, o günün dünyasında bir siyasî
otoritenin köleliği tek taraflı bir tasarrufla ve iç hukuka
yönelik bir rejim meselesi olarak ilga etmesi abes olurdu; düşünülemezdi.
Bu, kendi eliyle düşmanına avantaj sağlamak ve kendini
dezavantaja mahkum etmek olurdu. Kaldı ki, o zamanki üretim yapısı
ve zenginlik durumu da, harblerde esir alınanların büyük
kitleler halinde ve bir anda ülkenin sahibi olanlarla aynı statüyü
(vatandaşlık durumunu) paylaşmalarını fiilen imkânsız
kılan bir mahiyet arzediyordu. Bu, bizzat esirlerin güvenlik ve
menfaatlerine ters düşer; anarşiye yol açardı. İslâm
ise abes ile meşgul olmaz, gerçekleşmesi hayal olan
şeylerle zaman kaybetmezdi. O, kölelik konusunda mümkün ve makûl
olanın hepsini en ileri düzeyde gerçekleştirmiştir.

İslamın milletler arası saha için ön
gördüğü sulh (pax) ise, gayrimüslimlere hak ve hürriyetler tanıyan
kendine özgü sistemiyle insanlara güvenlik ve istikrar vaad etmiştir.
Milletler arası sahaya uzanan düzenleme ve tesirler sınıf
meselesinin bir anlamda yansımasını ve ayrı bir
boyutunu teşkil ettiğine göre İslâm'ın bu konuya
yaklaşma tarzının bütün insanlığı
ilgilendiren sonuçları ayrıca ele almak gerekir.

Mahmud Rifat KADEMOĞLU


Konular