Şamil | Kategoriler | Konular

Serf

ŞERF

Lügatta yükseklik, şeref, necabet, asalet, izzet,
mecd, yüksek olma, makam ve mertebesi yüce olmak, manevi yükseklik ve
ululuk; yüksek yer anlamlarına gelen şeref ve şerafet
kelimelerinden türemiş mübalağa ile ismi fail. Çoğulu;
eşrâf ve şürefâ, müennesi ise şerifedir. Bunun da çoğulu;
şerîfat ve şerâifdir. Ulu ve şerefli, şanlı ve
şöhretlilere, özellikle baba ve dedeleri ulu ve yüksek olanlara
denilir. Bir memlekette, kendilerine kabile ve şehrin
maslahatlarının idaresi verilmiş asîl aile reislerine,
makam ve mevkii yüksek, söz sahibi ve nüfuzlu kimselere denir. Bir
yerde içtimâi mevkii yüksek olanlara da bu kelimenin çoğuluyla
eşrâf denilir.

İslâm'a göre şerif müttakî olandır;
Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın
emirlerini yerine getirendir:

"Şüphesiz ki sizin Allah katında en
şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır? (el-Hucurât,
49/13). Zira, ruhlar en çok takvâ (Allah korkusu) ile ve manevî
meziyetlerle şeref kazanır, şahıslar bununla yükselir.

İslâm Tarihinde şerîfin özel anlamda
kullanışı:

Abbasiler zamanına kadar şerif ve çoğulu
eşraf, Hz. Peygamberin ceddi Hâşim'den gelenler Hâşim
oğulları (Benî Hâşim'e) ve Ebû Talib oğulları
için kullanıyordu; özellikle Hz. Hasan ve Hüseyin'e ve bunların
çocuklarına deniliyordu. Çünkü Resûlüllah'ın
kızı ve Hz. Fatma'nın oğulları soy sop
bakımından Resûlüllah'a irca' olunması itibariyle
öncelik hakkına sahiptir ve bunlara Resûlüllah'ın (s.a.s)
oğulları ve torunları denilmiştir. Resûlüllah da
takvaca olduğu gibi haseb ve nesebçe de insanların en
üstünüdür.

Abbasiler zamanında şeriflik ünvanı Ali
b. Ebî Talib (r.a) ile Peygamberimizin amcası Abbâs'ın
torunlarına (Âl-i Alî ve Âl-i Abbâs'a) tahsis edildi.

Fatımîler devleti zamanında (910-1171 m)
Mısır'da şerif unvanı Hz. Ali'nin Fatıma (radıyallahü
anha)'dan doğan çocukları Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin'in torunlarına
tahsis edilmişti. Bu zatların torunlarına "şerîf"
denilirdi. Fatımîlerden sonra İslâm âleminde Hz. Hasan'ın
torunlarına "şerîf" Hz. Hüseyin'in torunlarına
da "seyyid" denilmesi yaygınlaşmıştır.
Bazı İslâm memleketlerinde bu ünvan Hasenî (Hz. Hasan'ın
torunlarına) ve Hüseynilere alem olmuştur. Bazı yerlerde
Zeyneb binti Ali'nin torunlarına da nadiren şerîf denildiği
olmuştur. Memlüklülerden itibaren Osmanlılar dahil İslâm
memleketlerinin pek çoğunda Hz. Hasan'ın neslinden gelenlere
"şerîf" denilmiştir. Şerîf'in kız olan
çocuklarına "şerîfe", seyyidin kız olan
çocuklarına da "seyyide" denilirdi.

Bir şerif veya seyyid'in hanımı seyyi'de
veya şerîfe olursa, bunlardan doğan çocuğa
"es-seyyidü'ş-şerif" veya kısaca seyyid-şerîf
denilir.

Mısır'da şerîf için yapılan
vakıftan sadece Hz. Hasan ve Hüseyn'in torunları
faydalanmaktaydı. Çünkü tâ Fâtımîler devrinden itibaren
yerleşmiş örfe göre eşrâf unvânı sadece Hz. Hasan
ve Hüseyn'in ahfâdına münhasır idi (Bkz. İbn Hacer
el-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye, 124, Kahire, 1329).

Bazı tarihçilere göre, şerîfenin şerîf
olmayan kocasından doğan çocuğu şerîf veya şerîfe
değildir. Bir kısım âlimlere göre bunlara da şerîf
veya şerîfe (kız ise) denilir.

Tarihte şerîfe ve seyyidelerin, küfüvvü
(dengi) olmayanlarla evlenmeleri çok az olmuştur. Şerîf veya
seyyid olmayan bir kimse bir şerîfe ile ancak onu kırmamak ve
hiç incitmemek ve onun arzularına göre hareket etmek
şartıyla evlenebilirdi. İslâm tarihinde Emeviler devri ve
Abbâslerin Halife Mansûr dönemi hariç Hz. Hasan ve Hüseyin ahfadına
hürmetle muamele olunmuştur.

Şerîf ve seyyidlere daima sevgi ve saygıyla
muamele edilmelidir. Özellikle bunların dindar ve âlim olanlarına
son derece hürmetle riayet olunmalıdır. Çünkü Hz. Peygambere
(s.a.s) ve onun akrabasına karşı duyulan saygı bunu
gerektirir.

Hz. Peygamberin (soyu) nesli Hz. Hasan ve Hüseyin'in
nesillerinden devam etmiştir. Kur'an'ı Kerîm'de "De ki: Bu
tebliğime karşı akrabalıkta sevgiden başka hiç
bir mükâfât istemiyorum" (eş-Şûrâ, 23) buyurulur. Bu
âyet-i kerimede zikredilen akrabalık (el-kurbâ) dan murad, bazı
âlimlere göre Resûlüllah (s.a.s)'e olan akrabalıktır. Onun
yakın akrabası da Fâtıma, Ali, Hz. Hasan ve Hüseyin'dir.
Bazılarına göre Benî Hâşim (Hâşim
oğulları)'dir. Bazı âlimler de bu akrabalığı
Resûl-i Ekrem'e akraba olan Kureyş batınlarına teşmil
etmişlerdir (Beyzâvî, Medârik).

Osmanlılar, şerîf ve seyyidlere o kadar saygı
göstermişler ve öyle güzel muamele etmişlerdir ki, Abdülmecid
devrinde (1839-1861) Mekke şerîflerinden Abdülmuttalib isyân
ederek müstakil bir devlet kurmak istemiş ve yüzlerce müslümanın
kanının dökülmesine sebep olmuştu. Yakalanınca bu
şerîf afv edilmiş ve İstanbul'daki konağında
oturmasına müsaade edilmişti. Fakat II. Abdülhamid
(1876-1909), isteği ve arzusu üzerine kıramayarak bunu tekrar
Mekke emirliğine ta'yin etmiştir (Bk. Ahmed Cevdet Paşa,
Tezâkir, 1-12, Cüz 101-148. Yayınlayan Cavid Bavsun, Ank. 1986;
İsmail Hakkı Uzunçarşıı, Mekke-i Mükerreme
Emirleri, 128-136, Ank. 1972).

Abbasîler devrinden itibaren nikâbet-i eşrâf
(nakîbu'l-eşrâflık) müessesesi ihdâs olunmuştur. Abbâsî
ve Tâliblerden olan eşrâf çok defa aralarından neseb ilmini
iyi bilen birisini seçerlerdi. Buna nakîb denilirdi. Meselâ Al-i
Alî'den 260/874'te vefat eden Ali b. Muhammed b. Ca'fer el-Himnânî,
Küfe'de nakîb idi. Nakîb'in vazifesi, Hz. Hasan ve Hüseyin'e aid
nesebnâmelerin sıhhatini ta'yin ve tesbit etmek ve bir asâlet
listesi tutarak eşrâf'ın doğum ve ölüm tarihlerini
kaydetmek idi. Nakibü'l-eşrâflık Abbâsîlerde olduğu
gibi Memlüklüler ve Osmanlılarda da devam etti. Osmanlı
devletinde nakbu'l-eşrâflık Yıldırım Bayazîd
(1389-1402) zamanında teşekkül eylemiştir. Emîr
Buhârî'nin talebelerinden Seyyid Ali Nettâc b. Muhammed, Osmanlı
memleketlerindeki şerîf ve seyyidlere nakb tayin edilmiş ve
Bursa'da yaptırılan İshakıyye zâviyesinin tevliyeti,
kendisinden sonra evlâdına geçmek üzere ona verilmiştir.
Nakbliğe Ankara Muharebesinden (1402) sonra bir müddet ara verilmişse
de bu makama Seyyid Ali Nettâc'ın ölümünden sonra oğlu
Seyyid Zeynelâbidîn ta'yin edilmişti. Önceleri bunlara nakibu'l-eşrâf
denilmeyip "nazır" denilmişti. Sonraları bu
makama ta'yin edilen Seyyid Mahmûd, Arabistan, Mısır ve Sûriye'de
eşrâf'ın nesebini tesbit işiyle meşgul olanlara
nakibu'l-eşrâf denildiğini duymuş olduğundan, teklifi
üzerine bu hizmet sahibine bu unvân verilmiştir.

Memlüklüler devleti ve Osmanlılar'da
nakibu'l-eşrâf devlet merkezinde oturur, şerîf ve seyyidlere
nezâret eder, onların şecerelerini öğrenerek zabt ve
kaydederdi. Şehir ve kasabalarda nakibu'l-eşrâf kaymakamlıkları
vardı. Nakibü'l-eşraf kaymakamları da şerif ve
seyyidlerin doğum ve ölüm tarihlerini kaydederler ve onların
diğer bütün işleriyle meşgul olurlardı. Seyyid ve
şerîflerin ahlâka aykırı hareket edenlerini
cezalandırırlardı. Nakibü'l-eşrâf kaymakamlarının,
ta'yin, azil ve tebdilini merkezde oturan nakbü'l-eşrâf yapardı.
Osmanlılarda nakbü'l-eşrâftan sonra şerîf ve seyyidlerin
en büyük âmirine "alemdâr" denirdi. Şerîf olan
alemdâr bir muharebe esnasında ordu ile beraber götürülecek sancağı
şerîfi taşımakla görevliydi. Sancağı şerîfin
gidiş ve gelişinde nakibu'l-eşrâf ile şerîf ve
seyyidler de sancak merasimine iştirak ederlerdi .

Osmanlıların ilk devirlerinde
"şecere-i tayyibe" denilen nakibü'l-eşrâf defterinde
şerîf ve seyyid sayısı çok değildi. Fakat
sonraları şerîf ve seyyidlerin imtiyaz muafiyetlerinden
istifade etmek maksadıyle ve uydurma şecere ve şahidlerle
bir çok kişi nakîbü'l-eşrâf defterine kayd olmuşlardır.
el-Heytemî ve en-Nabhânî gibi zatların fetvâlarına güvenerek
sonraları pek çok kimse kendilerinin şerîf olduklarını
iddia etmişler ve buna da itiraz edilmeyerek deftere
kaydolunmuşlardır. Bu fetvâlar şöyledir: "Bir
kimsenin şerifliğinde şüphe olunduğunda, onun
şerif olmadığını isbat edecek ve şeceresine
itiraz olunacak bir delîl ve vesika yoksa ve nesebini iyice bilmeden onu
yalancılıkla itham etmemek lâzımdır" (İbn
Hacer el-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadisiyye, 27 vd. 122, Kahire, 1329;
en-Nebhânî, eş-Şerefü'lMüebbed li-Âl-i Muhammed, 46,
Kahire, 1318).

Şerîf ve seyyidlerin sadaka almaları haram
sayılmış ve yasaklanmıştır. Çünkü sadaka
malın kiridir; nesl-i pâk-i nebevî'nin alması
yakışık almaz.

Hârûn Reşid ve Me'mun devirlerinde şerîf
ve seyyidler yeşil cübbe giyerler ve yeşil sarık
sararlardı. Bu usûl Abbasî devletinin sonlarına doğru
terk olunmuştu. Sonraları Memlûklü hükümdarı Melik
Eşref'in emriyle 773/1371'de şerîflerin halk tarafından
tanınıp hürmet edilmeleri için başlarına yeşil
sarık sarmaları veya yeşil bir alâmet koymaları emr
edilmişti. Bu âdet, Osmanlı memleketlerinde de aynen kabûl
edilmişti.

Bir kısım şerîflere ve bunların
evlâd ve torunlarına devlet iktidarı da nasîb olmuştur:

Hz. Hasan'ın torunu İdris b. Abdullah, Fas'ta
789-974 m. yılları arasında devam eden İdrîsîler
devletini kurmuştur. İdris b. Abdullah'ın soyundan gelen
şerîflere İdrîsîler denilir. İdrîsîler önce Abbâsî
devletine sonra Endülüs Emevî devletine tâbi olmuşlar, 40
yıl da Fatımlere bağlı kalarak İdrîsler
devletinin hükümdarlığını
yapmışlardır. Son melikleri el-Hasan b. Künûn m. 974'e
kadar hükümdarlık yapmıştır. Fas şehrini
İdrîsler kurmuştur. Endülüs Emevleri Fas'ı İdrîsîler'den
alarak devletlerini ortadan kaldırmıştır.

Fas'ta, Hz. Hasan'ın torunu Muhammed en-Nefs
ez-Zekiyye neslinden olanlara İdrîsîler'den ayırd etmek için
Hasenî denilmiştir. m. 16.asırda Fas'a gelen şerîf Mülay
Zidân b. Ahmed'in oğullarından Sa'd b. Ebî Bekir oğulları
olan Sa'dler, burada berberî hanedânını devirerek idareyi ele
geçirmişler (1555) ve 1664 m. yılına kadar Fas'ın hükümdarları
olmuşlar ve Osmanlı İmparatorluğuna da
bağlılık göstermişlerdir.

Mekke emirliği hicrî 4. asrın
ortalarında (346/952)'de şerîflerin eline geçmiştir.
Mekke'de ilk defa emir olan şerîf Musâ b. Abdullah'tır. Musâ
b. Abdullah'ın neslinden gelen şerîflerin sonuncusu Şükr'ün
çocuk bırakmadan vefatı üzerine (453/1061), Yemen hükümdarı,
şerîflerden Ebû Hâşim Muhammed'i 455/1063'de Mekke
emirliğine ta'yin etti. Ben Fuleyta denilen Ebû Hâşim
ailesinden sonra Mekke emirliği 598/1200'de yine şerîflerden
Yenbû emiri Ebû Aziz Katâde b. İdrîs'in eline geçti. Eyyûbler,
Memlûklüler ve Osmanlılar devrinde de Mekke emirliği Katâde'nin
torunları elinde kalmıştır. Eyyûbiler ve
Memlûklüler'den sonra Osmanlılar da kendi hakimiyetleri
altında kalmak şartıyla aynı ailenin Mekke
emirliklerini tanımışlardır. Katâde'nin neslinden
gelen şerifler Vehhâbîlerin 1343/1924'te Hicaz'ı işgal
etmelerine kadar Mekke emirliklerinde kalmışlardır. Birinci
Dünya Harbi esnasında Şerîf Hüseyin İngilizlerle
anlaşarak isyân edince, emirlik bundan alınarak yerine Şerîf
Ali Haydar Paşa vezirlik rütbesiyle Mekke emirliğine ta'yin
edilip gönderilmiştir. Ali Haydar Paşa isyân sebebiyle
Mekke'ye girememiş, bir müddet Medine-i Münevvere'de kalmış
ve nihâyet 1917'de İstanbul'a dönmüştür. Bu tarihte de
Hicâz Osmanlı idaresinden tamamen çıkmıştır. 8
Mayıs 1919'da hey'et-i vükelâ kararı ve irade-i seniyye ile
Ali Haydar Paşa'nın emirlik unvanı kaldırılmak
suretiyle Osmanlı tarihinin dört asırdan fazla süren Mekke
emirliği dönemi kapanmıştır.

Muhterem bir zat olan Şerif Ali Haydar
Paşa'nın hayatı Türkler arasında geçmiştir.
1935'te Beyrut'ta vefat etmiştir (Bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1972, 4, 16, 141-145).

Muhiddin BAĞÇECI


Konular