Şamil | Kategoriler | Konular

Sebe' suresi

SEBE' SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in otuz dördüncü süresi. Elli
dört âyet sekizyüz seksen üç kelime, üçbin beşyüz on iki harf?
ten ibarettir. Fasılası ra, nun, mim, dal, ba, lam ve zi"
harfleridir. Mekkî surelerden olup Lokman süresinden sonra nâzil olmuştur.
Altıncı âyetinin Medenî olduğu da rivayet edilmektedir (Zemahşerî,
el-Keşşaf, Beyrut (t.y), III, 566). Adını on
beşinci âyetinde geçen "Sebe" kelimesinden almaktadır.

Sebe, Yemen bölgesinde yaşayan bir kavmin
adıdır. Sebeliler, çok verimli topraklara sahiptiler ve bu
sayede de medeniyetlerini oldukça geliştirme imkanı
bulmuşlardı. Yüksek bir yaşam seviyesine sahip olan bu
topluluk, göz kamaştırıcı güzellikte baş ve bahçelere
sahipti. Yağmur suları, inşa edilen su seddinde toplanmakta
ve kanallar vasıtasıyla ekili araziler mükemmel bir
şekilde sulanmaktaydı. İki dağ arasında inşa
edilen bu set, meşhur ve tarihi Ma'rib seddidir. Allah Teâlâ,
Sebelileri çeşitli nimetlerle
rızıklandırmış ve onlara peygamberler göndermiştir.
Sebeliler bu peygamberlere tabi olarak, onların emirlerini yerine
getiriyor ve kendilerine ihsan edilen nimetler için Rablerine şükrediyorlardı.
Ancak bir zaman sonra, Allah'ın dininden yüz çevirerek taşkınlıkta
bulunmaya başladılar. Allah Teâlâ da onları "Arîm"
seli'ni göndererek cezalandırdı ve Sebeliler bölük pörçük
bir halde zelil olarak, etrafa dağıldılar (İbn Kesir,
Tefsirul-Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, VI, 491). Sürede bu kavmin
durumu hikaye edilerek insanların geçmiş kavimlerin
durumlarından ibret almaları gerektiğine işaret
edilmektedir. Süre diğer bütün Mekkî sürelerde olduğu gibi,
insanların inançlarını düzeltmeyi ve onlara tevhid, vahiy,
öldükten sonra dirilmenin ve hesaba çekilmenin hakikatını
idrak ettirmeyi hedef almakta; ayrıca, müşriklerin İslâm'a
ve onun peygamberine yönelttikleri itirazlara cevaplar vermektedir.
Cevaplar genellikle talimat, deliller çerçevesinde öğüt verme ve
tartışma şeklindedir. Kâfirler, bazı âyetlerle
İslâm'ın açık olan gerçeklerine karşı gösterdikleri
inatları sonucunda karşılaşacakları kötü akıbet
ile uyarılmaktadır.

Süre Allah Teâlâ'ya hamdile başlamaktadır.
İlk âyetlerde, O'nun kâinatta var olan her şeyi ilmiyle
kuşatmış olduğu, göklerin ve yerin derinliklerinde
olan zerrelerin dahi onun bilgisi dahilinde bulunduğu gerçeği
ortaya konulduktan sonra, kâfirleri inkâr etmekte oldukları ve gerçekleşmesini
imkansız buldukları kıyametin mutlaka vuku
bulacağı bildirilmektedir. Küfredenler öldükten sonra tekrar
dirilme konusunda şaşkınlık ve hayret içerisinde
toprakta yok olan bedenlerin dirilmesinin mümkün olmadığını
zannetmektedirler. Onların büyük bir aldanma ve
şaşkınlık içerisinde peygamberin getirmiş
olduğu kitab'a itirazda bulunurken nasıl bir basiretsizlik içerisinde
gerçekleri inkar ettikleri şöyle dile getirilmektedir:

"Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında
olanı görmüyorlar mı? Eğer dilersek, onları yere geçirir
veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz
bunda Rabbine yönelen her kul için elbet bir ibret vardır" (9)

Sûre bu gerçekleri dile getirdikten sonra, Davud (a.s)'ın
ailesinden bahseden kıssayı anlatmakta ve insanların bundan
ibret alması gerektiğini bildirmektedir.

Allah Teâlâ, Davud (a.s) ve Süleyman (a.s)'ı
çeşitli nimetlerle rızıklandırmış ve onlara
bir çok hârikulâde kuvvetler vermişti. Süleyman (a.s)'a, uzak
mesafeleri çok kısa zamanda katetme vb. özelliklerin yanında
cinlere de hükmetme gücü verilmişti. Cinler onun hizmetinde çalışır
ve kesinlikle emrinin dışına çıkamazlardı. Allah
Teâlâ, Davud (a.s)'ı ve Süleyman (a.s)'ı vermiş
olduğu nimetler karşısında şükreder bulmuştu.
Ancak Allah Teâlâ, şükreden kimselerin gerçekten az olduğunu
Davud (a.s) ailesine hitab ederek diğer insanlara bildirmek
istemiştir:

"...Ey Davud ailesi! Allah'ın nimetlerine
şükretmek için çalışın. Kullarımdan
hakkıyla şükreden pek azdır" (13).

Eski çağlardan beri bir takım insanlar,
cinlerin gaybı bildiklerine ve onlarla irtibat kurabilen kimselerin
gayb hakkında bilgiler edindiklerine inanmaktadırlar. Bu
inanış bazı toplulukların cinlere
tapınmalarına ve onları kendilerine ilâhlar edinmelerine
sebep oldu. Öte taraftan kendilerine tapınılan cinler,
insanların bu şekilde kendilerine yönelmeleri karşısında
büyüklük ve ululuk sahibi olduklarını zannederek, Allah Teâlâ'ya
karşı isyanlarında daha da
azgınlaşıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'de bu durum
şu şekilde haber verilmektedir: "Gerçekten insanlardan bazı
kimseler cinlerden bazı kimselere
sığınırlardı da onların cür'et ve azgınlıklarını
arttırırlardı" (el-Cin, 72/6). Allah Teâlâ cinler
hakkında beslenen batıl inançların
asılsızlığını Süleyman (a.s)'ın
ölümünden sonra, emri altında zorunlu olarak çalışan
cinlerin onun ölmüş olduğunu uzun zaman
farkedemeyişlerini örnek göstererek ortaya koymaktadır:

"Süleymanın ölümüne hükmettiğimiz
zaman, öldüğünü cinlere ancak asasını yiyen bir
haşere gösterdi. Süleyman yere düşünce cinlerin durumu anlaşıldı
ki, eğer onlar gaybı bilmiş ol salardı, öyle küçük
düşüren bir azap içinde kalıp durmazlardı" (14).

- Peşinden sûreye adını veren Sebe
kavminin içinde bulunduğu nimetlere nankörlük edip, sapıtmaları
sonucu "Arim" seli ile helak edilişlerinin
anlatıldığı bölüm yer almaktadır:

Sebe'liler Allah Teâlâ tarafından çeşitli
rızıklarla rızıklandırılmış olarak
bolluk ve refah içerisinde yaşıyorlardı: "... Onlara;
"Rabbinizin rızıklârından yeyin de O'na şükredin.
İşte hoş bir memleket ve bağışlayan bir Rab"
(15) denilmişti. Ayrıca onlara ülkelerini mamur hale
getirmeleri için imkanlar verilmişti. Sebeliler, birbirinden
bakıldığında görülen güzel şehirlerde
yaşamakta ve şehirler arasında hiç bir zorlukla karşılaşmadan
rahatlıkla dolaşmaktaydılar. Ancak onlar bu nimetlere
şükredecekleri yerde, nankörlük edip yüz çevirdiler:

"Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun üzerine biz
de onların üstüne "Ârîm" selini gönderdik. Onların
bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da
sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlüklerinden
ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Biz, hiç
nankörlerden başkasını cezalandırır
mıyız?" (16-17).

Sebelilerin nankörlük edip, sapıtmalarının
sebebi, şeytanın kalplerine soktuğu şüpheyi onlara
tasdik ettirmesiydi. Allah Teâlâ, şeytanın hiç bir yaptırım
gücüne sahip olmadığını, sadece vesvese
verebildiğini ve bunun, gerçekten iman edenler üzerinde bir
tesirinin söz konusu olmadığını bildirmektedir:

"Gerçekte İblis, onlara zannını
tasdik ettirdi. Mü'minlerden bir grup hariç, onlar İblis'e uydular.
Halbuki İblis'in onların üzerinde hiç bir nüfuzu yoktu. Ancak
biz, âhiret gününe iman edenle, ondan şüphe edeni ortaya çıkarmak
için ona vesvese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her
şeyi koruyandır" (20-21).

Peşinden gelen âyetlerde Allah Teâlâ müşriklerin
inançlarını sorgulamakta ve onların ilâh olarak tapındıkları
şeylerin hiç bir güce sahip bulunmadığını çeşitli
misaller vererek ortaya koymaktadır:

"Sen müşriklere şöyle de: Allah'ı
bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia
ettiğiniz şeyleri yardıma çağırın.
Onların göklerde ve yerde size zerre miktarı zarar veya fayda
vermeye güçleri yetmez. Onların göklerde ve yerde Allah'la bir
ortaklıkları yoktur. Allah'ın da onlardan bir
yardımcısı yoktur" (22).

Allah Teâlâ kâfirlerin, inkâr etmede öne
sürdükleri şeylerin tutarsız ve gerçek dışı
olduğunu ortaya koyduktan sonra Rasûlüllah (s.a.s)'e hitaben şöyle
buyurmuştur: "Biz seni Ancak bütün insanlara bir müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların sonraki
azabı yalanlamaları karşılığında
âhirette içine düşecekleri acıklı durumları dile
getirilirken, onların, kendilerini sapıtmakla suçladıkları
kimselerle olan diyaloglarının ümitsizlik içerisindeki tablosu
çizilmektedir. İnkâr eden zayıf ve güçsüz kimseler, o
günde itaat ettikleri güçlü kimseleri ve tabi oldukları yöneticilerini
suçlayarak onlara acı içerisinde sitem edeceklerdir. Ancak,
müstekbirler onların bu iddialarını reddederek suçlamaları
kabul etmeyeceklerdir:

"Büyüklük taslayanlar (müstekbirler) de zayıfların
(mustaz'afların) sözlerini reddederek; "Size hidayet gelince,
sizi ondan biz mi alıkoyduk? Bilakis siz suçluydunuz"
derler" (32).

Müstekbirler, insanlığı kurtuluşa
erdirecek olan ilahi vahyin onlara ulaşmasını engellemek ve
etkisiz bırakmak için her dönemde değişik yöntemler
uygulamışlar ve bu işin başını çekmişlerdir.
Bu gerçek, mustazafların, suçlu olduklarını kabul etmeyen
müstekbirlere verecekleri cevapta açık bir şekilde
vurgulanmaktadır:

"Zayıflar, büyüklük taslayanlara; Bilakis
gece gündüz tuzaklar kurmanız bizi alıkoydu. Çünkü siz
Allahı inkar etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı
emrederdiniz" derler" (33).

Tarih boyunca Allah'ın peygamberlerini
yalanlayanların en önde gelenleri her zaman dünyevî bakımdan
kendilerinde bir üstünlük görenler olmuşlardır:

"Biz her hangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek,
oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri (mutraflar)
mutlaka; "Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz"
dediler" (34).

Allah Teâlâ, bu zümrenin dayandıkları mal
ve mülklerin gerçek sahibinin kendisi olduğunu ve bunlara sahip
olmanın tek başına bir üstünlük sebebi olmadığını
ve rızkın kendi elinde bulunduğunu bildirdikten sonra
tekrar, insanların cinlere (şeytan(ar)'a ibadet edip, onlardan
bir şeyler istemelerinin ne kadar büyük bir sapıklık
olduğu gerçeğini vurgulamakta, peşinden de, kâfirlerin
kendilerine okunan âyetler karşısında aldıkları
tavır belirtilmektedir. Onları tarih boyunca iman etmekten yüz
çevirten şeylerin en önde gelen sebeplerinden biri, babalarının
batıl dinlerini terketmek istememeleri ve bu dinleri sorgulamadan
mantıksız bir şekilde onlara bağlı kalmak
istemeleridir:

"Kafirler âyetlerimiz apaçık olarak
okunduğu zaman, Bu sizi, babalarınızın
taptığı şeylerden alıkoymak isteyen bir adamdan
başka bir şey değildir" dediler" (43).

Allah Teâlâ, Rasûlüllah (s.a.s)'e ve onun
şahsında onun yolundan giden İslâm tebliğcilerine
hitab ederek, inkârda diretmeleri ve kendilerini İslâm'a çağıran
kimselerin ısrarlı tutumlarının altında bir
şeyler arayarak onları itham etmeleri karşısında
vermeleri gereken cevabı sunmaktadır. Bu cevap aynı zamanda
müslümanın dinini diğer insanlara ulaştırırken
gözetmesi gereken şeyin yalnızca Allah Teâlâ'nın
rızası olması gerektiğini de ortaya koymaktadır:

Şöyle de: "Sizden herhangi bir ücret istemişsem
o sizin olsun! Benim ücret ve mükafatım yalnız Allah'a aittir.
O her şeye şahittir" (47).

İslâm nurunun ortaya çıktığı
yerde, diğer bütün düşünce ve inanç sistemlerinin asılsız
ve geçersizliği net bir şekilde insanların gözleri
önüne serilecektir. Dolayısıyla, inkârcıların bütün
çabalarına rağmen İslâm'ın gerçekliği hiç bir
zaman örtbas edilemeyecektir:

"Sen onlara şöyle de: "Hak geldi, batıldan
bir eser kalmadı, bir daha geri dönmez" (49).

Sürenin son âyetleri, İslâm düşmanlarının
ahirette gösterecekleri pişmanlıkları ve bu
pişmanlıkların onlara bir fayda vermediği gibi, müstahak
oldukları Cehennem azabından da kurtulmalarını
sağlamayacağını açıklamaktadır:

"O, zaman onlar "Hakka iman ettik"
derler. Fakat, ahiret gibi dünyaya çok uzak bir yerden imana nasıl
ulaşırlar? Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi.
Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı" (52-53).

Süre, müşriklerin, âhiret gününde arzuladıkları
şeylere ulaşmalarının mutlak anlamda engellenmesi
sonucunda içine düşecekleri mahrumiyet halini zikrederek son
bulmaktadır.

Ömer TELLİOĞLU


Konular