Şamil | Kategoriler | Konular

Saffat suresi

SAFFAT SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerim'in otuz yedinci suresi. Yüz
seksen iki ayet, sekiz yüz altmış kelime ve üç bin sekiz yüz
yirmi harften ibarettir. Fasılası elif, dal, kaf, ba, nun ve mim
harfleridir. Mekkî surelerden olup En'âm suresinden sonra nâzil olmuştur.

Süre, diğer Mekkî sürelerde olduğu gibi
akide konusunu işlemektedir. İnsanların kalplerini
şirkin, putperestliğin pisliklerinden temizleyip, tek olan Allah
Teâlâ'ya yönelmek için çarpıcı bir uslupla ikna edici ve düşünmeye
sevkedici deliller getirmektedir. Ayrıca câhiliye dönemi müşriklerinin,
şirk çeşitlerinden biri olan melekleri, haşa Allah'ın
kızları olarak nitelemelerinin saçmalığı ve ilâhi
gerçeklikle olan çelişkisi ortaya konulmaktadır. Azgın
şeytanların yüce aleme yaklaşıp, meleklerin
konuşmalarından bir şeyler kapmaya çalışmaları
durumunda, onların ne şekilde kovularak etkisiz
kılındıklarından haber veren süre, öldükten sonra
dirilme ve kıyametle alakalı olaylardan bahsetmekte ve
İbrahim (a.s) ve diğer bazı peygamberlerin
kıssalarından örnekler vererek insanları Allah'a ve
ahirete iman konusunda uyarmaktadır. İman ve inkârın
neticesinde insanların öteki dünyada karşılaşacakları
durumlar, sürenin işlediği konular arasındadır.

Sürenin ilk âyetlerinde meleklerden bir grubun
üzerine kasem edilerek, insanların ilâhının tek
olduğu bildirilmektedir:

"Sıra sıra duran, önlerindekini
sürdükçe sürdükçe ve Allah'ı andıkça anan meleklere
andolsun ki, ilahınız birdir, göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunanların Rabbidir; doğuların ve batıların
Rabbidir" (15).

Peşinden gelen âyette Allah Teâlâ, dünya semasını
yıldızlarla süslediğini bildirmektedir:

"Şüphesiz biz en yakın göğü bir
ziynetle, yıldızlarla süsledik" (6).

Gökyüzünün yıldızlarla eşsiz bir güzellikle
süslenmiş olması ve yıldızların
değişmeyen kurallar çerçevesinde belirli yönlere akıp
gitmeleri, yıldızların ve gezegenlerin kendi yörüngeleri
içerisinde hareketlerini hiç değiştirmeden tekrarlamaları
ve bu olayların, insanoğlunun bildiği ölçü birimleriyle
mukayese edilemeyecek muazzam genişlikte bir mekan içerisinde
cereyan etmesi, kâinatı yaratan ve ondaki düzeni sağlayan
Allah Teâlâ'nın kudretini açık bir şekilde gözler
önüne sermektedir.

"Yakın gök" olarak isimlendirilen sema
ile insanların görebildikleri uzaklıklar kastedilmektedir.
Bunun ötesinde, diğer semalar bulunmaktadır ve
insanoğlunun idrak edemeyeceği niteliktedirler. Şeytanlar,
sema hudutlarını aşıp, melek-i a'lâyı
dinleyemezler. Melekler kendi aralarında konuşurken onları
dinleyip, öğrendiklerini yeryüzündeki yandaşlarına
aktarmak için onlara yaklaştıkları zaman, her taraftan
üzerlerine ateşler gönderilerek kovulurlar. Allah Teâlâ yıldızlarla
süslediği bu semayı azgın şeytanlardan
koruduğunu şu şekilde beyan etmektedir:

"Biz o göğü, her isyankâr şeytandan
koruduk. Böylece onlar, o yüce topluluğu (mele'-i a'lâ)
dinleyemezler. Kovulmak için her taraftan kendilerine ateş
atılır. Kıyamet gününde de onlar için devamlı bir
azap vardır. Ancak o yüce topluluktan bir söz kapanların da
peşine her şeyi delip geçen bir alev takılır"
(7-10).

Bu âyetler aynı zamanda kehânet iddiasında
bulunanlara ve şeytanların (cinlerin) gayba dair haberleri
bildiklerine inanan kimselere bir cevap niteliğindedir. İslâm
öncesinde kâhinler, cin ve şeytanların emirleri altında
bulunduklarını ve gayba dair haberleri kendilerine
getirdiklerini iddia ediyorlardı. İnsanlar onların söyledikleri
şeylerin doğru olduğunu zannediyordu. Böyte bir ortamda
Rasûlüllah (s.a.s), Kur'an'ın ilk âyetlerini insanlara tebliğ
etmeye başladığı zaman, bu âyetlerin kendisine bir
melek tarafındân getirildiğini söylemekteydi. Ancak müşrikler
onun çağrısını inkâr ederken söylediği
şeylerin, diğer kâhinlerin sözleri gibi ona şeytanlar
tarafından getirildiğini ve onun bir kâhin olduğunu ileri
sürerek insanların zihinlerini bulandırmaya çalıştılar.
Sürenin bu âyetler; "Şeytanlar değil mele'-i a'lâ'ya
yaklaşmak, onun altındaki âleme bile giremezler. Şayet
şeytanlar mele'-i a'lâ'ya yaklaşmak için teşebbüste
bulunurlarsa, hemen onları delici bir ateş kovalar" açıklamasıyla
onları cevaplandırmaktadır. Ayrıca, kâhin ve
müneccimlerin de birer sahtekâr oldukları ve gayba dair söyledikleri
şeylerin yalandan başka bir şey olmadığı da
net bir şekilde bildirilmiş oluyor.

Daha sonra müşriklerin gördükleri mucizeleri
alaya alarak, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeleri olayı ele
alınarak, bu inkârlarının tutarsızlığı
ve içine yuvarlanacakları Cehennem azabından haber
verilmektedir:

Allah'ın kudretini gösteren bir âyet (mucize)
gördükleri zaman da hemen onu alaya alırlar. İşe şöyle
derler: "Bu apaçık bir sihirden başka bir şey
değildir. Ölüp, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, biz
mi tekrar dirileceğiz?" (14-16).

Kıyamet gününde; "Allah, meleklerine şöyle
der: "Zulmedenleri, eşlerini ve Allah'tan başka
taptıklarını bir araya toplayıp onlara Cehennemin
yolunu gösterin" (24).

Müşriklerin kıyamet gününde ümitsizlik ve
hüsran içerisinde birbirleriyle olan konuşmalarından
bahsedildikten sonra, salih kimselerin Cennette kavuşacakları
bazı nimetler anlatılmakta ve Cennet ehlinin aralarında geçecek
olan bazı konuşmaları söz konusu edilmektedir.

Cehennemin dibinden çıkan Zakkum
ağacının meyvalarından yedirtilerek ve kaynar suyla
karıştırılmış içecekler içirtilerek azap
olunacak olan müşriklerin bu duruma düşmelerinin sebebi,
atalarının dinini inadla takip etmeleridir:

"Şüphesiz onlar, alalarını
sapıklık içinde buldular ve onların izini
koşturulurcasına takip ettiler" (69, 70).

Peşinden gelen âyetlerde müşriklerin içinde
bulundukları sapıklıkların aynısına,
kendilerine gelen peygamberleri dinlemeyen önceki kavimlerin de düşmüş
oldukları konusu işlenmektedir. Nuh (a.s), İbrahim (a.s),
Musa (a.s), Harun (a.s), İlyas (a.s) ve Yunus (a.s)'in
kıssalarından misaller verilerek uyarılara kulak
vermeyenler ile peygamberlere tabi olanların akıbetleri açıklanarak
bunlardan ibret alınmağı gerektiği bildirilmektedir:

"Biz, Nuh'u ve ona iman edenleri büyük bir
felaketten kurtardık. Yeryüzünde sadece Nuh'un zürriyetini bıraktık"
(76-77).

İbrahim (a.s)'ın kıssası
anlatılırken putlara tapınmanın ve onlardan bir
şeyler beklemenin ne kadar akıl dışı olduğu
belirtilmektedir:

"İbrahim de, gizlice onların ilâhlarına
sokulup şöyle dedi: "Size ikram edilen yemekleri yemiyor
musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?". Sonra üzerlerine gizlice
yürüyüp onlara sağ eliyle kuvvetli bir darbe indirdi. Kavmi
koşarak İbrahim'e geldiler. İbrahim onlara şöyle
dedi: Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi
tapıyorsunuz? Oysa sizi de, taptıklarınızı da
yaratan Allah'tır" (91-96).

İbrahim (a.s) ile oğlu İsmail
(a.s)'ın kurban ile ilgili kıssasının
anlatılmasından sonra Allah Teala; "Şüphesiz bu apaçık
bir imtihandı. Biz ona, büyük bir kurbanlığı çocuğun
yerine fidye olarak verdik" (106-107) demektedir.

İlyas (a.s)'ın kavminin helak edilişi
anlatıldıktan sonra inkarda direten kimselere şöyle
seslenilmektedir:

"Şüphesiz sizler sabah akşam
onların memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz??
(137-138).

Bu âyeti kerime, insanların geçmişte helâk
edilmiş kavimlerden geriye kalan harabelerin birer ibret vesilesi
olduğunu ve insanların seyrettikleri bu kalıntılar
karşısında oturup düşünmeleri gerektiğini
bildirmektedir.

Süre, müşriklerin Allah Teâlâ'ya iftira edip,
melekleri O'nun kızları olarak nitelemelerinin saçmalığını
ortaya koyarak, bunun ne kadar büyük bir sapıklık
olduğunu şu şekilde dile getirmektedir:

Müşriklere sor: Kızlar Rabbinin de
oğlanlar onların mıymış? Yoksa melekleri
dişi olarak yarattığımızı mı gördüler?
İyi bilinmelidir ki iftiralarından dolayı;" Âllah doğurdu"
diyorlar. Şüphesiz ki, onlar yalancıdırlar. Allah
kızları, oğullara mı tercih etmiş? Ne oldu size?
Nasıl da böyle hüküm veriyorsunuz? Hiç düşünmüyor
musunuz? Yoksa elinizde apaçık bir deliliniz mi var? Eğer sözünüzde
sadık iseniz getirin kitabınızı" (149-157).

Sûre, Allah Teâlâyı tenzih, peygamberlerine
selam, alemlerin Rabbi olan Allah Teâlânın yegane Rab olduğunu
ve hamdın yalnız Ona ait bulunduğunu bildiren âyetlerle
son bulmaktadır:

"Kudret ve Kuvvet sahibi Rabbın, onların
uydurdukları sıfatlardan münezzehtir. Gönderilen peygamberlere
selâm olsun. Alemlerin Rabbı Allaha hamdolsun" (180-182).

Ömer TELLİOĞLU


Konular