Şamil | Kategoriler | Konular

Rü'yetullah

RÜ'YETULLAH

Kur'ân âyetlerinin ve Hz. Peygamberden rivayet edilen
bir kısım hadislerin delaletiyle Yüce Allah'ın
kıyamet günü mü'minler tarafından görülmesi meselesi. Bir
çok konuda olduğu gibi, meseleye farklı boyutlarda
bakılmasının bir sonucu olarak, bu konuda da İslâm
ekolleri arasında farklı görüşler belirtilmiştir.
Bazı bilginler ve ekoller rü'yetin mümkün olamayacağını
ileri sürerek, Allah'ın görülmesi inancına İslâm dışı
bir hüviyet kazandırırken, bazı fırkalar da mümkün
olacağını kabul ve ileri sürmekle kalmayıp, bir ifrat
ve tefrit örneği sergileyerek, Yüce Allah'a cisim isnad etme yolunu
tutmuşlardır. Ehl-i Sünnet ekolü ise, geneldeki tutumunu devam
ettirip, orta yolu takip ederek, Yüce Allah'ın ahirette mü'minler
tarafından görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin
bilinemeyeceğini kabul etmiştir.

"Rü'yet" kelimesi, Arapça'da (re-a-ye)kökünden
gelen bir mastardır. Bu kelimeye ise, sözlüklerde çeşitli
anlamlar verilmektedir. Bunlar arasında görmek, bakmak, inanmak,
bilmek, sanmak, sonunu düşünmek, tefekkür etmek, planlamak ve
rüya görmek anlamları sayılabilir. Bu fiilin bu kadar çeşitli
anlamlara gelmesi, elbette Arapça'daki kurallara bağlı olarak
bazı hal ve durumlara göre olacaktır ve öyle de olmaktadır.
Bu anlamlar fiilin beraberinde kullanıldığı harfi
cerlere göre söz konusu olmaktadır ki, bunun Kur'ân-ı
Kerim'de çeşitli örnekleri mevcuttur. Bu kadar geniş bir anlam
grubu ifade etmesine rağmen, bu fiilin anlamının genelde görmek
olarak ele alındığı görülmektedir. Bu da, fiilin
genel yapısının bu minval üzere olduğunun bir göstergesidir.

Terminolojik olarak, bir başka ifadeyle
ıstılah bakımından rü'yet denilince, İslâmî
literatürde: Yüce Allah'ın mü'minler tarafından Cennet'te görülmesi
meselesi akla gelmektedir. Bu mesele Kelam ilminde üzerinde en çok tartışılan
konulardan birisi haline gelmiştir. Bazı Kelam kitapları,
bu konuyu Allah'ın zatına ait bir mesele olarak kabul edip onu
Allah'ın zatı ile ilgili meseleler
başlığında incelemişler (Gazzali, el-İktisad
fil-İtikad, s. 41-48), bazıları ise Allah hakkında
caiz olan ve olmayan hususlar bahsinde ele almışlardır (Amidî,
Gâyetül-Meramı fî İlmi'l Kelâm, s. 159-179).

Rüyet meselesi genel olarak iki noktada ele alınmaktadır.
Birincisi, rüyetin, dünyada cevazı meselesi: İkincisi ise, rüyetin
ahirette vücûbu meselesidir. Bunlardan birincisine, daha çok bir takım
aklî izahlar delil olarak kullanılmakta olup, Kur'ân'dan ise,
el-A'raf suresi,143. ayet delil olarak getirilmektedir. İkincisi,
yani ahirette vücûbu hususuna ise, hem Kur'ân'dan hem de hadislerden
bir çok delil ileri sürülmektedir. Ancak burada özellikle bu konuya
has bir durum vardır ki, o da hem rü'yetin imkanını hem de
mümkün olmayacağını ileri sürenlerce aynı
âyetlerin delil olarak kullanılmış olmasıdır. Söz
konusu olan nokta, sözü geçen âyetlerin çeşitli yönlerden tevil
edilmesi ve farklı şekillerde anlaşılmasıdır.
Bu da bize İslam dininde esas olan meseleler ile, esasa dahil olmayan
meselelerdeki farklılığı ortaya koymaktadır. Zira,
rü'yet meselesinde, imkanını veya mümkün olmadığını
ileri sürenlerden hiç birisi, İslam dinine göre, tekfir edilemez.
Çünkü bu konu dinin özünden telakki edilmeyen bir husus olup, yorum
ve anlayışa, temel kabul edilen prensiplere göre farklı
anlaşılabilen meselelerdendir. Bu bakımdan her iki grup da
aynı âyetleri delil olarak kullanmışlardır. Eğer
böyle değil de, İslamın temel meselelerden birisi
olmuş olsaydı, bu derece bir serbestlik ve hoş görünün
olması düşünülemez ve aynı âyetlerin her iki grup tarafından
kullanılması mümkün olamazdı.

Rüyetin Dünyadaki Cevazı; Bu hususta daha çok
aklî delillerin kullanıldığını biliyoruz.
Bunlara göre: Rü'yetullah aklen caizdir. Akıl, arızî
sebeplerden uzak olarak, kendi halinde bırakılırsa, rü'yetin
imkansızlığına değil, imkanına, yani
olabileceğine hükmeder. Çünkü görülme özelliği, var olan
şeylerin ortak özelliklerindendir. İnsan fıtrî olarak da
arzu ettiği, hem de iştiyakla arzu ettiği yüce yaratıcısını
görmek ister ve bunun arzusuyla hayatını sürdürür. Öyle ise
isbat zarureti görülebilir iddiası için değil; görülmez
iddiası için söz konusu olur. Öte yandan Yüce Allah'ın görülüp
görülmeyeceğinin tartışılması da bir
bakıma O'nun görülmesinin bir başka yönden ispatına esas
teşkil etmektedir.

Rü'yetin aklen cevazı ile ilgili olarak "vücûd
delili" ismi verilen bir başka delil vardır ki, bunu şöyle
açıklamak mümkündür:

İnsan, kainattaki varlıkları göz ile
görmekte ve aradaki farkları yine göz ile ayırd etmektedir.
Mesela insan ile at, beyaz ile siyah göz ile farkedilmektedir. Buradan
şu noktaya gelinebilir: Rü'yetin sıhhati için ortak bir illet
lazımdır ki; bu da ya vücûd ya hudûs ya da imkan olmalıdır.
Bir dördüncü illeti düşünemeyiz. Bu ortak illet olmadan; cevher,
cevher olduğu için, araz da araz olduğu için görülür diye
bir sonuca ulaşamayız. Zira muhtelif illetler ile rü'yetin sıhhati
ortaya konulamaz.

Bu üç illetten hangisinin ortak illet olabileceğine
gelince.

İnce hudus illetini ele alırsak; hudus,
öncesinin sonsuz yokluk olmasının kabul edilmesine rağmen
yine de vücûddan ibarettir. Adem, yani yokluk da, illetten bir cüz
olamaz. Hem de hudus, yokluktan varlığa geçiştir,
oluştur. Yani varlığa geçişte yine varlığa,
bir başka ifadeyle vücuda muhtaçtır. Dolayısıyla söz
konusu ortak illet, hudûs olamaz.

İmkana gelince; imkanın varlığa da,
yokluğa da şumûlü vardır. Yokluk ise görülemez. Yokluğa,
yani görülmemeye şümulü olan imkanın ise ortak illet
olması düşünülemez. Zira, imkanda yokluğun ve
varlığın eşit derecede bulunması söz konusudur.

Hudûs ve imkanın her ikisinde de yokluğun düşünülmesi
söz konusudur. Yokluğun ise görülemeyeceği açıkça
bilindiğine göre, ne hudûs ne de imkan ortak illet olamaz.

Geriye, vücûd illeti kalmaktadır ki, duyular
aleminde görme hadisesinin mümkün oluşu başka şeyden
değil, doğrudan doğruya sadece "var olmak"tan
doğmuştur. Yüce Allah da, var olduğuna ve bunda şüphe
söz konusu olmadığına göre, Yüce Allah görülecektir.
O'nun görülmesi mümkündür. Öte yandan var olan şey
hakkında onun görülüp görülmeyeceği
tartışması yapılır. Olmayan şey
hakkında bu yapılmaz. Eğer tartışma
yapılıyorsa bu bir bakıma o şeyin görülme özelliğine
delalet eder (Bu delilin geniş tartışması için bkz. Sırrı
Paşa, Nakdul-Kelam fî Akaidil-İslam, İstanbul 1324, s. 147
vd.).

Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır:
Burada esas tartışma konusu olan husus, Yüce Allah'ın görülebilme
imkanıdır. Yani O'nun, görülme özelliğine sahip
olması meselesidir. Yoksa bu dünyada ve dünyevi gözle mutlaka
görüleceği iddiası değildir. Tartışma dünyada
caiziyyet konusu üzerinedir; yoksa ahiretteki vucubiyyet konusu üzerine
değildir. Bu noktanın özellikle belirtilmesi ve bilinmesi
gereklidir.

Rü'yetin dünyadaki cevazı ile ilgili olarak
delil getirilen el-A'râf suresi 143. ayeti ele alalım:

Bu ayet, Hz. Musa'nın Yüce Allah'tan rüyet
talebinde bulunması hususunu ifade etmektedir ki, ayetin metni şöyledir:

"Musa, tayin ettiğimiz zaman için gelip de,
Rabbı onunla konuştuğu zaman, dedi ki; "Rabbim bana
(kendini) göster, sana bakayım". Allah, (ona şöyle) dedi;
"Beni göremezsin, fakat (şu) dağa bak; eğer yerinde
durursa beni göreceksin ". Rabbi dağa tecelli edince, onu un
ufak etti. Musa da baygın düştü. Kendine geldiği zaman
şöyle dedi; "Ya Rabbi! Seni tenzih ederim, sana tövhe ederim;
ben mü'minlerin ilkiyim"

Bu ayet, rü'yetin ispatı ve nefyi yani mümkün
olup olmayacağı açısından iki yönde ele alınmaktadır.

Birinci Yön: Hz. Musa'nın, rü'yet isteğinde
bulunması ve bu konudaki tartışmaları
kapsamaktadır.

Hz. Musa'nın Yüce Allah'tan, O'nu görmeyi
istemesi, O'nun görülebileceğine delildir. Zira açıkça
"Rabbim bana kendini göster. Sana bakayım" demiştir.
Eğer, rüyet mümkün olmasaydı, Hz. Musa, mümkün olmayan ve
Allah üzerine caiz bulunmayan bir şeyi istemek durumuna düşmüş
olurdu ki, Allah için mümkün olmayan bir şeyi istemek, bir
peygamber için doğru olmayan bir harekettir.

Burada Hz. Musa'nın bu isteğini aynı
zamanda iki ihtimal dahilinde düşünmek mümkündür;

1. İhtimal: Hz. Musanın, Yüce Allah'ın
görülmesinin imkansız olduğunu bilerek böyle bir istekte
bulunmuş olması ihtimalidir ki, bu ihtimal, Hz. Musa'nın
bir peygamber olması ve tevhid konusunda cahil olmasının
imkansız bulunması hasebiyle son derece zayıf bir
ihtimaldir.

2. İhtimal: Hz. Musa'nın, rü'yetin mümkün
olup olmadığını bilerek böyle bir istekte bulunmuş
olmasıdır. Bu da iki şekilde mümkün olabilir:

a) Hz. Musa, rü'yetin mümkün olmadığını
bildiği halde böyle bir istekte bulunmuştur, denilebilir ki;
bunu söylemek biraz önce sözü edildiği gibi bir peygamber için
düşünülemez. Öte yandan Kur'ân'da Allah'ın kanunlarına
aykırı isteklerde bulunan bazı peygamberlerin Allah
tarafından nasıl serzenişe maruz
bırakıldıklarını gösteren ayetler vardır.
Mesela, Hz. Nuh'un tufana kapılan oğlunu kurtarmak istemesi ile,
Hz. Adem ile Havva'nın yasak ağacın meyvelerini yemek
istemeleri üzerine Yüce Allah'ın onlara ikazda bulunup dikkatlerini
çekmesi ve serzenişte bulunması bu hususa örnek teşkil
eder. Burada yani Hz. Musa'nın isteğinde ise, böyle bir durum
söz konusu değildir. Zira, Hz. Musa'nın rüyet isteği
karşısında, Yüce Allah, Hz. Musa'ya itab etmemiş, Hz.
Nuh'a dediği gibi "Böyle bir şeyi benden isteme! Sana öğüt
veriyorum, Cahillerden olma" dememiştir.

b) Hz. Musa rü'yetin mümkün olduğunu bilerek böyle
bir istekte bulunmuştur. Zira biraz evvel sözü geçtiği
üzere, Yüce Allah Hz. Musa'ya Hz. Nuh ve Hz. Adem'e olduğu
şekilde cevaplandırmayıp onlara olduğu gibi bir itabla
karşılık vermemiştir. Bu da bize Hz. Musa'nın rü'yetin
mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş
olduğu kanaatını oluşturur ki; bu taleb, rü'yetin
imkanı ile ilgili önemli bir delildir.

İkinci Yön: Rü'yetin, dağın
istikrarına taalluk edilmesi hususu ve bununla ilgili
tartışmaları içine almaktadır.

Yüce Allah biraz önce sözü geçtiği üzere,
Hz. Nuh hadisesinde olduğu gibi Hz. Musa'yı bu isteğinden
dolayı suçlamamış ve "Beni göremeyeceksin fakat
şu dağa bak. Eğer yerinde durursa beni görürsün"
demiştir. İşte bu ifade tarzı bir diğer yönden
rü'yet için delil teşkil eder.

Şimdi bu ifade üzerinde durursak; Cenab-ı
Hakk'ın verdiği cevap dikkat çekicidir. Şöyle ki; eğer
Allahu Teala'nın görülmesi muhal olsaydı, Arap lugatine göre,
"Seni göreyim" isteğine karşılık verilmesi
gereken cevap, kısaca, "Ben görünmem" olurdu. Veya da
"Benim görünmem caiz ve mümkün değildir", "Benim için
caiz olmayan şeyi nasıl taleb ediyorsun?", ya da, görünmeyen
bir şeyin haberi için kullanıldığı üzere
"Ben görünücü değilim" cevabı verilebilirdi. O
halde, buradan anlaşılmıştır ki, buradaki nefy,
işin bizzat kendisinde değil, bilakis talebin ve bu işi
isteyenin halindeki noksanlıktadır. İsteyenin halinin nefyi
söz konusudur (Cevheretü't-Tevhid, s. 186; Ruhul-Beyân, III, 232-33).
Nitekim, Yüce Allah, dağa tecelli ettiği zaman dağ bile o
haliyle tahammül edememiş ve paramparça olmuştur.

Rü'yet, genel anlamda nefyedilmiş olsaydı, böyle
cevap verilmezdi. Zira, elinde bir taş tutan kimseye, birisi,
"Şu taşı ver de yiyeyim" dese, buna verilecek
cevap, "Bu taş yenmez"dir. Yoksa, burada dağın
istikrarına taalluk edildiği gibi, "bu taşı filan
kimse yerse, sen de yersin" veya "bu taşı yeme"
olmazdı. Çünkü, taş zaten yenilmez.

Rü'yetin dağın istikrarına taalluk
edilmesi de, bir başka yönden rü'yetin ispatı için bir delil
olmaktadır. Şöyle ki; dağın yerinde durması, mümkün
olan bir iştir ve nitekim dağa tecelli edilmeden öncede dağ
yerinde duruyordu. Dağın yerinde durması da durmaması
da mümkündür. Bu konuda bir mantık kuralı vardır ki, o
da "Olması mümkün ve caiz olan şeye taalluk edilen her
iş her şey mümkündür". İşte burada da mümkün
olan bir işe taalluk söz konusudur. Böyle olmayıp da mümkün
olmayan bir işe, mesela, "Balık kavağa çıkarsa
bu iş olur" gibi veya Kur'ân'da bir başka yerde geçtiği
üzere. "Deve iğnenin deliğinden geçerse bu iş
olur" gibi (el-A 'raf, 7/40) bir taalluk olmuş olsaydı, o
zaman durum farklı olabilirdi. Burada ise, mümkün ve caiz olan bir
şeye taalluk edilmiştir. O halde bu iş, yani rü'yet
mümkün ve caizdir.

Burada sayılan ve benzeri açıklamalarla, rüyetin
dünyada caiz olabileceği kanaatına
varılmıştır. Burada unutulmaması gereken önemli
nokta rü'yet ile ilgili tartışmanın caiziyyet
noktasında olduğu, yani işin mümkün olup olmaması
meselesidir. Yoksa bu halimizle mutlak surette görüleceği
iddiası değildir. Böyle bir iddiada bulunabilmek için çok
kuvvetli kesin deliller olması gerekir ki; yukarıda görüleceği
üzere, ileri sürülen ayetlerle ilgili istidlal farklı izahlara
dayanmakta olup, aynı ayet her iki farklı görüşte olanlar
tarafından kullanılmaktadır. Ulaşılan netice
farklı izahlara göre şekil kazanmaktadır.

Rü'yetin Âhiretteki Vücubu Rü'yetin ahiretteki
vücubu ile ilgili olarak bazı ayetler delil olarak
kullanılmaktadır. Burada özellikle ahiretteki vucubiyyetin söz
konusu edilmesi, bu ayetlerde, ahiret halinden ve Cennet'ten söz
edilmesinden dolayıdır:

Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "O gün
yüzler vardır, Rabblarına bakıp parıldayan"
(el-Kıyame, 75/22-23).

Rü'yetin ahirette vucubu ile ilgili olarak, Ehl-i
Sünnet nazarında en kuvvetli delillerden birisi bu ayettir. Ayetin
öncesine dikkatle bakıldığında; ayetin içinde
bulunduğu surenin isminin bile, ahiret ahvalinden bahsedildiğine
işaret ettiği görülecektir. Zira, surenin ismi "Kıyame
suresi"dir. Surenin başında kıyamet ahvalinden
bahsedilmekte ve bu ayetten bir iki ayet öncesine kadar, müşriklerin
acıklı hallerinden söz edilirken, sıra mü'minlere
gelmekte ve Cennet ahvaline geçilmekte; o arada da, rü'yet ile ilgili bu
ayetin zikri geçmekte ve o gün mü'minlerin büyük bir neşe ve sürur
içinde oldukları ifade edilmektedir. Dolayısıyla açık
ve net bir şekilde rü'yetin vukuu ifade edilmektedir.

Ayet üzerindeki tartışma ve mütalaalara
gelince; özetle şunları söylemek mümkündür:

Rüyetin caiz olmadığını ileri sürenlerce-ki,
bunların öncülüğünü Mutezile fırkası
yapmaktadır- bu ayette geçen "nazar" kelimesinin, görmek
anlamında değil, "bekleme" anlamında
alınması gerektiğini, bunun Kur'ân'da bir çok
örneklerinin bulunduğunu söylemektedirler.

Ehl-i Sünnet ise, "nazar" kelimesinin
Kur'ân'da sadece beklemek değil, daha bir çok anlamlarda kullanıldığını;
bunlar arasında ummak, şefkat etmek, ibret almak, düşünmek,
hüküm vermek gibi anlamların bulunduğunu da söylemektedir.
Ancak, bu ayette zikri geçen "nazar" kelimesinin bir özelliği
bulunduğunu zira burada bu kelimeyle birlikte, aynı cümle
içinde hem (e-l) harfi cerinin bulunduğunu, hem de insan yüzü
anlamına gelen (ve-ce-ha) kelimesinin bir arada bulunduğunu,
bunun ise, bütün dilcilerin ittifakıyla, mutlaka (re-a-ye) yani
"görmek" anlamına geldiğini ifşade etmektedir
ki, bu gerçekten ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu ittifaktan dolayıdır
ki, rü'yetin nefyini avunan Mutezile fırkası burada zikri geçen
(i-la) harfi cerinin, harfi cer olmayıp, "nimet"
anlamında bir kelime olduğunu ifade etmiştir. Zira, onlar
da bu ittifakın olduğunda hem fikirdirler. Öte yandan mantıkî
bütünlük açısından da, gerek beklemek ve gerekse şefkat
göstermek gibi anlamların burada kullanılması mümkün değildir.
Zira Cennet bir bekleme yeri değil, mükafatların verildiği
nimet yeridir. Ayrıca, beklemekte bir bıkkınlık ve
sıkıntı vardır. Oysa Cennet'te böyle şeylerin
olması düşünülemez bile. İbaredeki
kullanılış açısından da, şefkat
anlamının olması mümkün değildir. Zira, ibarenin
akışına göre kulların Yüce Allah'a şefkat göstermesi
gerekir, gibi bir anlam çıkmış olacaktır ki; bu, düşünülmesi
bile mümkün olmayan bir ihtimaldir.

Netice itibariyle, bu ayetin delaletiyle, rü'yet,
ahirette vacibtir ve mü'minler Yüce Allah'ı keyfiyeti belli
olmayacak bir şekilde göreceklerdir. Keyfiyeti belli olmayacak
şekilde diyoruz; zira ahiret aleminde söz konusu olacak şeyler
hakkında keyfiyet belirtmek, şekli ve durumu şöyle veya
böyle olacaktır demek mümkün değildir. Sevgili Peygamberimiz,
Cennet ile ilgili bir sözlerinde "Cennette gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği nimetler vardır"
buyurmuşlardır. Şu ana kadar gözlerin görmeyip, kulakların
işitmediği bir şey hakkında her hangi bir tavsifde,
vasıflandırmada bulunmak doğru değildir. Yapılan
zannî bir tahminden öteye geçmez.

Rü'yetin mümkün olup olmadığı
hususunda kullanılan bir başka ayet ise el-Enâm suresi 6/103.
ayettir:

"Gözler O'nu idrak edemez. O bütün gözleri
idrak eder" Bu âyet-i kerime de diğer ayetler gibi hem ehl-i Sünnet
hem de Mutezile tarafından kuvvetli bir delil olarak ileri sürülmüştür.
Tartışma esas itibariyle daha çok, ayette geçen
"idrak" kelimesinin değişik manalara gelmesinden
kaynaklanmaktadır. Şöyle ki; idrak, mahdut olan bir şeyi
ihata etmek, demektir. Mahdut ise, hududu ve nihayeti olan bir şeydir
ki, idrak o hududla vukû bulur. Renk, tad, zevk ve koku gibi şeyler
de böyledir. Her birinin kendine has yönü ve hududû vardır.
Onları idrak etmek, ancak bununla mümkün olabilmektedir. Kısacası
idrak, bir şeyin hududunu; rü'yet ise, genelde görmektir. Buradan
anlaşılıyor ki, idrak ile rü'yet aynı şey
değildir. İdrak hususi, rü'yet ise umumidir.

Fahreddin Razi, idrak ile rü'yet ilişkisi ve
farkını şöyle izah etmektedir;

Rü'yet ikiye ayrılır: Birincisi:
Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sınırlar
ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrak ile
ifade edilebilir. Bu takdirde rü'yet ile aralarında bir fark
olmayabilir.

İkincisi ise; hududsuz ve nihayetsiz olan bir
şeyin görülmesidir ki; onun idrak edilmiş olduğu
anlamına gelmez. Buna göre, rü'yetin bazen idrakle birlikte, bazen
de idrakten ayrı olarak meydana geldiğini söylemek
mümkündür.

Şimdi her iki halde de "rü'yet"
kelimesinin kullanılması mümkün olsa ve mesela "falan
şeyi gördüm" denilmek suretiyle, hem mücerred rü'yet, hem de
idrakle birlikte rü'yet kastedilmiş olsa bile; idrak kelimesinin
kullanılması ve mesela, "falan şeyi idrak ettim"
denilmesi, idrak etmeksizin mücerred rü'yetin kastedilmiş
olduğuna delalet etmez.

Bundan da anlıyoruz ki; rü'yet genel, idrak ise
özeldir. Bu bakımdan özel olan bir şeyin ispatı, genel
olanın ispatını gerektirmiş olsa da özel olanın
olumsuz kılınması, genel olanın olumsuz
olmasını gerektirmez. Her idrak rü'yettir, fakat her rü'yet
idrak değildir.

Bu açıklamalar ışığında
sözü geçen ayete bakacak olursak; Yüce Allah bu ayette id'raki
nefyetmiş olsa bile, onun nefyi, rü'yetin nefyini gerektirmez. Bu
ayette Yüce Allah, kendisinin yön ve hududu olmadığını,
bu bakımdan da gözlerin O'nu görse bile idrak edemeyeceğini
bildirmiştir. Görmek idrak, etmek demek değildir. Zira, idrak
etseydik, Yüce Allah sınırlı bir varlık olmuş
olurdu ki, bu Yüce Allah için düşünülemez. O, hududu ve sınırı
olmayan, düşündüklerimizin de ötesinde olandır. Bu duruma göre,
ayetin manası şöyle ifade edilebilir: "Gözler Allah
Teâlâ'nın hakikatını ihata edemezler. O ise bütün
gözleri görür ve ihata eder".

Ayetin delil olarak ele alındığı
bir başka yön de; Yüce Allah'ın burada kendisini methetmesi yönüdür.
Bu konuda hemen hemen bir ittifak söz konusudur. Şayet, rü'yet
mümkün olmasaydı, tıpkı, görülmesi imkansız
olduğu işin, görülmemesi övgü konusu olmayan
"yokluk" gibi, "Gözler O'nu idrak edemez" sözüyle
bir medh söz konusu olamazdı. Bir şeyin görülmesi mümkün
olur da, büyüklükte tek ve eşsiz olduğu için, şartlar müsait
olmadığı için görülmez ise, o zaman bir medh söz konusu
olur. Yoksa şayet görülmesi mümkün değil ise nasıl bir
medh söz konusu olacaktır? Zaten görülmesi o anlayışa göre
mümkün değildir.

Bu ayette O'nun görülür olduğu ortaya
konulmuş, fakat aynı zamanda O'nu görecek olan gözlerin de, bu
dünya hali ile görmekten aciz olduklarına işaret
edilmiştir. Gözleri, kendisini görmekten aciz bırakan da
kendisidir. İşte, medhe ve övgüye layık olan da bu
noktadır. Buna göre, gözlerin O'nu görmekten aciz kalması,
O'nun görülmez olmasını gerektirmez. Fakat O'nun görülür
olduğu halde, gözlerin O'nu görmemesi, kudret ve azametine layık
bir iftihar ve öğünme vesilesi olur. Gözleri bu haliyle görmekten
aciz bırakan O'dur. Fakat dilediği anda, onları acizlikten
kurtaracak ve onlara görme gücünü verecek olan yine kendisi olacaktır
ki; bu, ahirette vukû bulacaktır. Mü'minler için de en büyük
nimet mesabesinde olacaktır.

Rü'yet ile ilgili olarak delil getirilen diğer
bir ayet de Yunus süresi 10/26. ayetidir:

"İyi davrananlar için Cennet ve nimetleri ve
(bir de) ziyade vardır. "

Bu ayetin rü'yete delaleti, ayetin içinde yer alan
"ziyade" kelimesinin

"Allah'a nazar etmek" şeklinde tefsir
edilmesi dolayısıyladır. Bu tefsir Hz. Peygambere ve
bazı sahabelere varan isnadlarla kuvvet kazanmıştır.

Ubeyy b. Ka'b'a varan bir isnada göre, Hz. Peygambere
"ziyade" kelimesinin manası sorulduğunda, Hz.
Peygamber "Rahman'ın yüzüne nazardır" diye cevap
vermiştir.

Ehl-i Sünnet alimleri bu ve benzeri isnadlara
dayanarak bu ayeti rü'yete delil olarak kabul etmektedirler.

Ayet üzerindeki etimolojik yorumlara gelince; bunları
da şöyle özetlemek mümkündür:

Ayette geçen "el-Hüsnâ" kelimesi, harf-i
tarif almış müfred bir kelimedir, yani marifedir. Bu bakımdan
bir önceki ayette geçmiş olan bir isme delalet etmiş
olmalıdır. Önceki ayetle beraber bu ayetin meali ise şöyledir;
Allah, Dâru's-Selam'a çağırır ve dilediğini
doğru yola eriştirir. İyi davrananlar için hüsnâ ve bir
de ziyade vardır. "

Allah'ın insanları davet ettiği yer, Dâru's-Selam,
yani Cennettir. Binaenaleyh iyi davrananlar için ve güzel amel sahipleri
için Cennet vardır. Nitekim, gelen haberlerden "hüsnâ"
kelimesi Cennet ile tefsir edilmiştir. Bu sabit olunca, insana
Cennetle birlikte verilecek olan "ziyade"nin Cennetten ayrı
bir şey olması gerekir. Çünkü, insana verilen Cennet,
içindeki bütün nimetleriyle birlikte verilir. Ziyade ise, bunların
dışında bunlardan ayrı bir şeydir. Aksi halde,
eğer Mutezile'nin dediği gibi burada ziyadeden maksat Cennet
olmuş olsaydı, iki ayrı kelime ile aynı şeyin
verileceği bildirilmiş olurdu ki, bu da lüzumsuz bir tekrardan
ibaret olurdu.

"Ziyade"nin Cennet nimetlerinden ayrı
bir şey olması hususunda Fahrettin Razi'nin güzel bir açıklaması
vardır:

"Üzerine ilave olunan şey, belirli bir
miktar ile tayin edildiği zaman "ziyade"nin o şeyin
cinsinden olması gerekir. Fakat belirli bir miktar ile tayin
olunmamışsa, "ziyade"nin ondan başka bir şey
olması gerekir. Mesela, bir kimse, "Sana on kilo buğday ve
bir de ziyade verdim" derse, bu ziyadenin buğday cinsinden
olduğu anlaşılır. Fakat miktar tayin etmeksizin
"Sana buğday ve bir de ziyade verdim" derse, buradaki
"ziyade" buğdaydan farklı bir şey olması
gerekir ve öyledir" (er-Razi, Tefsir-i Kebir, IV, 333).

İşte burada da, "Cennet ve bir de
ziyade" ifadesi vardır. Öyle ise, söz konusu olan nimetin,
Cennetten farklı bir şey olması gerekir ki, o da rüyettir.

Diğer bir delil el-Mutaffifin suresinin, 15.
ayetidir: "Hayır, onlar o gün muhakkak ki, Rablarından
mahcub kalırlar".

Bu ayet de Ehl-i Sünnete göre, rü'yete delalet eder.
Örtmek ve menetmek manasına gelen "hicab" kelimesi, ayette
ba'sı ve hesap gününü inkâr eden kimseleri tehdit etmek ve onlara
korku vermek için zikredilmiştir. Kâfirler için tehdit ve korku
vasıtası olarak zikredilen bir şeyin, mü'minler hakkında
söz konusu olması düşünülemez. Bu bakımdan kâfirler kıyamet
günü Rabblarını görmekten alıkonulacaklar. Fakat mü'minler
O'nu göreceklerdir.

Ehl-i Sünnet ve Mutezile, ayette geçen
"mahcub" kelimesinin "memnü" manasına
geldiğini kabul etmekte, fakat, hangi hususta mahcub oldukları
hususunda ayrılmaktadırlar. Bir kimsenin bir
başkasının yanına girip, onu görmesine engel olunmasının
"hicab" kelimesi ile ifade edildiğini kabul etmiş görünse
bile, Mutezile, burada aynı manayı ifade eden ayeti, tecsim ve
teşbihe götürür endişesiyle kabul etmemekte, ayetin
manasını; "Kâfirler Allah'ın rahmet ve
sevabından uzak kalacaklardır" şeklinde
anlamaktadır. Zira Mutezile'ye göre, rü'yet, göz bebeğini bir
yöne çevirmek olarak anlaşılmaktadır. Bunun için de,
yani göz bebeğinin bir yöne çevrilmesi için de o şeyin cisim
olması gerekir. Öyle ise; Yüce Allah'ın görülebilmesi için
cisim olması gerekir. O halde O, görülmez.

Ehl-i Sünnet ise, "kesin bir delil olmaksızın
ayetin zahirini terketmek ve ondan uzaklaşmak mümkün değildir"
prensibinden hareketle, burada da manayı rü'yete hamlederek
rü'yetin vukûuna delil getiriyor. Zira Ehl-i Sünnet alimleri de Yüce
Allah'ın cisim olmadığı hususunda müttefik oldukları
gibi, bu hususta her iki grupta da bir şüphe söz konusu değildir.
Ancak, Ehl-i Sünnet alimleri burada "bir şeyin görülüp
görülmemesinin mümkün olması, O'nun cisim olup olmamasına
bağlı değildir görüşündedirler. Nitekim, renkler de
cisim ve cevher olmadıkları halde görülürler. Görülmesi
caiz olmayan şey, yalnız "ma'dum"dur. Allah Teala ise
mevcud olduğuna göre, kendi nefsini bize göstermesi imkansız
değildir.

Burada önemli bir noktaya gelinmiştir, o da;
Ehl-i Sünnetin bu hususa özellikle önem vermiş
olmasıdır. Zira ay'ı görmemiz, bizim irademizin dışındadır.
Biz istesek te istemesek de onu görürüz. Tıpkı, görmek ve
bakmak arasındaki fark konusunda görmenin irade dışında
da mümkün olması gibi... Rü'yeti yaratmaya yani Yüce Allah'ın
kendisini göstermesine bir engel yoktur. Onu Yüce Allah yaratmaktadır;
isterse görme fiilini yaratabilir. Zira burada konu vucubiyyet değil,
caiziyyet safhasındadır. Biz, görülmez demekle O'na bir engel
getirmek hakkına sahip değiliz. Öte yarıdan O'nun görülmez
oluşu, bir nevi noksanlık olarak telakki edilmektedir.

Netice itibariyle, İslam akaidinde önemli bir yer
tutan "rü'yetullah" meselesi, temelde Yüce Allah'ın
teşbih ve tecsimi kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira
gerek Ehl-i Sünnet "Yüce Allah görülür" derken ve gerekse
Mu'tezile "O görülmez" derken, her ikisinin de taşıdıkları
ortak bir kaygı ve korku vardır ki; o da acaba görülür veya
görülmez dersek, O'nu teşbih ve tecsime düşürmek gibi, akaid
esaslarına göre sakıncalı olan bir konuma düşebilir
miyiz korkusu ve kaygısıdır. Bir başka ifadeyle her
ikisinin de düşünce yapılarının temelinde, iyi niyet
ve Yüce Allah'ın azameti ve yüceliğine her hangi bir leke düşürmeme
düşüncesi yatmaktadır. Bu itibarla bu konuda yapılan
tartışma ve ileri sürülen görüşleri, kendi içerisinde
ve bütünlüğüne göre değerlendirmeli ve öyle görmelidir.

Öte yandan bu mesele, esas itibariyle de, İslam
Akaidinde temel hususlar, dinin özü ve esası olarak kabul edilen
Tevhid, Nübüvvet ve Mead prensiplerinin esasından
olmadığı gibi; bunlara aykırılık teşkil
eden hususlardan da değildir. Bir mesele eğer bu üç meselenin
esasına dahil olmayan bir mesele ise, bunlar üzerinde farklı düşünmekte
hiç bir mahzur olmadığı gibi; bunlar üzerinde düşünmek
meselenin hikmetini anlamak bakımından teşvik bile
edilmiştir, denilebilir. Zira, Kur'ân bu konuda oldukça serbest ve
geniş bir tablo sergilemekte olup, bir bakıma bu gibi
hususları "eşyanın hakikatını anlama"
teşviki çerçevesinde bile ele almaktadır. Önemli olan düşünce
çerçevesinin Kur'ân ve Hz. Peygamberin sünneti çerçevesinde olmasıdır.

Abdurrahim GÜZEL


Konular