Şamil | Kategoriler | Konular

Peygamber, peygamberlik

PEYGAMBER, PEYGAMBERLİK

Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın
kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara
hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere
seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı Kerim' de; "nebi"
veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul"
diye geçer.

"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe'
" kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici"
anlamına gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize
bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ
demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe
olmayan bir haber için kullanılabilir (Rağıb el-Isfahanî
el-Müfredât, Nebi maddesi). Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği
kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve
vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi
arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor
(Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172).

Bazı dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş"
manasında olan "nübüvvet" kelimesinden geldiğini
ileri sürerler.

Diğer bir kısım dilciler ise, "nebi"
kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları arasında
bir elçi veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın vahy-i ilâhisini
bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin çoğulu "enbiya"dır.
Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri
insanlara bildirdikleri için "enbiya" denmiştir (İbn
Manzur, Lisanul-Arab, Nebi mad.; et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd,
II, 128).

Kur'an-ı Kerim'de "nebi" yerine "resul"
de geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan
"rasul", gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına
gelmektedir. Allah (c.c) tarafından, insanları irşad edip
onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş
olduklarından, peygamberlere, "rüsûl-i kirâm, mürselîn"
denmiştir (el-Müfredat, Resul mad., Lisanul-Arap, Resul maddesi).

Bu esasa göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı
manaya gelen, arapçada iki (müterâdif) eş anlamlı isimdir.
Peygamberlere, Allah'dan önemli haber (vahy) aldıkları için
"nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara
bildirdikleri için de "resul" denir. Onların en önemli
görevi, kendilerine indirilen ilâhî vahyi tebliğ etmektir. O halde
risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği
kullarından birini ilâhî hüküm veya şerîatini başkalarına
tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber
ile diğer insanlar arasındaki alâkayı açıklamaktadır.
O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.

Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır.
Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine "nübüvvet";
insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet"
denmektedir. Nebî ve resul kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade
etmektedir (bk. el-Butî, a.g.e., s. 173).

Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise "resul"
kelimesi, lugat manası bakımından "nebi"
kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de,
ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi
haberciler" anlamında "resul" denmektedir. Bu görüşte
olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen
peygamberler "resul" diye anılırlar. Bu bakımdan,
her resul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her nebî, resul değildir.
Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık
diliyle"umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır. Çünkü
nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy
yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir
şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ
etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda "resul"
denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Sonuç
olarak, nebî ve resul şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın
seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken)
vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir
topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır (Nebî
ve resul kelimelerinin terim anlamı, aralarındaki fark ve
deliller için bk. et-Taflâzânî, Şerhul-Makâsıd, II/128,
el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam,
Şerhul-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ,
I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa
Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40;
el-Bûtî, a.g.e., 173).

Peygamberlere İman ve Önemi

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen birçok ayetlere ve
Peygamberimiz (s.a.s)'in bazı sahih hadislerine göre Allah Teâlâ'nın
razı olduğu yegâne hak din olan İslâm'da iman esaslarından
biri de, Allah (c.c.) tarafından insanları irşad ederek
onlara doğru yolu göstermek için gönderilen bütün peygamberlere
iman etmektir. Bu ortak esas, İslâmda iman esasları
arasında yer alan çok önemli bir rükündür. Çünkü "meleklere"
iman edilmeden, "İlâhî kitaplara" inanmak mümkün olmadığı
gibi, bu kitabları insanlara tebliğ etmekle görevli ve sorumlu
olan "Peygamberlere" iman edilmeden de, mukaddes kitablara iman
etmek mümkün değildir.

Gerçek şudur ki; peygamberlik müessesesine inanılmadan
din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olmaz. Çünkü
peygamberler, Allah Teâlâ'nın insanları irşad için
gönderdiği birer ilâhî elçi olarak kendilerine vahyolunan ilâhî
hükümleri, emir ve yasakları yalnız tebliğ etmekle
kalmazlar; aynı zamanda bu hükümleri kendi nefislerinde aynen
tatbik eder ve günlük hayatımızda fert ve toplum olarak
nasıl uygulayacağımızı gösterirler. Peygamberler,
herkes tarafından takip edilebilecek üstün vasıflı, yüksek
ahlâklı, kâmil ve örnek insanlardır. Onlar, her hususta çok
güzel birer örnek oldukları için, insanları kolayca etkiler,
onlara Allah sevgisi ve O'na imanı aşılar ve
peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı
değişiklikler yaparlar. Çünkü nefsi ve aklı ile
başbaşa olan insanların ıslahı ve doğru yola
yöneltilmeleri, ancak yine birer insan olan, günahlardan arınmış
(masum) peygamberlerin önderliğinde başarılabilir. Onun içindir
ki, melekler insanlara değil, yalnız peygamberlere elçi olarak
gönderilmişlerdir: "(Onlara) de ki: Eğer yeryüzünde yaşayıp
huzur içinde dolaşanlar melekler olsaydı, muhakkak Biz, onlara
gökten melek bir peygamber indirirdik" (el-İsrâ, 17/95).

Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre,
peygamberlik müessesesi ve ilâhî kitaplar Allah Teâlâ'nın
insanlara lutfettiği manevî bir hediye (mevhibe-i ilâhiyye)dir.
Âlemleri yaratan Allah (c.c) insanlar ve milletler arasında bir fark
gözetmeden, onların her birine maddî sayısız nimetler ve
çeşitli rızıklar verdiği gibi, ruhî bir gıda,
manevî bir nimet olarak peygamberlik nimetini de aynı ilâhî esasa
göre insanlık âlemine ihsan etmiştir. Bu yönden peygamberlik,
lutfu ve rahmeti sonsuz olan Rabbulâlemin'in bütün dünya milletlerine
dağıttığı ilâhî bir hediyedir. Madem ki
insanlar hidayet yolunu bulmak, hak ve adalet üzere kurulan ilâhî nizamı
öğrenerek hayatlarında uygulayabilmek için Allah (c.c) tarafından
seçilerek gönderilen masum (günahsız) peygamberlere ve onlara
indirilen ilâhî vahye muhtaçtırlar; o halde bütün insanların
Rabbı, Hâlık ve Râzıkı olan Allah Teâlâ, elbette
ki kulları arasında ayırım yapmadan, her millete kendi
içinden seçtiği peygamberler gönderecektir. Nitekim bu husus
Kur'an-ı Kerimde şu ayetlerle açık olarak beyan
edilmiştir: Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları
Allah azabıyla) korkutan biri (bir peygamber) gelip geçmiş
olmasın" (el-Fâtır, 35/24), Her milletin bir peygamberi
vardır" (Yunus,10/47. Ayrıca bkz. en-Nahl 16/36; er-Rum,
30/47; ez-Zuhruf, 43/6; er-Ra'd 13/8; İbrahim,14/4; el-İsrâ,17/15).

Bütün peygamberler bu yüce görevi eksiksiz olarak
yapabilecek ve kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri insanlara tebliğ
edebilecek kudret ve kabiliyette yaratılan mümtaz ve sadık
kullar, Allah tarafından seçilen ilâhî elçilerdir.

Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, yalnız
İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e değil, dünya
milletlerine zaman zaman gönderilen bütün peygamberlere de inanmayı
emretmektedir. el-Bakara süresinde; Deyiniz ki biz Allah'a, bizlere
indirilen (Kitab)'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a
ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve
İsâ ya verilenlere iman ettik. Onları biribirinden (peygamber
olarak) ayırmayız? (el-Bakara, 2/136) buyrulmaktadır.
Ayette geçen "nebiyyûn" kelimesi ile, daha önce gönderilen
diğer peygamberlerin kastedildiği
anlaşılmaktadır.

İşte İslâm dini, bütün peygamberlere
inanmayı, "iman esasları"ndan ve İslamın
temel prensiplerinden saymakla (bkz. el-Bakara, 2/177 ve 285, en-Nisâ, 4/
136), hiç bir dinin erişemediği derecede şumullü bir
insanlık dini olmak vasfını kazanmaktadır. Bütün
dünya milletlerine hitap etmek suretiyle de, insanları bütün beşeriyeti
içerisine alan bir kardeşliğe, sulh ve sukûna, saadet ve
selâmete davet etmektedir. Bu bakımdan, her müslüman icmâlî
olarak (kısaca); başta Hz. Muhammed (s.a.s) olmak üzere, daha
önce gönderilen bütün peygamberlere; tafsili olarak da, Kur'an-ı
Kerim'de isimleri zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı
iman etmeleri, ayrıca, Allah (c.c) tarafından önceki milletlere
gönderilen ve adları bildirilmeyen bütün peygamberlere toplu
olarak iman etmeleri gerekir (el-Bûtî, a.g.e.,186-191; Ali Arslan Aydın,
en-Nübüvve Fil-Kur'an ve İnde Felasifetil-İslâm, Kahire 1958,
s. 5-9 ve İslâmda İman ve Esasları 6. Baskı,
İstanbul 1990, s. 184-187).

Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre,
bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab etmek üzere
gönderilen peygamber, yalnız Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Hz. Muhammed
(s.a.s) ilk peygamber Hz. Adem'den itibaren zaman zaman çeşitli
milletlere gönderilen peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur.
O, peygamberler zincirinin son altın halkasıdır, Hâtemül-Enbiyâ'dır.
O'ndan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Bu, İslâmın
ve en son Mukaddes Kitab Kur'an'ın bildirdiği bir gerçektir:

Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve (Allah
ozabı ile) korkutucu olarak gönderdik" (es-Sebe; 34/28);

"De ki, (Ya Muhammed): Ey insanlar! Ben göklerin
ve yerin mülkü olan Allah'ın, size, hepinize gönderdiği
peygamberiyim" (el-A'raf, 7/158). Hz. Muhammed (s.a.s)'den başka
hiç bir peygamberin bütün dünya milletlerinin hepsine birden
gönderildiğine dair ne Kur'an'da, ne de başka bir kutsal
kitabda açık bir ayet bulunmamaktadır.

Peygamberlerin Adedi ve İsimleri Kur'an-ı
Kerim'de her millete mutlaka kendi içinden seçilen bir peygamber
gönderildiği açıkça beyan edilmiş ise de, (el-Fâtır,
35/24; Yunus,10/47; el-İsrâ, 17/15) peygamberlerin adedi ve her
birinin ismi bildirilmemiştir. Nitekim en-Nisa süresinde (4/ 164)

"Peygamberlerin bir kısmını bundan
önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber
vermedik" buyurulmuştur. Gerçi peygamberimizin bir sahih
hadisinde yüz yirmi dört bin gibi bir sayıdan bahsedilmiş ise
de; bu adet kesin değildir. Kur'an'da yalnız 25 peygamberin
isimleri zikredilmiştir. Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd,
Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, ishak, Yakub, Yusuf, Şuayb,
Musa, Harun, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yünus, İlyas,
İlyesa, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (s.a.s)
hazretleridir.

Ehl-i Sünnete göre; peygamberlerin sayılarını
tahdid etmemek daha doğrudur. Çünkü sayının tespit
edilmesi halinde, eğer rakam büyük olursa, gerçekte enbiyadan
olmayanların peygamber sayılanlar içine katılması;
eğer küçük olursa, enbiyadan olanların peygamberlerden
sayılmaması gibi bir durumla karşı karşıya
kahnabilir (bkz. et-Taftazânî, Şerhul-Akâidi'n-Nesefıyye ve
Havaşîhi, s. 460-465; Aliyyul-Korî,
Şerhul-Fıkhıl-Ekber, s. 102-104: Abdurrahman el-Cezirî
Tavdihu'l-Akaid Fi İlmi't-Tevhid s. 136-138).

Peygamberlerin Sıfatları

Bütün peygamberler Allah Teâlâ tarafından seçilip
ilâhî elçiler olarak insanlara gönderildiklerine göre, hepsi
birbiriyle kardeş gibidirler. Onlar bir âiledendir ve bir tek
cemaattır: Bütün peygamberler doğru sözlü, sâdık, emîn,
akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek
ahlaklı, dünyada ve âhirette itibarlı ve Allah'a en yakın
olan sevgili kullar, ilahi elçilerdir.

Onların diğer insanlardan ayn, kendilerine
ait ortak bazı sıfât ve özellikleri vardır. Bu
sıfatlar sayesinde yüce yaratıcı ile kulları
arasında elçilik yapma liyakatını kazanmış
olurlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, peygamberliğini
kime ve nereye vereceğini daha iyi bilir" (el-En'âm, 6/l?4).
Bütün peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş
maddede toplamak mümkündür: Emânet, sadakat fetânet, ismet, tebliğ.

1. Emânet Sözlükte, güvenmek, emin olmak, korkmamak
ve güvenilir olmak anlamında bir mastardır.

Emânet, peygamberlerin kudsî görevlerini yerine
getirmek hususunda ve her konuda emin ve güvenilir olmalarıdır.
Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst ve seçkin
şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet meydana gelmez.
Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve
vazifesini hainlere değil, ancak her bakımdan emin olan sâdık
kullarına verir. Peygamberlerini bu gibi emin, sâdık ve dürüst
kulları arasından seçer. Şüphe yok ki Allah (c.c)
peygamberlik derecesine kirnin daha lâyık olduğunu en iyi
bilendir.

Kur'an-ı Kerim'de, geçmiş peygamberlerin emânet
sıfatlarından söz eden ayetler vardır: Hûd peygamber,
kavmine şöyle demişti: "Size Rabbimin vahyettiklerini
tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım"
(el-A'raf, 7/68). eş-Şuarâ Suresi'nde Nuh, Hûd. Salih, Lut ve
Şuayb peygamberlerin kavimlerine, "Şüphesiz ben, size
gönderilen emîn bir peygamberim" dedikleri zikredilir (bkz. 26/108,
125, 143, 162, 178).

Peygamber olmadan önce Hz. Musa için Şuayb
aleyhisselâmın iki kızından biri şöyle demiştir:
"Babacığım, onu ücretle çalıştır.
Çünkü o, ücretle tuttuklarının en hayırlısı,
güçlü ve güvenilir bir adamdır" (el-Kasas, 28/26). Hz. Musa,
Medyen'den Mısır'a peygamber olarak dönünce Firavun'un kavmine
şöyle demişti: "Allah'ın kullarını bana
bırakın. Çünkü ben size gönderilmiş emîn bir
peygamberim" (ed-Duhân, 44/18).

Hz. Muhammed de gerek peygamberlikten önce ve gerekse
peygamberliği sırasında toplum içinde en güvenilir bir
üstün kişiliğe sahipti. Bu yüzden Mekke'de Kureyş
toplumu ona "el-Emîn" lakabını
takmışlardı. Nitekim peygamber olmadan beş yıl
önce yapılan Kâbe tamiri sırasında Hacerul-esved'in
yerine konulması şerefini paylaşamayan, Kureyşliler
arasında, çatışmaya varabilecek bir anlaşmazlık
çıkmıştı. Bu arada Ebû Ümeyye Velid b. Muğîre'nin,
"Şu kapıdan ilk mescide girecek olanı hakem
yapınız" teklifi kabul edildi. Biraz sonra, belirtilen Benü
Şeybe kapısından 35 yaşlarındaki Hz. Muhammed'in
girdiği görüldü. Kureyşliler topluca "İşte
el-Emîn, güvenilir kimse, onun hakemliğine razıyız"
dediler (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391, I,
209; İbn Sa'd, Tabakât, I, 146; Abdurrazzâk, el-Musannef, V, 319;
İbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 45; Taberî, Tarih, Mısır
1.326, II, 201).

2- Sıdk Sıfatı: Sıdk,
peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara
tebliğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık
olmalarıdır. Peygamberlerin yalan söylemeleri (kizb) asla caiz
değildir. Aksi halde, insanları kendilerine
inandırmaları ve onları irşad ederek doğru yola
sevketmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah
olduğundan, pey'gamberlerin "ismet" ve "emanet"
sıfatlarıyla bağdaşmaz. Oysa Allah Teâlâ onların
peygamberlik iddialarını tasdik etmek için her birine
"Mucizeler" veriyor ve onunla adeta, "Kulum, peygamberlik
iddiasında ve bendendir diye bildirdiklerinde
sadıktır" diyor. Hak Teâlâ'nın yalancıları
tasdik etmesi aklen mümkün olmadığına göre,
peygamberlerin sıdk (doğruluk) sıfatı ile
vasıflanmaları vâcib; yalan söylemeleri ise imkânsızdır.

Kur'an-ı Kerim'de Allah, peygamberlerini
doğruluk vasıflarıyla methetmiştir: "Ey Muhammed!
İnsanlara Kur'an'daki İbrahim kıssasını anlat.
Şüphesiz ki o, özü sözü doğru, sıddîk bir
peygamberdi" (Meryem, 19/41);

"Kitapta İdris'i de zikret. Çünkü o, çok
doğru bir rıebî idi" (Meryem, 19/55); Hiç bir peygambere
kavmi; "biz seni daha önce yalancı tanıyorduk"
diyememiştir.

Peygamberlerin emânet sıfatı, onların
diğer insanlarla münasebetlerinde güvenilir olmaları
yanında; asıl vahiy üzerinde emîn olmayı, Allah'ın
emir ve yasaklarını insanlara değiştirmeden,
arttırıp-eksiltmeden tebliğ etmesidir. Kur'an'da, "O
Peygamberler Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O'ndan
korkarlar ve O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap
görücü olarak Allah yeter" (el-Ahzâb, 33/39) buyurulur. Bir
peygamberin emânete hıyânet etmesi, O'nun kutsal görevi ile bağdaşmaz.
"Bir peygamber için emânete hıyânet etmek olur şey
değildir? (Âl-i İmrân, 3/161)

3- Fetânet Sıfatı

Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya,
kuvvetli bir hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır.
Her peygamberin, şerefli ve yüce olduğu kadar da ağır
ve çok mesuliyetli olan peygamberlik görevini eksiksiz ve mükemmel bir
şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve
yüksek vasıf ve yeteneklere sahip olması gerekir. Aksi halde, gönderildikleri
milletlere karşı kuvvetli hüccet (kesin delil) ikame edemez,
onları ikna veya ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi
yapamazlar; kendilerine inananları irşad ederek onları hak
ve hidayete sevkedemezler.

O halde peygamberler, en akıllı, en zeki ve
en kaabiliyetli mümtaz şahsiyetlerdir. Haklarında zayıf
akıl ve zayıf hâfıza, delilik ve gaflet gibi noksan
sıfatlar asla caiz değildir.

Kur'an'da peygamberlerin üstün zekâ ve
kabiliyetlerine işaret eden ayetler vardır:

"Kur'an vahyedilirken, henüz bitmeden okumaya
kalkma. Rabbim ilmimi artır, de" (Tâhâ, 20/114); "Ey
Muhammed, Cebrâil sana Kur'an'ı okurken, acele ederek onunla
birlikte dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz
bizim işimizdir" (Kıyâme, 75/16-17). Vahyin gelişi
sırasında ezberlemek işin dilini Kur'an'la hareket
ettirmesi onun fetânet ve zekâsındandır. Yine vahiy
tamamlanmadan önce, ayetleri yeniden okumak için acele etmesi,
peygamberin zekâ olgunluğunu gösterir. Çünkü O, böylece, zaten
Cenab-ı Hakkın yardımı sayesinde hâfızasına
yerleşecek olan vahyi, kendi zekâ gücü ile ezberinde tutmaya çalışmaktadır.

4- İsmet Sıfatı

İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her
türlü masiyetten, günahtan ve peygamberlik şerefiyle
bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır.
İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı olan, her türlü
günah ve âdi davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir.
Çünkü, eğer peygamberlerin günâh ve suç işlemeleri veya
ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler yapmâları
onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara
uyarak çirkin şeyler yapmamız normal karşılanır
ve günah sayılmazdı. Zira peygamberler bizim uymamız
gereken güzel örneklerimizdir. Bu bakımdan, peygamberlere uymak ve
onlara itaatla emredildik. Halbuki Allah Teâlâ, kullarına günah işlemeyi
ve günahkârlara itaatı emretmez ve bu gibileri peygamber olarak seçip
göndermez. Bu sebeble, Ehl-i sünnete göre; peygamberler asla büyük
günah işlemezler. Sehven (yanılarak) "zelle"
cinsinden küçük günah işlemeleri caizdir. Ancak, bunda ısrar
etmezler, derhal ikaz edilirler ve bir daha aynı hataya düşmezler.

İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir
sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri görüş
birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde
han görüş ayrılıkları mevcuttur.

Maturidilere göre, peygamberin günahtan korunmuş
olması, onu tâate zorlamadığı gibi; günah işlemekten
de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup,
peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkor.
Fakat ilâhi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irâde
mevcuttur (Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979,
s. 121-122). İsmet, peygamberler iğin gerekli bir
sıfattır. Çünkü peygamberlerin günah işlemeleri, yalan
söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin
doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum, onların Allâh'ın
hucceti olma özelliklerine gölge düşürürdü.

Peygamberlerden günah (fısk) sâdır
olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan kaldırırdı.
Kur'an'da: "Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse,
onun doğruluğunu araştırın" (Hucurat, 49/6)
buyurulur. Yüce Allah fâsığın şehâdetini kabulde
tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor. Peygamberden
fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce;
ahiretteki ümmetine olan şahitliği de düşer. Halbuki
Kur'an'da, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara
şâhit olasınız. Peygamber de size şâhit olsun "
(el-Bakara, 2/ 143). Kıyamette şâhitliği bildirilen
kimsenin, dünya şâhitiği de teyid edilmiş olmaktadır
(er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul
Gayb, III, 8).

Peygamberler iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya
çalışırlar. Kendileri tâatı terkedip, masıyeti
işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:

"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi
unutuyor musunuz?" (el-Bakara, 2/44); "Ey insanlar, niçin
yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz! Yapamayacağınız
şeyi söylemek Allah nezdinde en sevilmeyen bir şeydir"
(es-Sâf, 61/2-3). Diğer yandan, uyanlarının onları kötülükten
menetmeleri gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir zorlama ve
eziyet olurdu. Kur'an'da bu yasaklanmıştır. "Allâh ve
Resulüne eziyet edenleri, o, dünya ve ahirette lanetledi"
(el-Ahzâb, 33/23; er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, III, 8; İsmetü'l
E'nbiyâ, s. 42, 43).

Ehl-i sünnete göre, peygamberlerin masum oluşu
vahiyden sonra sabittir. Kur'an-ı Kerim'de bazı peygamber
kıssaları anlatılırken, onların günah işlediklerini
düşündüren örneklere rastlanır. Hz. Adem'in cennette yasak
meyveyi yemesi (el-Bakara, 2/35-37; el-A 'râf. 7/20, 21, 23); Nuh
aleyhiselâmın iman etmeyen oğlunu gemiye almak iğin duâ
etmesi (Hud, 11/45-47); Hz. İbrahim'in putları kendi
kırdığı halde, kavmine kimin
kırdığını büyük puttan sormalarını
istemesi (el-Enbiyâ, 21/57, 62, 63); Hz. Lût'un eş cinsel erkeklere
kendi toplumunun kızlarını teklif etmesi (Hud, 11/77-79);
Hz. Musa'nın bir şahsın ölümüne sebep olması
(Kasas, 28/15); Hz. Yunus'un kavmini izinsiz terketmesi (el-Enbiyâ, 21
/87-88); Hz. Davud'un davacıyı dinleyip davalıyı
dinlemeden davacı lehine hüküm vermesi (Sâd, 38/21-25); Hz.
Muhammed'in kâfirlerin reislerini İslâm'a davet ettiği
sırada gelip, soru soran ve bir ama olan Abdullah b. Ümmü Mektûm'a
yüzünü buruşturması ve sırtını dönmesi
(Abese, 80/1-12) örnek verilebilir. Ancak bu ve benzeri peygamber kıssalarında
görülen hallerin bazıları ya peygamberlikten önceye aittir
veya bunlarla ilgili nakiller muteber değildir. Bazıları da
peygamberlerin şanına yakışacak biçimde açıklanmıştır.
Çünkü eğer peygamberlerin günah işlemesi mümkün olsaydı,
onların sözüne güvenilmez ve böylece ilâhî huccet gerçekleşmiş
olmazdı.

>>>>>


Konular