Şamil | Kategoriler | Konular

Nisa suresi

NİSA SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi. Yüz yetmiş
altı ayet, üç bin yedi yüı kırk beş kelime ve on dört
bin beşyüz otuz beş harften ibarettir. Fasılası elif,
lâm, mim ve nun harfleridir. Medenî surelerden olup, nüzûl sırası
Mümtehine suresinden sonra gelmektedir. Bazı bölümlerinde kadınlarla
alakalı hükümlerden bahsedildiği için bu adı
almıştır. Bakara suresinden sonra Kur'an'ın en uzun
suresidir. Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.s)
şöyle buyurmuştur: Kur'an'ın yedi uzun suresini kim öğrenip
bellerse, o kişi bilgin sayılır" (Ahmed b. Hanbel, VI,
73, 82; Hakim, II, 305) buyurmuştur. Nisa suresi de bu sureler
arasındadır.

Nisa suresi, Uhud savaşının
peşinden başlayarak hicri sekizinci seneye kadar uzanan bir
zaman zarfında bölüm bölüm nâzil olmuştur. Sureyi
oluşturan bölümlerin nüzûl tarihlerinin tesbit edilmesi zor
olmakla birlikte, ele aldığı konular ve bunların
dayandığı sebepler gözönünde bulundurularak belirgin
olmamakla birlikte nüzûl seyrini takibetmek mümkündür. Örneğin,
şehitlerin miraslarının varislerine
dağıtılması ve yetimlerin haklarının
korunması problemi, Uhud savaşında yetmiş müslümanın
şehadetinin peşinden ortaya çıkmış olduğuna
göre, bu konuda düzenlemelerde bulunan surenin başından yirmi
sekizinci ayetine kadar olan bölümün bu dönemde nazil olduğu söylenebilir.

Sure, Âl-i İmran ve Bakara surelerinde
olduğu gibi teşekkül etmekte olan İslâm toplumunun karşılaştığı
problemlerin çözümünü içermektedir. Bilindiği gibi, Mekke dönemi
daha çok, insanların akidelerini şirkin, putperestliğin
pisliklerinden temizlemek için yapılan mücadeleye sahne olmuştur.
Medine'ye hicret ile İslam devlet haline gelmiş ve bünyesinde
topladığı insanların ahlakî, sosyal, ekonomik ve
siyasi yönden gerekli olan eğitimlerinin verilmesi durumu ortaya çıkmıştı.
Bir taraftan, genç İslam devletini her taraftan kuşatan müşrik
güçlerle savaşırken aynı zamanda İslam savaş
hukuku prensipleri vazediliyor, diğer taraftan da ilahi hikmetin
gereği olarak gelişen olaylar birer nüzûl sebebi kılınarak
toplumu ilgilendiren bütün konuların Rabbanî emirler
çerçevesinde tanzim edilmesi olayına şahit olunuyordu.

Bu suredeki hükümlerin bir kısmı daha önce
inen bir takım ayetlerle kıyaslandığı zaman,
teşriin tedrici olarak, yaşanan hayata
uygulandığı görülür. Bunun sebebi, yerleşmiş
olan değerlerin tek hareketle sökülüp atılmasının
zorluğudur. İslâm dışı ahlakî, kültürel,
sosyal, ekonomik ve politik değerlerin atılıp, yerine
yenilerinin konması bir sürecin takip edilmesini gerekli kılıyordu.

Nisa suresi bu sürecin önemli bir merhalesini oluşturmaktadır.
Cahilî putperest düzenin inananlar üzerindeki etkilerini yoketmek,
onlara kendine has yepyeni bir kimlik kazandırmak için toplumun
temelini oluşturan esaslar üzerinde düzenlemelerde bulunmaktadır.
Bu yeni şekil, ilahî bir kaynaktan geldiği için tarih
içindeki belirli bir zaman dilimini değil kıyamete kadar
insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak mükemmelliktedir.
Zaten teşrideki tedricilikden gözetilen hedef, İslâmın hükümlerinin
peşisıra gönderilip, seçkin bir topluluk tarafından
pratiğe dökülerek, sonraki nesillere bir örnek teşkil
etmesidir.

Surenin, cahiliyetin pisliklerinden temizlemeyi hedef
aldığı toplumun içinde bulunduğu durumu
incelediğimiz zaman, çağlar boyu aynı kalan bir süreklilik
içerisinde cahili ve müşrik toplumların aynı
haksızlıkları ve zulümleri işledikleri görülür.
Yani o zamanki Arap toplumu ve içinde bulunduğu durum, bugünün müşrik
putperest cahilî toplumlarının ve düzenlerinin içinde bulunduğu
durumdan hiç te farklı değildir.

Nisa suresinin değiştirmeyi hedef
aldığı toplum nasıl bir toplumdu?
Bakıldığında, güçsüz kimselerin haklarının
çiğnenmekte, özellikle yetim kızların hakları,
kendilerini ve mallarını korumaları gereken vasîleri tarafından
gasbedilmekte ve kadınlara hiçbir hak tanınmadan zulmedilmekte
olduğu görülür. Kadınlar, mirastan mahrum
bırakılmaktaydı ve bir eşya gibi kocası öldüğünde
ona elkonulmakta ve evlere hapsedilerek hakları çiğnenmekteydi.

Sureye, insanoğlunun
yaradılışı hatırlatılarak durumunu
değerlendirmesi ve gönderilen emirlere uyması için bir uyarı
yapılarak girilmektedir. Aynı şekilde bu ilk ayet sosyal
hayatın üzerine bina edildiği İslâm'ın temel
kaidelerinden birisini oluşturmaktadır. Akrabalık, toplumun
sosyal ve ahlakî bütün değerlerini içeren bir kurum olarak
telakki edildiğinden Allah Teâlâ, ilk ayetle birlikte, akrabalık
bağlarının koparılmaması hususunda kendisinden
korkulması gerektiğini bildirmektedir:

"Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan
da eşini yaratan ve bu ikisinden bir çok erkek ve kadın türeten
Rabbinizden korkun. Adına bir birinizden dilekte bulunduğunuz
Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan
sakının. Muhakkak ki Allah, sizin üzerinizde tam bir
gözeticidir" (1).

Bu uyarının hemen peşinden yetimlerin
haklarının korunması konusundaki emir ve hükümler yer
almaktadır: "Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara
değişmeyin. Onların mallarını kendi
mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır"
(2).

Yetimlerle ilişkiler düzenlenirken evlilik ve
nikâh konusu da gündeme getirilerek, yürürlükte olan çarpıklıklar
yeniden bir düzenlemeye tabi tutulmaktadır. Allah Teâlâ, eşit
davranılmak ve haksızlıktan emin olunmak kaydıyla
birden fazla evliliğe izin vermektedir. Ancak bu aynı anda dört
kadınla evlilik kurmakla
sınırlandırılmıştır.

Kadınların mehir konusundaki haklan
zikredilirken aynı zamanda yetimlerle alakalı hükümler ve
uyulması icabeden prensipler ayrıntılı bir
şekilde ortaya konulmaktadır. Bu arada, miras hukukunun
esasları tesbit edilerek aile fertlerinden her bireyin tahakkuk eden
hakkının kendisine verilmesi tenbihlenmektedir:

"Bunlar, Allah'ın
sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse,
Allah onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada
ebedi kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de
Allah'a ve O'nun Resulüne karşı gelir, O'nun
sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi
kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir
azap vardır" (13-14).

Peşinden zina suçu zikredilerek verilmesi gereken
cezalar bildirilmektedir (15-16). Ancak buradaki hükümler daha sonra
nazil olan Nûr suresindeki ayetlerle değiştirilmiştir.

Eşlerinden ayrılmak isteyenler, mehir
konusunda onlara haksızlık yapmamaları için uyarılarak,
evlenilmesi haram olan kimseler zikredilmektedir (23).

Allah Teâlâ, evlilik, aile içi ilişkiler,
evlenilmesi helâl ve haram olan kimseler ve bunlara ait hükümleri
teferruatlı olarak bildirdikten sonra bu konudaki malumatın
ayrıntılı bir şekilde verilmesinin hikmetini şöyle
ifade etmektedir:

Allah size dininizin hükümlerini açıklamak,
sizden önceki doğru kimselerin yoluna iletmek ve sizin günahlarınızı
bağışlamak istiyor. Çünkü Allah Âlimdir, hüküm ve
hikmet sahibidir" (26).

Hemen peşinden iman edenler, mallarını
aralarında batıl yollarla yememeleri konusunda uyarılarak
karşılıklı rızaya dayanan ticaretle geçimlerini
temin etmelerinin helâl olduğu bildirilmekte, sonra, tekrar ana-baba
ve akrabalarla alakalı miras konusuna dönülmekte (33) ve erkeklerin
eşlerine, bazı olumsuz hareketleri karşısında
nasıl davranmaları gerektiği üzerinde durulmaktadır.

İman eden kimselerin çevrelerine karşı
bazı sorumlulukları vardır. Allah Teâlâ, kendisine ibadet
edilmesini ve hiçbir şeyin kendisine ortak
koşulmamasını bildirdikten sonra, müminlerin beraberinde
yaşadıkları insanlara iyilikte bulunmalarını
emretmektedir: Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba
olan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara,
sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah,
kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez" (36).

İşte bu kibirlenen, diğer insanlara
karşı büyüklük taslayan kimseler mallarından muhtaç
olanlara hiçbir harcama yapmazlar ve diğer varlıklı
kimselere de kendileri gibi olmalarını tavsiye ederler. Allah Teâlâ,
bu davranış şeklini kâfirlere ait bir özellik olarak
nitelerken şöyle buyurmaktadır:

"Bunlar cimrilik ederler ve insanlara da
cimriliği emrederler. Allah'ın kendilerine lutfundan
verdiği nimeti gizlerler. Biz, kâfirlere alçaltıcı bir
azap hazırladık" (37).

Daha sonra namazla alakalı bazı hükümler
bildirilmektedir. Ancak, ayetin; "Ey iman edenler! Sarhoşken ne
söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın..."
(43) mealindeki kısmı daha sonra nâzil olan; "Ey iman
edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece
şeytanın işinden birer pisliktir. Bu pislikten kaçının
ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Maide, 5/90) mealindeki ayet ile
neshedilmiş ve içki kesin olarak yasaklanmıştır.

Peşinden gelen ayetler, kitap ehlinin içinde
bulunduğu sapıklıkları ve inanan insanları
imanlarından döndürmek için gösterdikleri gayretleri ortaya
koymakta ve onların Allah'a iftira edip, puta ve şeytana
inandıkları; inkarcıları müminlere tercih ettikleri,
Allah'ın kitabındaki gerçekleri tahrif ettikleri ve bu
kimselerin Allah tarafından lanetlendiği bildirilmektedir:

Allah'ın lânet ettiği kimseler, işte
bunlardır. Allah kime lânet ederse artık sen ona bir
yardımcı bulamazsın " (52).

Allah Teâlâ, iman edip salih amel işleyenlerin mükafat
olarak elde edecekleri cennet ve oradaki nimetleri zikrettikten hemen
sonra, emir sahiplerinin, topluma ait görevlere atamalarda bulunurken ve
inananların idarecilerini seçerken nasıl davranmaları
gerektiğini ve hükmederken adil olmaları icabettiğini bir
emir şeklinde bildirmektedir:

"Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor.
Allah size ne güzel nasihat ediyor. Allah Semi'dir, Basir'dir" (58).

Sure'de toplumun küçük birimlerinde meydana gelen
evlilik, aite işi ilişkiler ve akrabalar ile ilgili münasebetlere
ait hükümler ve öğütler teferruatlı bir şekilde
verildikten sonra, İslâm'ın bütününü kapsayan; dinî,
siyasî, kültürel sistemin temelini oluşturan prensipleri ortaya
koyan; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden
olan idarecilere itaat edin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman
ediyorsanız, aranızda her hangi bir şeyde
anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü
Allah'a ve Peygamber'e havale edin. Bu, daha hayırlıdır. Ve
netice bakımından daha güzeldir? (59) mealindeki ayet
gelmektedir.

Kur'an, tek gerçek otorite olan Allah Teâlâ'ya tam
bir teslimiyetle itaat etmeyi dinin temel prensibi olarak ortaya koymaktadır.
İman etmiş hiç bir kimseyi, başka bağlar ve
zorunluluklar Allah'a itaatten yüz çevirmeye zorlayamaz. O'na itaatin
sözkonusu olduğu yerde mümin için, boyun eğmekten ve
emredileni yerine getirmekten başka bir seçenek yoktur. Başka
bir şeye olan bağlılık veya itaat olayı, Allah Teâlâ'ya
itaat ile alakası olmayan ve O'na isyanı içermeyen konularda
kabul edilebilir. İman etmekle müminin kabullenmiş olduğu,
Allah Teâlâ'nın tek Rab ve itaat edilmeye layık tek İlah
olması gerçeği, diğer bütün bağlılık ve
ahidleri geçersiz kılmaktadır. Resulullah (s.a.s) bunu:

"Yaratıcıya isyanın sözkonusu olduğu
yerde yarattıklarından hiçbirine itaat edilmez" sözüyle
net bir şekilde ortaya koymuştur.

Ayette ikinci olarak zikredilen Peygambere itaat emri
Allah Teâlâ'ya itaat etmenin tek yoludur. Çünkü, Allah Teâlâ'nın
emirlerini öğrenmenin tek kaynağı Peygamberdir. Bunun içindir
ki, Allah'a itaat etmek O'nun Resulüne itaat etmekle mümkün olmaktadır.
Peygambere isyan, ona bağlılıktan yüzçevirme, onu
göndermiş olan Allah Teâlâ'ya isyan etmek demektir. Resulullah
(s.a.s) şöyle buyurmaktadır:"Kim bana itaat ederse Allah'a
itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş
olur"

Surenin daha sonra gelen bir ayeti de aynı gerçeği
vurgulamaktadır: "Kim peygambere itaat ederse, Şüphesiz
Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüzçevirirse, Biz seni onların
üzerine koruyucu göndermedik" (80).

Ayette, üçüncü olarak Allah ve Resulünden sonra,
müslümanların aralarından seçip, işlerini idare etmeleri
için görevlendirdikleri, emir sahiplerine (ulul-emr) itaat
emredilmektedir. Ulul-emr kavramının kapsamı çok geniş
olup, toplumun en yüksek kademelerinden en alt kademelerine kadar,
bütün idarecileri kapsamaktadır. Bu yöneticiler, müslüman
oldukları, Allah'a ve Resulüne itaat ettikleri sürece onların
emrettikleri şeyleri yapmak, verdikleri görevleri yerine getirmek
imânî bir yükümlülüktür. Allah'a ve Resulüne itaat etmeleri,
onlara itaatın ön şartıdır. Bu şartları
taşıdıkları ve emrettikleri şeyler Allah'a
isyanı içermediği müddetçe bu emir sahiplerine karşı
çıkmak, onlara isyan etmek caiz değildir. Resulullah (s.a.s)
şöyle buyurmaktadır:

"Emrettiği şey günah olmadığı
sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen idarecilerin
emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın itaat etmesi
gerekir. Eğer, yönetici ona günah olan bir şeyi
yapmasını emrederse, o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de
itaat etmemelidir" (Buharî, Müslim).

Ayetin, ortaya koyduğu dördüncü prensip,
müslümanların; aralarındaki ihtilafların, yöneticiler
ile ortaya çıkan problemlerin çözümü ve toplumsal hayatın
fert fert bütününü içine alan münasebetlerin tanzim edilmesinde
Allah Teâlâ'nın emirleri ve peygamberinin sünnetini esas alarak,
koymuş oldukları hükümlere eksiksiz uyulması ve boyun
eğilmesi olayıdır. Bu imanî bir yükümlülüktür.
Meselelerin çözümlenmesi için bu mercilere gidilmediği takdirde,
Allah'a kulluk ve O'nun Resulüne itaatten yüz çevrilmiş ve iman
çerçevesinin dışına çıkılmış olur.
Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: "...Eğer
Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, herhangi bir şeyde
anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü
Allah'a ve Peygambere havale edin... "

İnsanlar müminler olduklarını iddia
ettikleri halde, kendileriyle alakalı kararlar vermesi için kitap ve
sünnetten başka bir otoriteye başvurdukları ve
verdiği hükme rıza gösterdikleri takdirde gerçekte birer
inkârcı durumundadırlar. Allah Teâlâ bu kimselerin durumlarını;
"Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman
ettiklerini iddia edenleri görüyor musun? Onlar, hakem olarak tağuta
başvurmak istiyorlar. Halbuki kendilerine tağutu inkâr etmeleri
emredilmişti. Şeytan onları derin bir
sapıklığa düşürmek istiyor" (60). Ayette tağut
kelimesi, Allah'ın hükümlerine göre karar vermeyen, Allah'ı
tek hakim, Resulünü de nihaî otorite olarak tanımayan hüküm
sistemini tanımlamaktadır (bk. Tağut mad.).

Münafıkların, Allah'ın ve Resulünün
hükmüne uyma konusundaki nifakları dile getirildikten sonra,
peygamberlik müessesesinin fonksiyonu; "Biz, bütün peygamberleri
Allah'ın izniyle kendilerine ancak itaat edilsin diye gönderdik..."
ifadesiyle ortaya konmaktadır. Arkasından Allah Teâlâ kasem
ile, ihtilaflarını Peygambere götürerek, onun verdiği
karara mutmain bir kalp ile razı olup, boyun eğmedikçe hiç
kimsenin iman etmiş sayılmayacağı gerçeğini net
bir şekilde gözler önüne sermektedir:

"Rabbine yemin olsun ki; aralarındaki
anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme
içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun
eğmedikçe, iman etmiş sayılmazlar" (65). Bu ayet
önceki ayetlerde bahsedilen hususları kesin bir sonuca
bağlamaktadır.

Surede, itaat konusu ete alındıktan sonra,
Allah'ın dinini yüceltmek, O'nun nurunu söndürmek isteyen müşrik
güçlerin saldırılarını etkisiz kılmak ve
İslâm tebliğinin önündeki tağutî engelleri ortadan kaldırmak
için kaçınılmaz bir yükümlülük olan cihad konusu işlenmektedir.
Allah Teâlâ, iman eden kimselere seslenerek şöyle buyurmaktadır:

Ey İman edenler! Tedbirinizi alın. Bölük
bölük veya toplu olarak savaşa gidin " (71).

Kalbinde nifak olan bir kimse inananların
başına bir musibet geldiği zaman onlarla birlikte
gitmemiş olmasını kendisi için bir nimet sayar ve;
"...Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım
" (72) der. Ancak, müminlerin lehine bir sonuç ortaya çıktığı
zaman da:"... Keşke onlarla beraber olsaydım da büyük bir
başarı elde etseydim" der" (73).

Dünya hayatını önemsemeyip nefislerini
cennet karşılığında Allah Teâlâ'ya satan
kimselere Allah yolunda savaşmaları bildirilmekte, peşinden
de tağutî düzenlerin zulmü altında inleyen ve
kurtarılmaları için Allah Teâlâ'ya kesintisiz duada bulunan
mustaz'afların bu feryadları karşısında
hareketsiz duran müslümanlara sitem edilmekte ve yükümlülükleri
kendilerine şöyle hatırlatılmaktadır:

"Size ne oluyor da, kadın, erkek ve
çocuklardan güçsüz olanlar (mustaz'aflar); Ey Rabbimiz, halkı
zalim olan memleketten bizi çıkar. Kendi tarafından bize bir
koruyucu ver ve yine tarafından bize bir yardımcı gönder"
diye yalvarırken Allah yolunda savaşmıyorsunuz? İman
edenler Allah yolunda savaşırlar. Kafirler ise, tağut'un
yolunda savaşırlar. O halde siz de şeytanın
dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şeytanın
hilesi zayıftır" (75-76).

Allah Teâlâ'nın savaşı farz
kılmasından dolayı bazı kimseler müthiş bir
ölüm korkusuna kapılırlar ve düşmanlarından
Allah'tan korkmanın ötesinde bir korkuyla korkar ve insanları
savaştan vazgeçirmek için bütün gayretleriyle çalışırlar
ve; "Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın?
Bizi yakın bir zamana kadar geri bırakmalı değil
miydin?... " (77) derler. Allah Teâlâ insanoğlu için takdir
edilmiş olan ölüm gerçeğini dile getirerek onların
endişe ve korkularının ne kadar anlamsız bir duygu
olduğunu; "Nerede olursanız olun, ölüm sizi yakalar. Sağlam
yapılmış kalelerde bulunsanız bile..." (78)
ifadesiyle dile getirmektedir.

Münafık ve zayıf inançlı kimselerin
iki yüzlülüklerinin sebebi onların Kur'an hakkında
kalplerinde taşıdıkları şüpheleridir. Allah
Teâlâ bu tip insanlar için; bir delil olsun diye şöyle
buyurmaktadır:

"Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?
Eğer o Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda
birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı" (82).

Kişiler sadece fâili oldukları amellerden
sorumlu değillerdir. Başkalarının işlemiş
oldukları şeylere aracılık yapmak, o işin
sonucunda ortaya çıkan durumdan bir pay alınmasına sebep
olur:

"Kim iyi bir işe aracılık ederse,
onun da o işten payı olur. Kim de kötü bir işe
aracılık ederse onun da o işten payı olur. Allah,
herşeyin karşılığını verir" (85).

Daha sonra hicretle alakalı bazı durumlar
zikredilerek, münafıkların İslâm yurduna hicret etmek
hususundaki ilgisizlikleri bildirilmekte ve onlara karşı
takınılması gereken tavır ve uygulanması icabeden
hükümler tespit edilmektedir. Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

"Başka bir takım münafıklar da
vardır ki, hem sizinle hem de kendi topluluklarıyla
barış içinde olmak isterler. Fakat ne zaman fırsat
bulsalar

ihanete dalarlar. Eğer onlar sizden uzak
durmazlar, sizinle barış içerisinde yaşamak istemezler,
savaştan el çekmezlerse, onları yakalayın ve nerede
bulursanız öldürün. İşte öylelerine karşı
Allah size açık bir yetki vermiştir" (91).

Peşinden gelen ayette, iman etmiş bir
kimsenin, diğer bir mümini kasten öldürmesinin iman etmiş
olduğu halde mümkün olmadığı bildirilmektedir. Ancak
hataen öldürürse kefaret olarak diyet ödemesi icap etmektedir.
Öldürülen kimsenin, arasında bulunduğu topluluğun
durumuna göre kefâret şekli değişmektedir.

Bir mümini kasten öldüren bir kimsenin arınması
için hiç bir yol yoktur. O kimse Allah'ın gazabına ve lânetine
uğramış olduğu halde ebedî olarak kalacağı
cehennem ateşine atılacaktır.

"Bir mümini kasten öldürmenin cezası ise içinde
ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lânet
etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır"
(93).

İslâm'ı yaşamanın mümkün olmadığı
bir ortamda bulunan müslümanların ellerinde imkanları
olduğu takdirde dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri bir yere
derhal hareket etmelerinin imanî bir zorunluluk olduğu
bildirildikten sonra, böyle hareket etmeyen kimseler için; "...
İşte onların durağı cehennemdir. Orası ne kötü
gidiş yeridir" (97) buyurulmaktadır.

Allah Teâlâ, elinde göç etmek için hiç bir imkân
bulunmayan ancak, içinde bulunduğu durumun şuurunda olarak
kıvranan gerçek muztaz'afların
bağışlanacaklarını bildirmektedir.

"Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve
göç için yol bulamayan gerçekten zayıf erkekleri,
kadınları ve çocukları Allah'ın affetmesi umulur.
Çünkü Allah çok affeden, çok bağışlayandır"
(98-99).

Daha sonra yolculuk ve savaş esnasında
namazın kılınması hakkındaki hükümler ve eda
şekli bildirilmektedir.

Kâfirler batıl olan amellerini gerçekleştirmek
ve tağutlarına tabi olarak İslâm'ı yeryüzünden
silmek için çeşitli zorluklara katlanarak mücadele vermektedirler.
Müslümanların iman etmiş oldukları gerçekleri hâkim kılmak
için kâfirlerin katlandıkları zorluklardan daha fazlasına
cesaret ve sabırla göğüs germeleri gerekir. Allah Teâlâ
bunu; "O topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer
siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin gibi acı
çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan onların ummadıkları
şeyleri ummaktasınız..." (104), ifadesiyle açıklamaktadır.

Allah Teâlâ, merhametinin genişliğini
insanlara bildirerek, kendisine şirk koşmanın
dışında dilediği kimseleri
bağışlayacağını bildirmektedir:

"Allahın
bağışlamadığı tek günah şirktir. Bunun
dışında herşeyi dilediğine
bağışlar. Allah'a ortak koşan kişi büyük bir
sapıklığa düşmüştür" (116).

Allah Teâlâ, şirk içerisinde olan kimselerin
gerçekte şeytana tapındıklarını,
şeytanın da insanları sapıtmak için sürekli uğraşmakta
olduğunu ve kendisine tabi olanları boş vaadler ve boş
ümitler vererek aldattığını bildirmektedir.

"Müşrikler Allah'ı bırakıp
bir takım kişileri çağırıyorlar ve Allahın
lânetlediği inatçı şeytandan başkasına
yalvarmıyorlar. (Onların uyduğu şeytan)
"kullarından belli bir payı kendime
ayıracağım ve onları sapıtacağım.
Onları boş kuruntulara sokacağım, onlara
emredeceğim, onlar da benim emrimle hayvanların
kulaklarını yaracaklar. Onlara emredeceğim, Allah'ın
yarattığını değiştirecekler". Kim Allah
yerine şeytanı dost edinirse açık bir ziyana
uğramıştır" (117-119).

Ayetteki, "Allah'ın
yarattığını değiştirecekler" cümlesi,
yaratıklar üzerinde müslümanların menfaatı için yapılan
doğru ve yerinde değişiklikleri kastetmemektedir. Ayet,
eşyanın, hayvanların ve insanların
fıtratları dışında bir şekle sokulup,
kullanılmaları olayını tarif etmektedir. Bu anlamda
değerlendirildiğinde, erkek ve kadınlardaki cinsî
sapmalar, doğum kontrolü, insanların ve hayvanların
kısırlaştırılması, hücrelerin genetik yapılarının
değiştirilerek hilkat garibesi yaratıkların türetilmesi
gibi işleri kapsadığı anlaşılır. Çağımızda
gen mühendisliği denilen bilim dalı bu konu üzerinde yoğun
uygulamalı çalışmalar yapmaktadır. Allah Teâlâ'nın
yarattığı mahlukatı, şekil, hal ve
fonksiyonları açısından bir değişime tabi tutma
işleminin şeytan tarafından müşrik kimselere emr ve
ilham edildiği ortaya konmaktadır.

Sure tekrar, ilk konusuna dönerek, kadınlar,
yetim kızlar, kimsesiz çocukların durumları, evlilik,
eşler arasındaki ilişkiler ve kadınlar arasında
adaletli davranma konusunda iman eden kimseleri doğru yola iletmek için
etkili tavsiye ve emirlerde bulunmaktadır (130-134).

Allah Teâlâ, iman eden kimselere hitap ederek, O'nun
koymuş olduğu hükümler çerçevesinde adaletin gerçekleştirilebilmesi
için şahitlik konusunda, en yakın akrabaların aleyhinde
bile olsa, doğruyu söylemeleri gerektiğini bildirmektedir:

Ey inananlar! Adaleti tam yerine getirerek Allah için
şahitlik edenler olun. Adalet ve deliller kendiniz, anne-babanız
veya yakınlarınız aleyhinde bile olsa, sözkonusu kimse
zengin de olsa fakirde olsa farketmez. Çünkü Allah ikisine de sizden
daha yakındır. O halde keyfinize uyarak adaletten sapmayın.
Eğer (şahitlik yaparken dilinizi) eğip bükerseniz ve doğruyu
gizlerseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan
haberdardır" (135).

İman edenlere, durumlarını gözden
geçirip, hakkıyla ve gerektiği üzere, Allah'a, Resulüne,
indirdiği Kitaba ve önceki kitaplara iman etmeleri emredilmekte ve
şöyle buyurulmaktadır:

"...Çünkü kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse,
o büyük bir sapıklığa düşmüştür" (116).

Münafıkların müminlerle ve kâfirlerle olan
ve duruma göre değişim gösteren ilişkileri dile
getirilerek bu kimselerin nifakları, onların Allah Teâlâ'ya
hile yapmak kadar büyük bir sapıklık içinde oldukları ve
onların ibadet yaparken sadece insanlara gösteriş yapmayı
amaçladıkları; Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar.
Halbuki Allah onların oyunlarını başlarına geçirecektir.
Onlar, namaza kalktıkları vakit tembel tembel kalkarlar.
İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar"
(142) ifadesiyle açıklığa kavuşturulmaktadır.

İman eden kimselerin kâfirlerle dostluk kurmaları,
onlarla birlikte hareket etmeleri iman gerçeğinin
yasakladığı bir durumdur. Allah Teâlâ, mümin kullarını
böyle bir yola sapmaktan kurtarmak için onlara şöyle hitab
etmektedir:

Ey iman edenler! müminleri bırakıp ta
kafirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir delil
mi vermek istiyorsunuz" (144).

Surenin son kısmı, Ehl-i Kitabın
İslam'a, onun Peygamberine ve geçmiş peygamberlere
karşı aldıkları inkarcı ve nifak dolu
tavırlarını konu edinmektedir. Resulullah (s.a.s)'in çağrısına
karşılık ondan kendilerine gökten bir kitap indirmesini
isteyen kitap ehlinin bu isteklerindeki samimiyetsizlikleri ortaya konarak
onların Mûsâ (a.s)'dan daha büyüğünü istedikleri ve söz
verdikleri halde görmüş oldukları bütün mucizevî delillere
rağmen sapıklıkta direttikleri anlatılmakta ve
onların bu tavırları karşılığında
kalplerinin mühürlenmiş olduğu bildirilmektedir:

Ahitlerini bozdukları ve Allah'ın ayetlerini
inkâr ettikleri, haksız yere peygamberleri öldürdükleri ve;
kalbimiz kapalıdır" dedikleri için onlara lânet ettik. Doğrusu
Allah, inkâr etmeleri sebebiyle onların kalplerine mühür vurmuştur.
Onlardan pek azı iman eder" (155).

Daha sonra Allah Teâlâ, kullarına
karşı olan sınırsız ve kuşatıcı
merhametinin bir tezâhürü olarak, nasihat üslûbuyla şöyle
buyurmaktadır:

Ey insanlar! Şüphesiz ki Peygamber, Rabbiniz
tarafından size gerçeği getirmiştir, iman edin. Bu, sizin
için daha hayırlıdır. Şayet inkâr ederseniz bilin ki
göklerde ve yerde olan herşey Allah'a aittir. Allah, Âlim'dir,
Hakim'dir" (170).

Kitap ehline din hususunda aşın gitmemeleri
konusunda bir uyarı yapıldıktan sonra, iman edip salih amel
işleyenlerin kavuşacakları mükâfatlar; yüzçevirip
kibirlenenlerin karşılaşacakları; "can
yakıcı azap"tan bahsedilmekte ve peşinden de yine
insanlara yönelik bir hitap ile Kur'an'ın bir delil ve apaçık
bir nûr olduğu gerçeği; Ey insanlar!... Size, Rabbinizden bir
delil geldi ve size apaçık bir nûr indirdik" (174) ifadesiyle
ortaya konulmaktadır.

Sure, mirasın bölüşümü konusunda
teferruata inerek hükümler koyan ayetle son bulmaktadır.

Ömer TELLİOĞLU


Konular