Şamil | Kategoriler | Konular

Necm suresi

NECM SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in elli üçüncü suresi. Altmış
iki ayet, üç yüz altmış kelime ve bin dört yüz beş
harften ibarettir. Fâsılası "elif", "nun",
"vav", "te" ve "ya" harfleridir. Mekkî
surelerden olup, İhlâs suresinden sonra nâzil olmuştur. Otuz
ikinci ayeti Medenîdir. Adını ilk ayetinde geçen
"necm" kelimesinden almıştır. Ancak bu kelimenin
surenin muhtevası ile doğrudan bir ilgisi yoktur.

İçinde secde ayeti bulunan ve Mekke'de Resulullah
(s.a.s)'ın açıkça her kese karşı okuduğu ilk
suredir. Buhârî'nin İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiği bir
hadiste şöyle denilmektedir: "Peygamber (s.a.s), Necm sûresini
okudu ve sonra secde etti. Onunla birlikte müslümanlar, müşrikler
ve cinler, hepsi birden secde ettiler. Sadece Umeyye bin Halef secde
etmekten kaçındı ve yerden bir avuç toprak alıp
alnına sürerek şöyle deki: "Bana bu yeter"
(el-Kurtubî, el-Cami' Li Ahkâmil-Kur'an, Beyrut 1966, XVII, 81).

Habeşistan'a hicret eden müminler bu hadiseyi
duydukları zaman, Mekke'deki müşriklerin topluca iman
ettiklerini zannetmişler ve bazıları Mekke'ye geri dönmeye
karar vermişti. Mekke'ye bir saatlik bir mesafeye geldiklerinde Kinâne
kabilesinden birisi ile karşılaştılar ve Mekke'deki
olayı sordular. Meselenin hiç de kendilerinin haber aldıkları
gibi olmadığını ve müslümanlara işkencenin
devam ettiğini öğrendiler. Bunun üzerine Habeşistan'a
birincisinden daha kalabalık bir ikinci hicret yapıldı
(İbn Sa'd, et-Tabakâtül-Kübra, Beyrut ty, I, 205-207).

Bu rivayetlerden surenin risaletin beşinci
yılında nazil olduğu anlaşılmaktadır.

Sure, müşriklerin Peygamber (s.a.s)'e yönelttikleri
itirazlarının asılsız olduğunu, onun bir
peygamber, okuduklarının ise Cibrîl vasıtası ile
indirilmiş Allah kelâmı olduğunu ve Allah'dan başka
tapılanların anlamsızlık ve güçsüzlüklerini ulvî
bir ahenkle sıralanmış ayetlerle ortaya koyuyor. Allah Teâlâ,
Kur'an'a "insan sözüdür" diyenlere sadece ayetlerin manaları
ile değil, o eşsiz uslübuyla da cevaplar vermiştir.
Kur'an'a "insan sözüdür" diyenler onun ilâhî yapısı
karşısında acze düşmüşler,
iddialarını ispata çağrıldıkları halde buna
cesaret bile edememişlerdi: "Kulumuz Muhammed'e
indirdiğimizden şüphede iseniz, onun benzeri bir sure meydana
getirin. Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah dan başka
şahitlerinizi de çağırınız" (el-Bakara,
2/23).

Hz. Muhammed (s.a.s), müşriklerin iddia
ettiği gibi ne kötü bir yola sapmış ve ne de hakkı
çiğneyerek azanlardan olmuştur: Arkadaşınız
(Muhammed) ne doğru yoldan sapmış, ne de
azmıştır" (2). O, sadece Rabbinin kendisine
vahyettiğini insanlara bildirmektedir. Söylediklerinden hiçbirisini
kendi arzu ve hevasından söylememiştir: "O,
kendiliğinden konuşmaz" (3). Bu ayet, sadece Kur'an
ayetlerinin değil, Resulullah (s.a.s)'in kendi söz, fiil ve davranışlarının
da Allah Teâlâ'nın yönlendirmesi ve kontrolü dahilinde cereyan
ettiğini ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm
hukukçuları, Sünneti teşriin ikinci kaynağı olarak
kabul etmişlerdir. Peygamberin söylediği her söz, yaptığı
her iş ve onayladığı her davranış, müslümanlar
için örnek alınıp, uyulması gereken kuralları ihtiva
eden, teşriin kaynaklarından birer kaynaktırlar. Bu, bir
sonraki ayette daha açık bir şekilde dile getirilmektedir:
"Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir
vahiyden başka bir şey değildir" (4). Yani Allah Teâlâ,
kusursuz bir örnek olsun diye, Kur'anı ona vahyetmiş ve pratik
hayata uygulanışını, onun yaşantısı ile
bütün insanlığa göstermiştir. İnanan insanlar,
İslâm'ı Resulullah (s.a.s)'ın
yaşadığını örnek alarak hayatlarına tatbik
etmek zorundadırlar.

Bunun peşinden, vahyi Peygamber (s.a.s)'e getiren
Cebrâil (a.s)'dan ve müşriklerin onun hakkında
yaptığı tartışmalardan bahsediliyor. Cebrail
(a.s)'ın her yönüyle mükemmel bir varlık olduğu, vahyi
Peygamber'e getirirken görevini eksiksiz olarak yerine getirdiği
haber verilmekte ve onun Resulullah (s.a.s)'a aslî suretinde bir kaç
defa göründüğünden söz edilmektedir: "Andolsun, onu diğer
bir defa daha gördü" (13).

Resulullah (s.a.s), Mirac'a çıktığı
zaman Allah Teâlâ, büyük ayetlerinden bir kısmını göstermiş,
onu ilâhî azamet hakkında bilgilendirmişti: "Şüphesiz
Muhammed orada Rabbinin, delillerinden en büyüğünü gördü"
(18). Allah'ın büyüklüğü, varlığın
üzerindeki tahakkümü ve her şeyin O'nun emrine boyun
eğişi çeşitli şekillerde tebliğ edildikten
sonra, halâ iman etmeyip, hiçbir anlamı olmayan ve kendi elleriyle
yaptıkları putlara tapan müşriklere hayret ifade eden bir
uslûbla şöyle soruluyor: "Şimdi siz ilâh olarak Lât'ı,
Uzzâ' yı ve diğer üçüncüleri olan Menât'ı mı görüyorsunuz?"
(19-20).

Mekkeli müşrikler tapındıkları bu
dişi ilâheleri Allah'ın kızları olarak görüyorlardı.
Allah Teâlâ, onların bu akıl dışı ve hiçbir
mantık ölçüsüne sığdırılması mümkün
olmayan inançlarını tenkid ederek, ne kadar büyük bir açmazın
içerisinde bulunduklarını gözler önüne sermektedir:
"Erkekler sizin de, kızlar Allah'ın mı? Öyleyse bu
insafsızca bir taksimdir" (21-22). Yani siz bu ilâheleri Allah'ın
kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar saçma ve anlamsızdır
ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi bir zül telakki
ederken, utanmadan onları Allah'a nisbet edebiliyorsunuz.

Müşrikler, tapındıkları
putları, Allaha karşı kendilerine birer şefaatçi
olarak telakki ediyor, zor zamanlarında onların korumasına
sığınıyorlardı. Bir dertleri olduğu zaman,
bugün de bazı putperest topluluklarda örnekleri görülen tarzda
gidip onlara şikayetçi oluyorlardı. Halbuki bu putlar, hiç bir
anlamı olmayan ve kimseye ne fayda ne de zarar veremeyecek olan,
kendi elleriyle yaptıkları cansız varlıklardı.
Onlar, ellerinde hiç bir delilleri olmadığı halde,
atalarından işitip gördükleri minval üzere, yaptıklarını
hiç bir tenkide tabi tutmadan aynıyla devam ettiriyorlardı:
"Taptığınız bu putlar sizin ve
atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka
birşey değildir. Allah onların hak olduğu hususunda hiç
bir delil indirmemiştir" (23).

Bu şekilde putlar edinip onlara saygı göstererek
tapınma olayının bu günkü "ilkel toplum" anlayışıyla
izah edilecek bir tarafı yoktur. Çünkü günümüzde, kendilerinin
çağdaş ve yüksek kültür seviyesinde olduklarını
iddia eden bir takım topluluklar, halâ o eski çağların
ilkel anlayışlarının devamı niteliğinde olan
bir tarzda, kendi düşünceleriyle üretip ilahlaştırdıkları
bir takım tağutların, heykellerini dikerek, şikayet,
istek ve arzularını gidip onlara arı edebiliyor ve onlardan
medet umabiliyorlar. İcra edilen tapınma olayı
incelendiğinde bugün yapılanla yüzlerce yıl önce icra
edilen tapınmanın mahiyet itibarıyla birbirinden hiç de
farklı olmadığı görülecektir. Bu da, cahiliyye anlayışının
geleneksel olduğunu, görüntü itibariyle farklı gibi görünse
bile, binlerce yıl öncesinin yöntemlerinin aynıyla
kullanıldığını göstermektedir.

Bu varlıklardan, yardım ve şefâat
dilemenin hiçbir mantıkî dayanağı yoktur. Çünkü, Allah
Teâlâ'nın dilemesi olmadan, hiç bir şeyin bir
başkasına faydası ve zararı dokunamaz. Allah'ın
nezih kulları olan melekler bile O'nun izni olmadan hiç kimseye bir
yardım edemezken, Allah'a şirk koşulan cansız
şeyler; nasıl bir fayda sağlayabilir?

Bu gerçekler ifade edildikten sonra; inkârcıların
inkar ettikleri şey hakkındaki bilgisizliklerinden bahsedilerek,
onların Allah tarafından mutlaka
cezalandırılacakları gerçeği zikredilir.

İman edip iyilikte bulunanlar ise, en güzel
şekilde mükafatlandırılacaklardır. Onlar, büyük
günahlardan ve hayasızlıklardan şiddetle kaçınırlar.
Küçük günahları ise Allah tarafından
bağışlanacaktır. Bütün bunlar, inkarcıların
veya başkalarının istek ve arzuları doğrultusunda
gerçekleşecek değildir. Bu kararı, her şeyi
hakkıyla bilen Allah Teâlâ verecektir. Bu hususu Allah Teâlâ
şöyle ifade etmektedir: "O iyi amellerde bulunanlar küçük
kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan
kaçınırlar. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması
bol olandır. Kimin takva üzere olduğunu da O çok iyi
bilir" (32).

Bunun peşinden, Hz. İbrahim (a.s) ve Musa
(a.s)'a verilen sahifelerde açıklanmış olan dinin temel
prensipleri zikredilir: "Kimse kimsenin günahını yüklenmez.
İnsan için çalıştığının
karşılığından başka bir şey yoktur.
İnsan yaptığı amelinin
karşılığını mutlaka görür" (38-40).

Bu ayetler, çok büyük gerçekleri ihtiva etmektedir:
Her insan, işlediği kötü amel işin yalnızca kendisi
ceza görür. Yani suçların şahsiliği prensibi
getirilmiştir. Hiç kimse, başkasının
işlediği bir suçtan dolayı sorgulanamaz.

Ayrıca insan, mükâfat ve ceza olarak, yalnızca
kendi işlemiş olduğu şeylerin
karşılığını bulacaktır. Yani göreceği
cezalandırma, yaptığı şeylerin
karşılığı olacaktır. Mükâfatlandırma
için de aynı prensibe göre karşılık görecektir (Bu
ayetlerin getirdiği hükümlerle ilgili olarak daha fazla bilgi için
bk. el-Kurtubî, a.g.e., XVII, 113115).

Daha sonra, Allah Teâlâ'nın mevcudatta cereyan
eden bütün hareketlerin haliki olduğu vurgulanmaktadır.

İnsan bütün varlığıyla Allah Teâlâ'ya
bağımlıdır. Yaptığı her hareketin ve
yaşadığı her duygunun tek müsebbibi O'dur: "Şüphesiz
ki, güldüren de ağlatan da O'dur. Öldüren de, dirilten de
O'dur..." (43-44).

İnsanlar, Âd'ın, Semud'un ve onlardan
önceki Nuh kavminin helâklerine dair haberleri değişik
şekillerde yorumlayabilirler. Bu günkü materyalist kafaların
iddia ettikleri gibi tabii afet diye nitelendirebilirler. Ama, Allah Teâlâ,
bu helâkleri onların küfürlerinde diretmeleri sonucu başlarına
getirdiğini mutlak şekilde beyan ediyor: Âd ve Semud
kavimlerinden önce Nuh kavmini helâk eden de O'dur. Onlar daha zâlim ve
daha azgın idiler. Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini
yere gömen de O'dur" (52-53). Bu zalim toplulukların takip
ettiği yolu izleyenler de onlar gibi yok edilecek ve ilâhî cezalandırma
ile karşılaşacaklardır: "Onları o
kuşatan azap kuşatmıştı" (54).

Surenin sonuna doğru, Hz. Muhammed'in evvelki
peygamberler gibi yaklaşan kıyamet ve cehennem azabıyla
uyaran bir uyarıcı olduğu tekrar vurgulanarak, kıyamet
anının yaklaştığı ve onun ne zaman vaki
olacağının Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse tarafından
bilinemezliği gerçeği ortaya konuluyor:" Bu peygamber de
önceki uyarıcılardan biridir. Kıyamet yaklaştı.
Kıyameti Allah'dan başka kimse açığa çıkaramaz"
(56-58).

Kâfirlerin bu haberler karşısında
takındıkları tavırları, tehdit ifade eden bir
uslubla dile getirilmektedir: "Siz, bu söze şaşıyor
musunuz? Gülüyor da ağlamıyor musunuz? Gaflet içinde oyalanıyorsunuz"
(59-61).

Sure, Allah'a secde edilip, kulluğun sadece O'na
tahsis edilmesini emreden ayetle son buluyor:"Artık Allah'a
secde edin ve sadece O'na kulluk yapın" (62).

Resulullah (s.a.s) bu sureyi okuyup, son ayetini
tilavet ettikten sonra secdeye kapanmış ve oradaki müşrikler
de dahil herkes birlikte secdeye kapanmıştı. Bazı
İslâm düşmanları bu olay üzerine bir takım uydurma
rivayetlere dayanarak, vahyin gelişindeki güvenirlilik hakkında
şüphe uyandırmaya çalışmışlardır
(Garanik adıyla zikredilen bu olay için bk. Garanik mad.).

Ömer TELLİOĞLU


Konular