Şamil | Kategoriler | Konular

Müstaz'af

MÜSTAZ'AF

Cahiliyye toplumlarında toplumun çoğunluğunu
teşkil eden, ezilen, hor görülen, güçsüz bırakılmış
halk tabakası.

Müstaz'af, "za-u-fe (zayıf oldu)"
fiilinin istif'al babından ism-i mef'uldür. "Za-u-fe"
kuvvetli olmanın zıddıdır. Masdarı olan "za'f-zayıflık"
nefiste ve bedende olduğu gibi, durum ve vaziyette, akıl ve
re'yde de olur.

"İstaz'afahu" onu zayıf buldu,
zayıf gördü anlamındadır (Rağıb el-Isfahanî,
el-Müfredât Fi Ğarîb'ul-Kur'an, İstanbul 1986, s. 434).
Aynı zamanda onu zayıf saydı, zillete duçar etti, demektir.

İslâm toplumunun dışındaki her
toplum, baskı ve nüfuz kabul edenler veya baskı ve nüfuz altına
alınabilenlerle, onlara baskı yapanlar olmak üzere iki sınıfa
ayrılır. İkisinin arasındaki fark, birinin
baskıya uğrayan, baskıyı kabul eden büyük çoğunluk;
diğerinin baskıyı uygulayan küçük azınlık
olmasıdır.

Farklılaşma olayı toplumdaki güçlüleri,
güç ve yetenekleri kendilerinden daha az olanlara üstünlük sağlamaya,
onları kendi tesirleri altına almaya sürükler. Bu durumda
güç ve yeteneği daha az olanlar (mustaz'aflar) güçsüzler grubunu
oluşturur. Yani bunlar inanç ve amelin söz konusu olduğu bir
çok durumlarda güçlülerin tesirinde kalmayı kabul ederler.

Topluma yeni bir nesil geldiği ve üstünlük alışkanlığını
atalarından aynen devraldığında, aslında hiçbir
özelliği ve insânî yeteneği bulunmayan bu neslin güçsüzlere
karşı açık bir zulmü ve haksızlığı görülür.
Aslında şimdi ezilen bu güçsüz kişilerin arasında
hiç de liyakatları yokken hakimiyeti elinde bulunduranlardan daha
yetenekli kişiler bulunmaktadır.

"Mustaz'aflar" (güçsüzler) kelimesi
Kur'an-ı Kerim'de "müstekbirler" (kibirliler, büyüklük
taslayanlar) kelimesinin karşıtı olarak
kullanılır. Müstaz'atlarla, toplumda hiç bir tabii hâkimiyet
yetkisi olmayanlar anlaşılır. Kur'ân-ı Kerim'de
mustaz'aflar, müstekbirlerin istiz'af ettiği, zayıf gördüğü,
zayıf bulduğu, zaafa uğrattığı, hor ve zelil
kıldığı kimselerdir.

"Anamın oğlu, dedi: Muhakkak bu topluluk
beni zayıf gördü, zayıf buldu ve beni öldürüyordu" (el-A'raf;
7/150).

Yukarıdaki anlamlarda
kullandığımız müstaz'af, Kur'ân-ı Kerim'de,
kullanılış şekilleri davete karşı
tutumları, müstekbirlerle ilişkileri ve toplumdaki
konumları gözönüne alınarak bir kaç kategoride incelenebilir.

Bir kısım müstaz'af halk toplulukları
vardır ki bunlar uzun zamandan beri nesillerin değişmesiyle
vahiyden uzak kalmış, uzak bırakılmış
kimselerdir. Eğer kendilerine vahiy ulaşırsa, davetçiler
kendilerini Allah'ın dinine davet ederlerse daveti kabul ederler,
omuzlarında taşımaya başlarlar. Bunlar müstekbirler
tarafından olmadık işkencelere uğratılırlar.
Davalarından vazgeçmeleri için ne kadar baskı
yapılırsa yapılsın tekrar küfre dönmezler. Rasullere
ilk inananlar bunlardır. Hz. Adem(a.s.)den bu yana peygamberler
tarihi boyunca davanın ilk çilekeşleri durumundadırlar. Müstekbirlerin
daveti kabul etmemelerinin bir bahanesi de rasullere ilk olarak inananların
müstaz'aflar olmasıdır. Müstekbirler bu inananlarla devamlı
alay ederler, onları çok küçük görürler. Rasullere de,
müstaz'afları etrafından kovduğu takdirde
inanacaklarını söylerler. Rasuller bunu yapmayınca,
davayı ilk kabul edenler güçsüz kimselerden olduğu için,
davayı haksız bulurlar. Zira bunlar müstaz'aflarla bir arada
bulunmayı kibirlerine yedirmemektedirler.

"Kavminden küfreden ileri gelenler (Nuh'a)
dedi(ler) ki: Biz seni bizim gibi bir insandan başka bir şey (olduğunu)
görmüyoruz. İlk bakışta bizden sana aşağı
tabakanın dışında kimsenin uyduğunu da görüyoruz.
Ve biz sizi bizden üstün de görmüyoruz. Biz sizi ancak (olsa olsa)
yalancılardan sanıyoruz" (Hud, I1/27).

"Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler,
iman eden istiz'af olunanlara (müstazaflara, zayıf düşürülenlere)
"Siz gerçekten Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini
biliyor musunuz?"dediler. Onlarda "Biz, doğrusu onunla ne gönderildiyse
ona iman edenleriz" dediler" (el-A'raf, 7/75).

Yukarıdaki ayetlerden Nuh (a.s.) ile, Salih (a.s.)'a
inananların kavimlerinin mustaz'af kesimleri olduğunu
anlıyoruz. Her peygambere inananların çoğunu müstaz'aflar
oluşturduğu gibi, en son Rasul Hz. Muhammed (s.a.s)'e ilk iman
edenler de Müstaz'af kesimdir. Bunu şu olaylardan bariz bir
şekilde anlıyoruz:

Bizans İmparatoru Herakleios Mekke'de bir
peygamberin zuhur ettiğini duymuştu. Şam'da olduğu bir
sırada bu yeni peygamber hakkında bilgi edinmek istemişti.
O sırada Şam'da bulunan Mekkeli tüccarları yanına çağırmıştı.
Herakleios'un sorularına Rasulullah (s.a.s)'e akrabalık
bakımından daha yakın olan Ebu Sufyan cevap veriyordu.
Herakleios:

"Ona tâbi olanlar, ileri gelen zümre mi, yoksa
fakir ve zayıf insanlar mıdır?" diye sorunca Ebu
Sufyan; "Hayır, zayıf kesimden insanlardır"
cevabını vermiş, bunun üzerine Herakleios: "Zaten
peygamberlerin tabileri de bu zayıf halk kesimidir"
demiştir (Sahih Buhari Muhtasarı-Tecridi Sarih Tercemesi, I, 22,
Had. No: 7).

İşte tüm peygamberlere iman eden bu
müstaz'aflara Allahü Teâla, Kur'ân-ı Kerim'de onları yeryüzüne
mirasçı kılacağını va'dediyor.

"Firavun, o yerde (yeryüzünde) ululandı ve
halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi
Müstaz'aflaştırıyor (zayıf düşürüyor), oğullarını
boğazlıyor, kadınlarını sağ
bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi. Biz ise istiyoruz
ki yeryüzünde müstaz'aflara lütfedelim, onları (yeryüzünde)
önderler ve mirasçılar kılalım " (el-Kasas, 28/5).

"İstiz'af edilmekte olan o kavmi içini
bereketlerle donattığımız yerin doğularına
ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin
İsrailoğulları üzerindeki güzel kelimesi sabretmelerinden
dolayı tam yerine geldi. Fir'avn'ın ve kavminin yapageldikleri
ve yükseltmekte olduklarını da yıktık"
(el-A'raf, 7/137).

"O zamanı hatırlayın ki, siz yeryüzünde
azınlık ve müstaz'aflardınız. İnsanların
sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da Allah (c.c.) sizi
barındırdı, yardımıyla kuvvetlendirdi. Sizi en
temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdı. Ta ki
şükredesiniz" (el-Enfâl: 8/26).

Bir kısım müstaz'aflar da vardır ki
bunlar müstekbirlerin yaptıklarına ses çıkarmazlar.
Kendilerine yapılan zulme karşı çıkmayıp boyun
eğerler. İster kendilerine karşı isterse
başkalarına karşı yapılan
haksızlıklara, kötülüklere, çirkin hareketlere, Allah'a
dayanmama, dünyevi çıkarlar ve bir takım zaaflar yüzünden
razı olurlar. Bunlar ya "bana dokunmayan yılan bin
yaşasın" düşüncesini taşımaktadırlar
veya zulüm yapanlar kendilerinden güçlü olmadıkları halde,
onların güçlülüğü vehmine kapılırlar.
Kur'an-ı Kerim bu tür müstaz'aflar için cehennem azabının
olduğunu bildirmiştir.

"İnkâr edenler; "Bu Kur'an'a ve bundan
öncekilere inanmayacağız" dediler. Sen bu zulümleri
Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman suçu birbirlerine
atıp dururken bir görsen. Müstaz'aflar, müslekbirlere;

"Siz olmasaydınız biz inanmış
olacaktık derler. Müstekbirler, müstaz'aflara; "size hidayet
geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır, siz zaten suçlu
kimselerdiniz" dediler. Müstaz'aflar da müstekbirlere; "Hayır
gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na eşler
koşmamızı emrediyordunuz" derler. Azabı gördüklerinde,
ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin boyunlarına demir
halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi
cezasını çekerler?" (es-Sebe: 34/31-33).

Bu ayetlerin tefsiri ile ilgili bu iki zümre arasında
ahirette şöyle bir konuşma ve muhasebe geçecektir:
"Liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına körü
körüne tabi olan ve onlara karşı hiç bir nasihatçıyı
dinlemeye hazır olmayan sıradan insanlar. Bu insanlar gerçeği
apaçık gördüklerinde ve dini liderlerinin nasıl her şeyi
ters gösterdiklerini, liderlerine uydukları için nasıl bir
akıbete sürüklendiklerini farkettiklerinde bu önderlerine dönecek
ve şöyle diyeceklerdir: "Ey zâlim insanlar, bizi siz saptırdınız.
Bizim düştüğümüz bütün belaların sorumlusu sizsiniz.
Eğer siz bizi saptırmasaydınız biz Allah'ın elçilerini
dinler ve onların söylediklerine inanırdık." Onlar (müstekbirler)
da derler ki: "Biz bir kaç kişi sizin gibi yüzlerce, binlerce
insanı bize tabi olmaya zorlayacak bir güce sahip değildik.
Eğer siz inanmak isteseydiniz, bizi liderlik, güç, yetki ve
yönetimden alakoyardınız. Eğer sizin hediyeleriniz,
vergileriniz ve hibe ettiğiniz şeyler olmasa biz fakir olurduk.
Eğer siz bize bağlılık göstermeseydiniz, biz bir gün
bile ulu ve aziz olarak kalmazdık. Siz bizi önder kabul edip
yüceltmeseydiniz, bizi kimse tanımazdı bile. Siz bizim ordumuz
olmasaydınız, biz bir tek ferdi bile yönetemezdik. Şimdi
neden bize Peygamber'in gösterdiği yola kendinizin tabi olmak
istemediğinizi kabul etmiyorsunuz? Siz haranı ve helaldan
gafildiniz ve hayatın sadece bizim sağlayabileceğimiz sükselerinin
esiriydiniz. Size her tür suç ve günahı işleme ehliyeti
verebilecek ve vereceğiniz hediyeler
karşılığında sizi Allah'a
bağışlatma sorumluluğunu üzerine alacak rehberler arıyordunuz.
Her tür şirki icad ederek, dinde bir çok yenilikler çıkararak
ve sizin bütün arzularınızı gerçeğin kendisi diye
sunarak sizi hoşnut eden dini liderleri dinlemek istiyordunuz.
Allah'ın dinini sizin arzularınıza uydurmak için değiştirecek
sahtekârlara ihtiyacınız vardı. Ahirette ne olursa olsun
siz bu dünyada zengin kılacak önderlere uymak istiyordunuz.
Hakimiyetleri altında her tür günah ve ahlâksızlığı
işleme özgürlüğüne sahip olacağınız ahlâksız
ve şerefsiz yöneticileri istiyordunuz. Bu nedenle bu alış
verişte siz ve biz eşit ortaklarız. Şimdi tamamen
masum olduğunuzu ve siz istemeden bizim sizi
saptırdığımızı söyleyerek hiç kimseyi kandıramazsınız"
(Ebu'l-A'la el-Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an Tercümesi, 1 V, 472).

"Melekler kendi nefislerinin zalimleri olarak
canlarını alacağı kimselere derler ki: "Ne halde
idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde müstaz'aflar (zayıf
bırakılmış kimseler) idik" dediler. Allah'ın
arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!"
İşle onlar barınakları Cehennem olanlardır. O ne
kötü bir dönüş yeridir" (en-Nisa, 4/97).

Görüldüğü gibi Allah'a kul olmamağa,
zulme karşı gelmemeğe, Allah yolunda çalışmamağa
bahane olarak ileri sürülen "müstaz'aflık", kendi
kendine zulmeden insanları Cehenneme girmekten kurtaramıyor.
İnsanları azaptan ancak Allah'a ibadet, Allah yolunda mücadele
kurtarır. Çünkü zulme rıza gösteren müstaz'aflar ise ayet-i
kerimede belirtildiği gibi müstekbirlerle beraber cehennemliklerdir.

Üçüncü bir kısım müstaz'aflar da vardır
ki bunlar çok güçsüzdürler. Zulme karşı çıkmaya gerçekten
güç yetiremezler. Aralarında belki onlara vahiy de
ulaşmamış güçten, takattan kesilmiş ihtiyarlar,
zalimlerle savaşmaya güç yetiremeyen kadınlar vardır.
Yine bunların içerisinde bedence, akılca ve ruhça sakatlar
vardır. Bunlar malca fakirdirler. Zâlimler, müstekbirler bu
insanları ezerek, sömürerek bu duruma getirmişlerdir. Bu müstaz'afları
Allahu Teâla'nın affetmesi umulur. Mü'minlerin ise zulme uğrayan,
sömürülen, ezilen bu müsta'zaflar uğrunda savaşması
gerekir. Çünkü mü'min nerede bir zulüm varsa onun karşısındadır.

"Ancak, erkeklerden, kadınlardan ve
çocuklardan bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır. Bunlar
Allah'ın kendilerini affetmesi umulanlardır. Doğrusu Allah
affedendir, bağışlayandır" (en-Nisa, 4/98-99).

"Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve
"Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan Şu memleketten çıkar
ve bize katından bir velî kul, katından bize bir
yardımcı kıl!"diye dua eden müstaz'af erkekler, kadınlar
ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (en-Nisa:
4/75).

Zamanımızda anlattığımız
bu üç tür müstaz'af da vardır. Asrımız, müstazafların
uyandığı, zulme başkaldırdığı bir
çağdır. Eğer bu müstaz'aflar Allah yolunda gerçekten
mücadele ederlerse Allah onları yeryüzüne önderler yapacaktır.
Çünkü Allah bunu yüce kitabında va'detmiştir.

Muammer ERTAN


Konular