Şamil | Kategoriler | Konular

Musadere

MUSÂDERE

Yasak edilen bir şeyin kanun gereği elden
alınması, resmen zaptedilmesi; zulüm ve cebir. Sudûr
kökünden "mufâale" vezninde bir mastar. Çoğulu musâderât'tır.
Devlet görevlilerinin hediye adı altında aldıkları
şeylere veya kaçak silâhlara yetkili makamlarca el konulması
gibi.

Musâdere terimi tarihte, bazı devlet büyüklerinin
veya ülke zenginlerinin ecelleriyle ölmeleri veya suçlu bulunup idam
edilmeleri sonucunda geride bıraktıkları mallarına,
kimi zaman da sağlıklarında mevcut servetlerine devlet
tarafından el konulması anlamında
kullanılmıştır. Musadere usûlü zaman zaman kötüye
kullanılan, zulüm ve işkence aracı yapılan, hatta
devletin malî kriz geçirdiği dönemlerde başvurulan bir gelir
yolu gibi tarihe geçmiştir. Bu yüzden önce İslâmî açıdan
musadere yöntemi üzerinde durmak gerekir.

İslâm'da meşrû yoldan kazanılan
servetler koruma altına alınmıştır. Hattâ Ashab-ı
Kiram ilk İslâm'a girişlerinde, daha önce müşriklik döneminde
kazandıkları servetlerini de muhafaza etmişlerdir. Hz.
Peygamber; "Müslümanın müslümana kanı, malı ve
ırzı haramdır" (Müslim, Birr, 32; Ahmed b. Hanbel,
III, 491) buyurmuştur. İslâm toplumunun adaletli olarak
uygulanan zekât, öşür, harac, cizye vb. vergi ve ibadet
yükümlülüklerini yerine getirmesine karşılık, devlet de
onun malını korumak ve zulümden kaçırmak zorundadır.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir zekât memuruna yaptığı
şu muâmele meşrû musaderenin ölçüsünü belirlemektedir.
Rasulullah (s.a.s), Ezd kabilesinden İbnü'l-İstebiyye adlı
bir adamı zekât memuru olarak görevlendirmişti. Memur, görevini
yapıp dönünce, malları bir yana koyarak, Hz. Peygamber'e;
"Bunlar size ait, şunlar da bana hediye olarak verildi"
dedi. Bunun üzerine Allah'ın elçisi, ayağa kalktı ve
Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu: "Ben sizden
birinizi, Allah'ın bana verdiği yetki ile bir işe görevlendiriyorum.
Dönünce; "Bu sizindir, şu da bana hediye
verilmiştir" diyor. Bu adam doğru olsaydı, ana
babasının evinde oturmakta kendisine hediye verilip
verilmeyeceğini görmeli değil miydi? Allah'a yemin ederim ki,
sizden kim haksız yere bir şey alırsa kıyamet günü
haksız olarak aldığı şeyi yüklenerek gelecektir.
Kıyamet günü Allah'ın huzurunda birinizin bağıran
bir deveyi, böğüren bir ineği veya meleyen bir koyunu yüklenerek
geldiğini sakın görmeyeyim ". Sonra koltuk altlarının
beyazlığı görülecek kadar ellerini kaldırdı ve
şöyle buyurdu; "Allahım tebliğ ettim mi? Bunu üç
defa tekrar etti" (Buhârî, Hibe, 17).

Hz. Ömer devrinde çeşitli musadere
uygulamaları görülür. Bunlardan birisi Ebû Hureyre ile ilgilidir.
Halîfe Hz. Ömer (r.a) Ebû Hureyre'yi Bahreyn bölgesine devlet adına
hizmet yapmak üzere göndermiş, bazı şüpheler üzerine
daha sonra kendisini azletmiş ve Ebû Hureyre'den on iki bin dirhemi
musadere edip almıştır.

Ebû Hureyre olayı şöyle anlatır:
"Ömer beni Bahreyn'e görevlendirdi, daha sonra azletti. On iki bin
dirhemi de bana ödetti. Bütün bunlardan sonra beni yeniden göreve çağırdı,
ama ben kabul etmedim, Ömer, niçin kabul etmiyorsun? Senden daha hayırlı
olan Hz. Yusuf bile kendiliğinden göreve lyin edilmesini istemiştir"
dediğinde, ben; "Yûsuf (a.s) Peygamber oğludur, dedesi de,
onun babası da peygamberdir. Ben Ümeyye'nin oğluyum, bilmeden
bir şey söylerim korkusu içindeyim. Yine bilmeden bir fetva verecek
olursam, dayak yemekten korkarım, şerefim lekelenir, elimden
malım da alınır" dedim" (İbn Âbidîn,
Reddü'l-Muhtâr, Terc. Mehmet Savaş, İstanbul 1985, XII, 36).

Ancak burada Ebû Hureyre'nin doğrudan rüşvete
tevessül ettiği söylenemez. Akla bile getirilemez. Çalışan
kişilerin alacağı hediyeleri Ebû Hureyre "câiz"
sanmıştır. Hz. Ömer ise, tüm devlet memurlarının
görevleriyle ilgili olarak alacakları hediyelerin "rüşvet"
sayılacağı görüşünde idi. Bu yüzden Ebû
Hureyre'nin bir kısım malını musadere etmiştir.

Hz. Ömer'in bu uygulamasına dayanarak İslâm
fakihleri "Devlet memurlarının kısa zamanda sebebi
bilinmeden artan malına yetkililer el koyabilir"
demişlerdir. Ancak bu el koyma; malların sahipleri bilinir,
onlara iade etmek veya beytülmâle koymak amacıyla olursa caizdir. Yöneticiler
musadereyi kendi israf, lüks ve debdebelerine harcamak veya kişisel
servetlerine katmak için yaparlarsa bu caiz değildir. Bir de
musadere edilecek malın, haksız olarak ve devletin koyduğu
yasaklar çiğnenerek edinilmiş olması da şarttır
(bk. İbn Âbidîn, a.g.e., XII, 34 vd.). Ömer b. Abdilaziz'in,
hilâfet makamına geçince, daha önce haksızlıkla ve zorla
alınan bir takım beytülmal mallarını sahiplerini
tespit ettirerek geri verdiği bilinmektedir. İkinci Ömer'in,
devlet memurlarının aldığı hediyelerle ilgili
şu sözü meşhurdur: "Rasûlüllah (s.a.s) devrinde
"hediye" adını alan şey, günümüzde "rüşvet"
niteliğine bürünmüştür" (Buhârî, Hibe, 17; İbn
Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, IX, 202-203; Ahmed Ağırakça,
Ömer b. Abdilaziz, İstanbul 1984 s. 153).

Abbasilerin çöküş devrelerinde, el-Müktedir ve
el-Mutevekkil gibi bazı halifeler tarafından uygulanan müsadere
usûlü ile devlet zararına zenginleşmiş olan nâzır
ve diğer memurlardan kendileri ve beytülmal için para temin edilmiştir
(Taberî, Tarihu'l-Umem, III,1374). Bu para cezası kimi zaman
işkence ile birlikte uygulanır ve toplum böyle bir davranışı
yadırgamazdı. Bu şekilde görevinden uzaklaştırıları
bazı devlet memurlarına yeniden görev verilmesi bunu gösterir.
Meselâ; Gazneli Mes'ud devrinde, Yınal-Tiğin olayında büyük
bir para cezasıyla görevinden uzaklaştırılan bu
hazinedar sonraları vali olarak Hindistan'a gönderilmiştir.
Buna benzer şeylerin günlük olaylardan olduğu
anlaşılmaktadır. Hatta IIIlIX. yüzyılda "Divânü'l-musâderât"
adıyla bir kamu kuruluşu teşkil edilmiş ve
başına diğer divanlarda olduğu gibi bir nâzır
getirilmişti (Gardizî, Zeynü'l-Ahbâr, nşr Nazim, s. 97).

Osmanlı İmparatorluğunda musadere
uygulaması Fatih Sultan Mehmed zamanında
başlamıştır. Malları ilk musadere olunan vezir-i
Âzam Çandarlı Halil paşa ile Yakup ve Mehmet
paşalardır. Daha sonraları musadere usûlü sırf
parasına tamamen değerli devlet adamlarının ve dürüst
kişilerin de yok edilmesine sebep olmuş ve bir zulüm aracı
haline gelmiştir.

Sultan II. Mustafa da, savaş
harcamalarını karşılamak üzere zenginlerin mallarını
musaderede bir sakınca görmemiştir. Merkezi yönetimin bu
uygulaması, taşra teşkilâtına, beylerbeyi ve
mirlivalara cesaret vermiş, onlar tarafından da kendi
eyaletlerindeki zenginlerin malına konmak için birçok adamlar
öldürülmüştür.

Musadere, gayr-i müslim ülkelerde de, uygulanmış;
bazı suçluların para ve mallarına el konulmuştur
şeklinde ortaya çıkan musadere cezası eski Yunan'da,
Roma'da ve Orta Çağ Avrupasında, çeşitli sebep ve
şekillerde tek başına veya başka bir ceza ile birlikte
ortaya çıkmıştır. Meselâ; Fransa'da kral Philippe'le
Bel dinsizlik ve ahlâksızlık ile suçlandırdığı
Templierleri, büyük servetlerine tamah ederek imha etmiş ve
musadere uygulamıştır. Yine XIV. yüzyılda mâliye
bakanı, N. Fouquet'yi mahkeme ettirerek, mallarını musâdere
ettirmiş idi. Fransız ihtilâlinde bazan ilga edilen ve bazan
iade edilen ve sık sık rastlanan bu ceza 1810 yılında
çıkarılan bir kanunla, yalnız devletin güvenliğini
ihlâl ve kalpazanlık suçlarının cezası haline
getirilmiş, restoration devrinde, ilk iş olarak musadere ortadan
kaldırılmıştır (1814).

Osmanlı devrinde önceleri, devlet malını
zimmete geçirenler ve asiler hakkında uygulanan musadere
cezası, sonraları, beytülmal'in para darlığına
karşı mâli bir önlem haline getirilmek suretiyle kötüye
kullanılmıştır. Temelde İslâm fakihleri,
beytülmal'den gayri meşru şekilde iktisap edilmiş bir
servetin, askere ve sefere tahsis edilmek üzere musaderesine fetva vermişlerdir
(İbn Âbidîn, a.g.e., XII, 34 vd.; Feyzullah Efendinin fetvası
için bk. Sahaflar Şeyhizâde Es'ad Efendi, Üss-i Zafer,
İstanbul 1241, s. 126). Ancak bu uygulama daha ilk zamanlarından
itibaren kötüye kullanılmaya başlanmıştır.
Meselâ; Musa Çelebi'nin Rumeli beylerinden bazılarını
öldürüp, mallarını aldığı, hatta zengin bey ve
paşalardan birini görünce "filori kokar" diyerek talepte
bulunduğu bilinmektedir (Neşri Cihannümâ, Ankara 1957, II,
481). Bedreddin Simavî'ye bağlı olan Börklüce Mustafa'nın
Karaburun'daki isyanı Bayezid paşa tarafından
bastırıldıktan sonra, o vilâyetin tımar olarak askere
dağıtılmasına karar verildiği görülür (Hoca
Sâdeddin Efendi, Tâcu't-Tevârîh, İstanbul 1279, I, 298). Bu çeşit
muamelelerde ulemânın görüşüne başvurulduğuna,
örnek olmak üzere, Mevlânâ Haydar Herevî'den "Bedreddin'in katli
helâl, malı haramdır" şeklinde bir fetva
alındığını örnek gösterilebilir (Neşrî,
a.g.e., II, 546).

Musadere, zulüm ve irtikabından şüphe
edilen veya serveti ile dikkati çeken devlet büyükleri hakkında
uygulanırken, sonraları böyle bir töhmet söz konusu olmaksızın
eceli ile veya idam yoluyla ölenler hakkında da kullanılmaya
başlandı. Musadereye maruz kalan memur önce teftiş edilir,
paraların yerini söyletmek için bazan hapis ve zorlama gibi yollara
başvurulurdu. El konulan para veya malların bedeli beytülmale
intikal ettirilir; böylece mirasçılar bu servetten mahrum
bırakılırdı.

944/1586'da defterdar Burhaneddin Efendi, birden zengin
olduğu için, Çavuşbaşı Hızır
Ağa'nın teftişi ile, 25 yük akçelik bir musadereye uğramış,
995/1587'de vefat eden Kapudânıderya Kılıç Ali Paşa'nın
büyük serveti, Defterdar İbrahim Efendi'nin yazımı ile,
hazineye alınmış idi. Bu musaderede satışı
uzun süren eşyanın bedeli savaş harcamalarına tahsis
olunduğu gibi, beşyüzbin altın nakdi de hazineye mâl
edilmiştir (J. V.Hammer, VII, 249; M. Cavid Baysun,
"Musadere" maddesi, İA).

Sonunda bütün bu musadere uygulamalarının
toplum üzerinde uyandırdığı olumsuz etkiler dikkate
alınarak, batı dünyasını iyi tanıyan ve o
sırada hariciye nezaretini idare etmekte olan Mustafa Reşid
Paşa 1838'de Bâbıâli'de vekillerle görüştükten sonra
önemli bir teşebbüse girişti. Önce vergi adaletini sağladı.
Rüşvet, angarya ve musaderenin kaldırılmasını içeren
önemli bir takım esaslar belirledi. Örnek ve tecrübe olarak Bursa
ve Gelibolu'da emlâkler tahrire (yazım) bağlandı. Böyle
bir islahat projesinden hoşnut kalmayan II. Mahmud, rivayete göre,
dahiliye nazırı Âkif Paşa'nın teşviki ile,
teşebbüsü durdurup, Reşid Paşa'yı Londra elçiliğine
gönderdi. Reşid Paşa, II. Mahmud'u istihlâf ederek, tahta çıkan
Abdülmecid'in geniş ölçüde güvenirliğini kazanarak reform
konusunda, onu ikna etmeyi başarmış ve bu sayede tanzimat
fermanını kaleme alıp; mal, can, ırz ve nâmus
güvenirliğinin tesis edildiğini ilân etmiştir
(Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri, İstanbul 1939, 43; C.
Baysun Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat, İstanbul 1940, I,
723-756).

Şâmil İA


Konular