Şamil | Kategoriler | Konular

Mürselat suresi

MÜRSELÂT SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerim'in yetmiş yedinci sûresi.
Yüz seksen bir kelime, sekiz yüz on altı harften ibarettir.
Fasılası elif, be, te, ra, ayn, lam, mim ve nun harfleridir.
Mekkî sûrelerden olup, Hümeze sûresinden sonra nazil olmuştur.
Adını birinci âyetinde geçen

"birbiri ardından gönderilen rüzgârların"
kastedildiği "Mürselât" kelimesinden almıştır.
Sûre, "Urf" adıyla da anılmaktadır. Mina'da
nazil oldu. Abdullah İbn Mes'ud (r.a.)'dan nakledilen bir hadiste
şöyle denilmektedir: "Biz Mina'da bir mağarada Rasûlüllah
(s.a.s.) ile bulunduğumuz bir sırada "Mürselât"
sûresi indirildi. O okuyor, ben de onun ağzından belliyordum"
(Buhârî, Tefsîru'l-Kur'an, 77).

Ahireti, yani ölüm sonrası diriliş konusunu
işleyen sûrede, kıyamet ve âhiretin varlığı
anlatılmaktadır. Kıyamet ve ahiretin gerçeklerini ikrar ya
da inkâr eden kimselerin sonları hakkında bilgi verilmektedir.
İlk yedi ayette; "Yemin olsun, iyilik için birbiri peşinden
gönderilenlere. Şiddetle eserek (zararlıları) savurup
atanlara (Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara (Hak ile
bâtılı) birbirinden iyice ayıranlara (Allah'a yönelenleri)
arıtmak, (kötüleri) sakındırmak için öğüt telkin
edenlere ki, size vadolunan şey muhakkak gerçekleşecek"
(1-7) buyurulmaktadır.

"Birbiri ardınca gönderilenler"den
maksat, rüzgârdır. "Şiddetle esip koştukça koşanlara"
ve "yaydıkça yayanlar"dan maksat da müfessirlerin görüşüne
göre, yine rüzgârdır. Çünkü rüzgârlar gökyüzünde bulutları
Aziz ve Celil olan Rabb'in isteği doğrultusunda
yaymaktadırlar.

"Böylece ayırdıkça ayıranlara,
zikri getirenlere; mazeret ve uyarı için" Bunlarla kasdolunan
meleklerdir. İbn Abbas, İbn Mes'ûd, Mücâhid, Katâde, Mesrûk,
Süddî ve Sevrî bu kanaati belirtmişlerdir. Bu manada ihtilâf
yoktur. Çünkü melekler, Hak ile batılın, hidayet ile
sapıklığın, helâl ile haramın arasını
ayıran Allah'ın emrini, peygamberlere indirirler. Peygamberlere
getirdikleri vahiyde, halkın mazeretini ortadan kaldıracak ve
emre muhalefet ettikleri takdirde onları Allah'ın azabıyla
uyaracak hususlar yer almaktadır. İnsanların ahirette
Allah'a karşı kendilerini savunmak hususunda ortaya sürecekleri
bir delilleri ve mazeretleri kalmasın diye onlara tebliğ edilmek
tizere peygamberlere vahiy getirilir. Sûrenin başından beri
kasem harfleriyle yemin edilen gerçek; kıyametin kopması, Sûr'un
üflenmesi, bedenlerin diriltilmesi, öncekilerin ve sonrakilerin bir
yerde toplanması, her amel sahibinin ameli; hayır ise
hayırla, şer ise şerle mükâfatlandırılması
hususunda va'dedilenlerin hepsi muhakkak ve mutlaka Rabb'in dilemesiyle
gerçekleşecektir. "Size va'dedilen mutlaka olacaktır".

Allah Teâlâ, müşriklerin yalanlamakta
oldukları ölüm sonrası dirilişin mutlaka
vukubulacağına yemin etmektedir. İlk yedi ayette kasem
harfleriyle yemin edilmesi, Kur'an ve Hz. Muhammed(s.a.s.)'e kıyamet
hakkında verilen bilginin gerçek olduğuna, bunun
yanısıra kıyametin muhakkak vukubulacağına dikkat
çekmek içindir. Kıyametin gerçekleşmesinin delili, yeryüzünde
hayret verici bir nizam kuran Kadir-i Mutlak(c.c.)'ın bundan aciz
olmadığıdır. Apaçık hikmete dayanan bu nizam,
ahiretin muhakkak gerçekleşeceğine şehadet etmektedir.
Çünkü hikmet sahibi olan Allah, hiç bir şeyi maksatsız ve
abes yere yaratmaz. Eğer ahiret olmasaydı bütün kâinat anlamsız
olurdu.

Bu ayetlerden sonraki ilk konu, "hüküm
günü"yle ilgilidir. Yerde ve gökte cereyan edecek korkunç değişiklikleri
aksettirmektedir. O gün, Allah Teâlâ'nın insanlarla
hesaplaştığı gün olacaktır:

"Yıldızların
ışığı söndürüldüğü, gök kubbe yarıldığı,
dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlere (ümmetleri
hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği zaman (artık)
kıyamet kopmuştur" (8-11).

Yıldızların kararması,
nurlarının sönmesi; semanın çatlaması, ikiye bölünmesi;
dağların dağılması da, pamuk gibi
atılması demektir. Sevrî, Mansûr kanalıyla İbrâhim'den
nakleder ki; o, "ukkıdet" kelimesine; va'd edildiği
zaman, diye manâ vermiştir. Ve o bu âyeti şu âyet gibi tefsir
etmektedir: "Yer, Rabb'ının nuruyla aydınlandı,
kitâb konuldu, peygamberler ve şahitler getirildi. Onlara
haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu"
(ez-Zümer, 39/69). Kur'ân-ı Kerim'de pek çok yerde, Allah'ın
haşr meydanında bütün insanları kendi huzurunda
toplayıp her kavmi peygamberini şahit olarak çağıracağı
ve Allah'ın mesajının insanlara ulaşıp
ulaşmadığına şehadet getireceği beyan
edilmiştir. Sapık ve suçlu olanların
karşısında Allah, ilk olarak peygamberleri şahit gösterecek
ve en büyük hücceti bu olacaktır. Böylece sapıklığa
düşmelerinin nedeninin kendileri olduğu açığa çıkacaktır.
Allah'ın onlara bunu haber verdiği de ispatlanacaktır.

Nihayetinde kıyamet günü ile alay eden kâfirler,
o korkunç olayla karşılaştıklarında dehşete
kapılacaklardır. O zaman kâfirler sonlarını, felâketlerini
kendi elleriyle hazırlamış olduklarını
bileceklerdir: "Bu alametler ne vakte ertelenmiştir?
Ayırım (hüküm) gününe. (Rasûlüm) Ayırım gününün
ne olduğunu sen nereden bileceksin? O gün (Peygamberi ve âhireti )
yalanlayanların vay haline!" (12-15).

Hüküm günü, iyilerle kötülerin birbirinden ayrı
tutulduğu, hakların ödendiği ve herkes hakkında neye
lâyık ise ona göre hüküm verildiği gündür: "O gün (peygamberi
ve ahireti) yalanlayanların vay haline!" Yani onlar (müşrikler)
bu günün geleceği haberini yalan zannetmişler ve Allah'ın,
dünyada yaptıklarını karşılıksız
bırakacağını, hesap vermeyeceklerini düşünmüşlerdi.

Hüküm gününün, korku veren halinin tasvirinden
sonra geçmişlerin ve geleceklerin helâki mevzûuna dönülmektedir:
"Biz (bunlar gibi inkârcı olan) öncekileri helâk etmedik mi?
Onlardan sonra gelenleri de onların ardına takacağız.
İşte biz suçlulara böyle yaparız! O gün, yalanlayanlara
çok yazık! " (16-19).

Yani daha önceden gelen peygamberlere muhalefet edip
yalanlayanları biz helâk etmedik mi? Bu, âhiret hakkındaki
tarihi istidlaldir. Yani bu dünyada kendi tarihinize bakınız.
Ahireti inkâr ederek bu dünyayı asıl hayat zanneden ve bu dünyadaki
neticeleri, hayr ve şerri ölçü kabul ederek ahlâkî değerleri
ona bağlayan bütün kavimlerin istisnasız hepsi de helâk olmuşlardır.
Bir gerçek olan ahireti hesaba katmadan davrananlar, hüsrana uğrarlar.
Nasıl açık açık gerçeği hesap etmeden, gözü kapalı
davranıp da zarara uğrayan kimsenin durumu buna benzer.

"Onlardan sonra gelenleri de onların
ardına takacağız". Bu Allah Teâla'nın sünnetidir.
Ahireti inkâr edenler, helake uğrayan geçmiş ümmetlerde olduğu
gibi, sonunda aynı felâkete uğramalarının kaçınılmaz
olduğunu göreceklerdir. Bundan önce, hiçbir kavim bu sondan
müstesna olmamış, ileride de olmayacaktır: "Yalanlayanların
vay haline o gün! ". Onların dünyadaki sonu, onlara dünyada
verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket kıyametten
sonra olacaktır.

Helâk ve yok ediş sahnesinden sonra, bir takdir
ve tedbir halinde, büyük ve küçük herkesin yaratılış
ve hayat bulma mevzûuna geçilmektedir: "(Ey insanlar!) Biz sizi
hakir bir sudan yaratmadık mı? Nitekim o suyu, belli bir süreye
kadar sağlam bir yere yerleştirdik. Biz buna güç yetiştirmişizdir.
Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz! O gün, yalanlayanların vay
haline.'" (20-24).

Biz sizi hakir bir nutfeden başlatarak, insan
olarak yetişmenizi sağlamaya kadir iken, sizi tekrar yaratma
hususunda niye kadir olmayalım? Bu apaçık delil mevcût iken,
ölümden sonra dirilişi inkâr etmektedirler. Bunlar ne kadar alay
ederlerse etsinler, yalanlarlarsa yalanlasınlar, o gün geldiğinde
bunun onlar için felâket günü olacağını göreceklerdir.

Bundan sonra mevzû tekrar yeryüzüne intikal etmekte,
burada Allah'ın beşer için takdir ettiği ve
kolaylıkla hayatını devam ettirme imkânları
hazırladığını şu şekilde beyan
buyurmaktadır: "Biz yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma
yeri yapmadık mı? Yeryüzünde haşmetli dağlar
yarattık, sizlere tatlı sular içirdik. O gün yalanlayanların
vay haline!" (25-28).

Yeryüzünün sarsılıp oynamaması için,
ağırlıklarıyla tutan dağlar ve bulutlardan süzülüp
gelen ve yeryüzündeki kaynaklardan coşup akan tatlı sular
yaratmadık mı? Yalanlayanlara tehdit vaadi vardır. Vay
haline o gün yalanlamış olanların!

Bu âyetlerin ardından, hesap ve ceza günü anlatılıp
öldükten sonra dirilmeyi, cezayı, cenneti ve cehennemi yalanlayan kâfirlere
hitap edilerek, kıyamet günü onlara şöyle denileceği
bildiriliyor: "İnkârcılara o gün şöyle denir:
Yalanladığınız, şeye varın gidin. Üç kollu
gölgeye gidin. Gölge yapmaz ve alevden de korumaz. O her biri bir saray
gibi kıvılcım atar. Ve her biri sanki birer sarı erkek
devedir. Vay haline o gün, yalanlamış olanların!"
(29-34).

Cehennem'den, Cehennem ateşinin alevinden ve
yakıcı azabından, dehşetli azametinden bahsedilir ve
aleve mukabil olan dumanın gölgesinin ne gerçek gölgelik yapar, ne
de kişiyi alevin kucağından koruyacağı
anlatılır; sonra kıvılcımların çok büyük
(saray gibi) olduğundan misal verilir. Hisler bu korkuya
kapılıp dururken âyeti kerime; "Vay haline, o günü
yalanlayanların" şeklindeki tehditle onları ürpertir.

Cehennem'in o korkutucu maddi görünüşünün
beyanından sonra korkudan dilleri tutulmuş, sükût içinde
bekleyenlerin halleri de şöyle tasvir edilir: "O, (kâfirlerin)
konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin bile verilmez ki
(sözde) mazeretlerini beyan etsinler. O gün yalanlayanlara çok yazık!"
(35-37).

Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi,
özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Bilâkis,
aleyhlerinde çok deliller vardır ve zulmetlerinden dolayı,
haklarında azab sözü gerçekleşmiştir. Artık
konuşamazlar.

Allah Teâlâ bazan bir halden, bazan diğer halden
haber vermektedir. Ki bu, o günün şiddetini,
sarsıntısını gösterir. Bu sebeple sözün her
bölümünün sonunda, "Vay haline o gün, yalanlayanların"
buyurulmaktadır.

Ardından, günün hüküm günü olduğu,
özür beyan etme günü olmadığı zikredilir: "Bu
sizleri ve öncekileri topladığımız hüküm
günüdür. Eğer bana karşı bir düzeniniz varsa; onu hemen
kurun. Yalanlayanların vay haline o gün" (38-40).

Suçluları tehditten sonra hitap bir ikram müjdesi
vermek için müttakîlere yönelmektedir: "Muhakkak ki müttakiler
gölgeliklerde ve pınar başlarındadırlar.
Canlarının istediği meyveler arasındadırlar.
İşlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için.
Şüphesiz ki biz böyle mükâfatlandırırız, iyilik
edenleri. Vay haline o gün yalanlamış olanların"
(41-45).

Allah Teâlâ, farzları eda edip haramları
terkederek kendisine ibadet eden müttaki kullardan bahisle, onların
kıyamet günü cennetlerde olacağını bildiriyor.
Muttakilerin altında bulunacakları gölgelikler, küfredenlerin
inkârlarına rağmen gerçektir. Onlar için orada istedikleri
her şey vardır.

Sûrenin devamında, dünya hayatını
ilgilendiren ve gözlerimizi yeniden ve ani olarak bu hayata yönelten bir
sahne sunulmaktadır. Mücrimleri küçük düşüren ve helakı
haber veren durum; "Yeyin ve biraz zevklenin bakalım,
doğrusu sizler suçlularsınız. Vay haline o gün yalanlamış
olanların" (46-47) âyetleriyle bildiriliyor.

Sanki mücrimlere şöyle denilmektedir: "İki
durumu ayıran noktaya şahit olunuz. Bu dünya hayatında
biraz olsun faydalanınız. Zira öteki alemde bunlardan mahrum
kalacak üstelik de çetin bir azaba uğrayacaksınız".

Son olarak hidayete davet edildikleri halde, yüz
çevirenlerin hayret veren işleri gözler önüne serilmektedir:

"Onlara rüku edin denildiği zaman rükua
varmazlar. Vay haline o gün yalanlamış olanların. Bundan
sonra artık hangi söze inanacaktır onlar?" (48-50).

Kalbleri titreten, bu titreyişle de
dağların sarsıldığı bu ilâhi kelama
inanmayan kimse bundan sonra ebediyen hiçbir söze inanmaz. Onun bu hali
helaktır, bedbahtlıktır.

Abdülmelik ERDOĞAN


Konular