Şamil | Kategoriler | Konular

Münker

MÜNKER

Müneccimleri görev başında gösteren bu
minyatürün aslı Topkapı Sarayı arşivindedir

ye sınıfındandı. Esas görevi
takvim hazırlamaktı. Savaşa çıkmak için uğurlu
zaman (eşref saat) tesbiti de Müneccimbaşının görevleri
arasındaydı (Geniş bilgi için bk. M.Z.Pakalın,
Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Müneccimbaşı
mad).

Yıldızlar da ay, güneş ve diğer
varlıklar gibi Allah'ın emrine boyun eğerek insanın
hizmetine tahsis edilmiş varlıklardır(İbrahim: 14/33,
en-Nahl: 16/10, 12, el-Hac: 22/18, el-Araf, 7/54). Allah faydasız ve
hikmetsiz hiçbir şey yaratmamıştır.

Yıldızların
yaratılışındaki fayda ve hikmeti Kur'an şöyle
haber veriyor:

"Daha nice alametler (yarattı). Onlar
yıldızlarla da yollarını doğrulturlar" (en-Nahl,
16/16).

"O, kara ve denizin karanlıklarında
kendileri ile yol bulasınız diye sizin ipin yıldızlar
yaratandır. Gerçekten biz bilen bir toplum için ayetleri geniş
geniş açıkladık" (el-En'am: 6/97).

"Güneş ve ay bir hesaba göre hareket
eder"(er-Rahman, 55/5).

"Ây için de birtakım menziller (yörüngeler)
tayin ettik. Nihayet o eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da
geri döner" (Yâsin, 36/39).

Yıldızların esas görevi ve yaratılış

Tanınmayan, yabancı, akla aykırı, kötü;
İslâm şerîatının yasakladığı ve selîm
aklın çirkin gördüğü her şey. Münker, İslâm'da
yasaklanan haram ve mekruh fiilleri kapsamına alır. İnkâr
mastarından ism-i mef'ul olup;

"inkâr edilen, karşı çıkılan,
reddedilen" anlamlarına gelir. Münkerin zıddı olan
marûf ise; ihsan, iyilik, aklın ve dinin hoş gördüğü
şey demektir. Kur'an-ı Kerim'de münkerin daha kötü ve çirkin
olan kısmı için "fahşâ" terimi kullanılır.
Fahşâ; çirkinlikler, zina gibi şehvetle ilgili
aşırı günahlar demektir. Türkçede "fuhşiyât"
bu anlamı ifade eder. Bunlar insanların en çirkin halleridir.

Allah Teâlâ Kur'an'da mü'minleri ma'rufu emretmeye
ve münkeri yasaklamaya çağırarak şöyle buyurur:

"Sizden iyiliği emreden ve münkeri
yasaklayan bir topluluk olsun: İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir" (Al-u İmran, 3/104).

nsanları hem şer'an hem de aklen yasak olan münkerden
nehyetmesi, müslümanın en önemli görevlerinden biridir. Bu görev
yerine getirilmediği takdirde, yeryüzü fesada uğrar, tefrika
çıkar ve tebliğ müessesesi zaafa uğrar. Allah Teâlâ
münkerden nehyetme ve dolayısıyla ma'rufu emretme görevini
terk eden topluluğu alçaltır.

İnsanoğlu ne zaman münkeri nehyetmeyi bırakırsa,
Allah'ın şu ayette buyurduğu gibi, münkeri emretmeye başlarlar.

"Kim, şeytanın adımlarına
uyarsa, şüphesiz o fuhşiyâtı ve münkeri emreder"
(en-Nûr, 24/21).

Ashâb-ı Kiram'dan Osman b. Maz'un'dan şöyle
dediği nakledilmiştir: "Ben, başlangıçta sırf
Rasulullah (s.a.s)'den utandığım için müslüman olmuştum.
Bir gün Hz. Muhammed bana bir şeyler söylerken, birden gözünü
gökyüzüne dikti, sağından aşağı indirdi. Sonra
bunu bir defa ı"ıha tekrar etti. Sebebini sorduğumda,
şöyle cevap verdi:

"Seninle konuşurken Cebrail (a.s)
sağımdan geldi ve şu âyeti getirdi:

"Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı,
yakın hısımlara sılayı ve muhtaç oldukları
şeyleri onlara vermeyi emreder. Fuhşiyâtr, (Kur'an ve Sünnette
karşı çıkılan) münkeri ve serkeşliği
nehyeder. Üzerinde düşünüp, amel etmeniz için size bu
şekilde öğüt verir" (en-Nahl, 16/90). Bunun üzerine
Osman (r.a), imaııın kalbine yerleştiğini ve
durumu Ebû Tâlib'e haber verdiğini bildirir. Ebû Tâlib; "Ey
Kureyş topluluğu, yeğenim Muhammed'e uyunuz, doğru
yolu bulmuş olursunuz. O, size yüksek ahlaktan başka bir
şey emretmiyor" dedi. Bunun üzerine, Rasûlüllah (s.a.s):
"Ey amcacığım! İnsanların bana
uymasını istersin de, kendini dışta mr
tutarsın" dedi. Ebû Talib, İslâm'ı tasdik etmeyince
Hz. Peygamber üzülmüştü. Bunun üzerine şu âyet indi:
"Ey Muhammed! Sen sevdiklerine hidayet veremezsin. Fakat Allah kime
dilerse, ona hidayet verir" (el-Kasas, 28/56; Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, V, 3118,
3119).

Hz. Ebû Bekir okuduğu bir hutbede, şu
âyet-i kerîmenin yanlış yorumlandığını söyler:
"Ey iman edenler! Kendinizi ıslâh etmeniz üzerinize bir
borçtur. Siz düzelip doğru yolda bulunduktan sonra yolunu
şaşıranlar size zarar vermez" (el-Mâide, 5/105).
Halbuki ben Rasûlüllah'tan şunları dinledim:

"Günahlar işleyen bir kavmin içinde o
günahları yasaklayan güç ve kuvvette bulunan bir kimse varsa, buna
rağmen yasaklamazsa, Cenab-ı Hakkın nezdinden gelen ve bütün
onları kapsayan bir azabın gelmesi pek yakındır"
(İmam Gazâlî, İhyâû Ulümi'd-Dîn, Terc. Ali Arslan,
İstanbul 1972, V, 325, 326).

İslâm toplumunun sağlıklı bir
yapıya kavuşup bu halinin devamım sağlamak için
"iyiliği emir ve kötülükten nehiy" esasını
getirmiştir. Bir İslâm toplumunda, müslüman, daima iyi,
güzel ve hayırlı olan işlerin yanındadır. Kötü,
çirkin ve zararlı olan işlerin de tabii olarak
karşısında bulunur. Böylece, İslâm toplumunda
kendiliğinden iyilikler güç bulur ve yayılır. Kötülükler
ise güçlenme imkânı bulamaz.

nananların nitelikleri bir âyette şöyle
belirlenir: "İnanan erkek ve kadınlar birbirinin
dostudurlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten ise nehyederler.
Namazı kılarlar, zekâtı verirler. İşte Allah,
onlara rahmet edecektir" (et-Tevbe, 9/71). Başka bir âyette,
tarihte İsrailoğullarının, işlemekte
oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmaları,
isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzünden lânete uğradıkları
bildirilir (el-Mâide, 5/78, 79).

Kötülüğe engel olmada izlenecek yolu Rasûlüllah
(s.a.s) şöyle belirlemiştir: "Sizden biriniz bir kötülük
gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü
yetmezse diliyle onun kötü olduğunu söylesin. Buna da gücü
yetmezse kalbiyle o işi kötü görsün. Bu sonuncusu, imanın en
zayıf derecesidir" (Müslim, İman, 20). Hz. Ali'nin şöyle
dediği nakledilir: İlk yenik düşeceğiniz cihad,
elinizle yapacağınız cihattır. Sonra dilinizle
yapacağınız cihad da yenik düşeceksiniz, sonra da
kalbinizle yapacağınızda... Sonra kalb iyiyi iyi olarak
bilmediği; kötüyü kötü görmediği zaman alçalır, alt
üst olur" (el-Gazâlî, a.g.e., V, 345).

Toplumda görülen kötülüklerle mücadele edecek
olan kimsenin akıllı olması, ergenlik çağına
ulaşması, müslüman olması ve kötülüğe engel
olabilecek güce sahip olması gerekir.

Akıllı ve ergin olmayan kimse İslâmî
emir ve yasaklarla yükümlü değildir. Bu yüzden iyiliği emir
kötülükten nehiy ile de yükümlü bulunmaz. Uyarıcının
mü'min olması tabiidir. Çünkü dini inkâr eden ve din düşmanı
olan kimse nasıl irşad görevi yapabilir? Diğer yandan
kendisi İslâmî emir ve yasaklarla amel etmeyen kimse de başkası
üzerinde nasıl etkili olabilir? Bu yüzden bir kısım
bilginler fasık kimsenin, başkalarını kötülükten
menetme hakkına sahip olmadığını söylemişlerdir.
Dayandıkları delil şu ayetlerdir: "Siz, insanlara
iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara,
2/44). "Ey iman edenler! Yapmadığınız
şeyleri başkalarına niçin söyler durursunuz?"
(es-Saf, 61/2).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mirac
gecesinde, dudakları ateşten makaslarla kesilmekte olan bir
topluluğun yanından geçtim. Kendilerine:

"Siz kimsiniz?" diye sorunca, "Biz,
dünyada hayrı emreder, kendimiz yapmazdık; şerri meneder,
kendimiz yapardık" diye cevap verdiler" (el-Gazâli,
a.g.e., V, 207).

İslâm toplumunda bir kötülüğe
karşı gelmeyi gerektiren şartlar şunlardır:

1) Fiil gerçekten kötü olmalıdır. Bunun
ölçüsü ise, iş ve hareketin İslâm nazarında
sakıncalı ve kötü olmasıdır.

Münker terimi, ma'siyet teriminden daha kapsamlıdır.
Şöyle ki; bir kimse, bir çocuğun veya akıl
hastasının içki içtiğini görse, buna engel olmaya çalışması
gerekir. Yine bir akıl hastası başka bir akıl
hastası ile cinsel ilişki halinde görülse men edilir. Halbuki
bu fiiller çocuk veya akıl hastası için ma'siyet değildir.
Münker, büyük günahlara hâs bir terim de değildir. Bu yüzden,
umûmî banyoda avret yerini açmak, kimsenin bulunmadığı
yerde yabancı bir kadınla yalnız kalmak veya ona
ısrarla bakmak gibi küçük günahların hepsi de münkerdir.

2) Kötülüğün bir araştırma ve tecessüs
olmaksızın açık olması gerekir. Evinde her hangi bir
günahı gizlice işleyen ve kapısını kapalı
tutan bir kimsenin ma'siyetini öğrenmek için gizlice gözetlemek ve
baskın yapmak caiz olmadığı gibi,
başkalarının günahlarını anlatmak da caiz
değildir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey iman
edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın
bir bölümü (yani başkasını kötü zannetme) günahtır.
Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de, kiminizin
arkasından çekiştirmesin. Sizden her hangi biriniz ölü kardeşinin
etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz, değil mi?
Allah'tan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok
esirgeyendir" (el-Hucurât, 49/12).

Hz. Ömer, devlet başkanlığı
sırasında, bir evden gelen sesler üzerine, duvara tırmanıp
içeri bakmış ve ev sahibini kötü bir durumda görmüştü.
Onu bu kötülükten menetmek isteyince ev sahibi şöyle dedi:

Ey mü'minlerin emiri! Eğer ben bir yönden
Allah'a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah'a isyan etmiş
bulunuyorsun. Hz. Ömer onlar nelerdir diye sorunca şu cevabı
verir:

Allah Teâlâ, "Tecessüs etmeyin"
(el-Hucurât, 49/12) buyurmuştur. Halbuki sen tecessüs ettin. Allah
Teâlâ "İyilik evlere arkalarından girmek
değildir" (el-Bakara, 2/189) buyurmuşken, sen duvardan
girdin. Yine Cenab-ı Hak, "Ey iman edenler! Kendi ev ve
odalarınızdan başka evlere, sahipleriyle
alışkanlık sağlayıp izin almadan ve selâm
vermeden girmeyin" (en-Nûr, 24/27) buyuruyor.

Bu savunma karşısında Hz. Ömer, ceza
uygulamamış, ancak tövbe etmeyi şart koşmuştur.
Bu yüzden Hz. Ömer minberde hutbe okurken Ashab-ı kiramla
istişare amacıyla, devlet başkanı veya hâkimin
münkeri bizzat görmesi halinde, şahit aramaksızın ceza
uygulayıp uygulayamayacağını sormuş, Hz. Ali, böyle
bir durumda da iki âdil şahidin gerekli olduğuna işaret
etmiştir (el-Gazâlî, a.g.e., V, 390, 391).

3) Münkerin ictihada dayalı bir kötülük
olmaması gerekir. İctihada dayalı bir konuda
uyarıcılık yapılamaz. Meselâ; Hanefi mezhebinden olan
bir kimse, "keler" veya "sırtlan" eti yahut
besmelesiz kesilen bir hayvanın etini yiyen bir Şâfiî'ye;
"Sen niçin bunları yiyorsun? Bunlar haramdır" diye müdahale
edemez. Çünkü bu sayılanlar Şâfiîlere göre helâldir.
Yine, Şâfiî mezhebine mensup bir kimsenin zevi'l-erham denilen
hala, teyze, dayı ve ana cihetinden amca gibi
hısımların mirasını yiyen veya komşuluk
şüf'asıyla aldığı bir evde oturan bir Hanefîye
karşı uyarıcılık yapma yetkisi bulunmaz.

Kötülüğe engel olmanın dereceleri: 1) Kötülüğü
tarif ve tanıtmak. Kişi bazan bilgisizlik yüzünden kötü
şeyleri yapmaya yönelir. Halbuki o kötülüğün niteliğini
bilse yapmayacaktı. Bu nedenle kötülüğü, azarlamadan
iyilikle anlatmak gerekir. Çünkü kötülüğü anlatmak da, ayıbı
açıklamak ve muhatabın kalbine eza vermek vardır. Bu
aşamada uyarı şöyle olabilir:

"İnsanoğlu dünyaya bilgin olarak
gelmez. Şüphesiz hepimiz bilgisiz kimselerdik. Bilginler bize doğruyu
ve nasıl hareket edeceğimizi öğrettiler" denilebilir.
Çünkü müslümanı incitmek caiz değildir. Kanı, kan veya
sidikle yıkayan kimse akıllılardan sayılmaz. Bir
kimse, kötülükten menediyorum diyerek, mü'minlere eza ederse, daha
büyük kötülük yapmış olur.

2) İyilikle nasihat ve Allah'ın azabıyla
korkutma gerekir. Bu şekilde öğüt verme, yasak olduğunu
bildiği halde içki, kumar, zulüm, yalan, müslümanların
gıybeti gibi kötü söz ve fiilleri işleyen kimselere yönelik
olur. Burada da incitmeden ve iyilikle anlatım yoluna gidilir.

3) Ağır sözlerle uyarmaktır. Bu metot,
irşad ve nasihatla alay eden ve kötülükte ısrar belirtileri görülen
kimselere karşı uygulanır.

İbrahim (a.s)'in puta tapanlara karşı
kullandığı şu üslup buna örnek gösterilebilir:
"Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp tapmakta
olduklarınıza! Düşünmez misiniz?" (e! Enbiyâ,
21/67).

rşad sırasında ağır söz
kullanılması gerekirse şu iki hususu gözetmek gerekir.

a) Sert üslûbun kullanılmasına, iyilikle
muameleden sonuç alınamaması ve zaruret bulunması
hallerinde başvurulur.

b) Bu üslûpta doğru konuşmak, sözü
uzatmamak ve ihtiyaç kadar konuşmak gereklidir.

4) Kötülükleri güç kullanarak engellemek. İçkinin
dökülmesi ve haram şeyin telef edilmesi gibi toplum fertleri için
yalnız; Kişiyi kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak
görevi vardır. Kişi bundan daha ileri gidemez. Güç kullanarak
kötülüğü engellemek ve gerektiğinde suç işleyenlere
ta'zîr veya had cezalarını uygulamak, idareci ve yöneticilere
aittir. Meselâ; şarabı dökmek ve haramı telef etmek, dövmek
ve hapsetmek gibi fiiller gerçekte yönetici ve görevlilere aittir
(el-Gazâlî, Zübdetü İhyâ-i Ulûmiddin, (Terc. Ali Özek),
İstanbul 1969, s. 286 vd.; Şamil İslam Ansiklopedisi,
"Emru'bi'l-ma'ruf ve neh'yu anilmünker" maddesi).

Hamdi DÖNDÜREN


Konular