Şamil | Kategoriler | Konular

Müddessir suresi

MÜDDESSİR SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in yetmiş dördüncü sûresi.
Elli altı âyet, iki yüz elli beş kelime ve bin on harften
ibarettir. Fasılası elif, he, nûn, dal ve ra harfleridir.
Mekkî sûrelerden olup, Alâk sûresinden sonra nâzil olmuştur.
Kur'an'ın ilk nâzil olan sûresi olduğu rivâyet edildiği
gibi, Müzzemmil sûresinden sonra nâzil olduğu da rivayet
edilmektedir. Ancak ilk nâzil olan âyetlerin, Alak sûresinin birinci
bölümünü oluşturan ayetler olduğu ittifakla kabul
edilmiştir (İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ani'l-Azim, İstanbul
1985, VIII, 277-278). Adını ilk ayetinde geçen, örtüye
bürünen anlamındaki "müddessir" kelimesinden almıştır.

Alak Sûresinin ilk âyetleri nâzil ol duktan sonra
vahiy kesilmişti (fetretü'l-vahy)* Rasûlüllah (s.a.s), buna çok
üzülmüş ve adeta ne yapacağını
şaşırmıştı. Cabir İbn Abdullah (r.a.),
vahyin gelmediği o dönemden sözederken Hz. Peygamber (s.a.s)'in
şöyle söylediğini rivayet eder: "Bir gün yolda
yürüyordum. Aniden gökten bir ses işittim. Başımı
kaldırdığımda, daha önce Hira mağarasında gördüğüm
o meleği, yerle gök arasını dolduran bir kürsüde oturur
vaziyette gördüm. Dehşete kapılarak, hemen eve döndüm.
"Beni örtün, beni örtün"diye bağırıyordum.
Evdekiler beni örttüler. Bunun üzerine Allah tarafından bu;
"Ey örtünen" ayetiyle başlayan süre nâzil oldu. "

Mekke müşriklerinin Peygamber (s.a.s)'e
karşı tavır koyarken içinde bulundukları açmazı
ilginç bir şekilde ortaya koyan diğer bir rivayet de şöyledir:

Hac günleri gelmiş, tüm Arap yarımadasından
topluluklar Mekke'ye gelmeye başlamıştı. Mekkeli müşrikler
telaş içerisinde, insanları Hz. Peygamber (s.a.s)'den
nasıl uzak tutacaklarının yollarını
arıyorlardı. Kendileri, Kur'an-ı Kerim'in çarpıcı
ilâhî uslubu karşısında çaresiz kaldıkları için,
bu ilâhî mesajı duyan insanların etkilenip Peygamber'e
uyacaklarından endişe ediyorlardı. Bunun üzerine Mekkeli
müşriklerin ileri gelenlerinden olan Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Velid
İbn Muğire, Nadr İbn Haris vb. Daru'n Nedvede
toplandılar. Aralarında şu konuşma geçti. "Hac
günleri geldi. Arap kabilelerinin elçileri gelmeye başladı.
Üstelik onlar, hakkında bir şeyler duydukları Muhammed'in
söylediklerini soruşturup duruyorlar. Siz ise, onun hakkında
farklı farklı şeyler söylüyorsunuz. Kimi deli, kimi
kâhin, kimi de şairdir diyor. Ancak her Arab bilir ki, bunların
hepsinin bir tek kimsede bulunması mümkün değildir. Onun için,
herkesin kullanacağı tek bir kelime üzerinde karara varalım.
Onlardan birisi kalkıp; "şairdir diyelim" dedi. Velid
buna itiraz ederek şöyle dedi: "Ben bir çok şâir
dinledim. Muhammed'in hiç bir sözü onlara benzemiyor"
"Öyleyse kâhindir diyelim" dediler. Velid; "kâhin bazan
doğru söyler, bazan da yalan söyler. Muhammed asla yalan konuşamaz"
diyerek yine itiraz etti. Bu defa akıl hastasıdır diyelim
dediler. Velid tekrar itiraz ederek şöyle dedi: "Akıl
hastaları insanlara saldırır. Muhammed asla böyle bir
şey yapmadı".

Velid ayrılarak evine gitti. Oradakiler Velid'in
şirkten döndüğünü zannettiler. Bunun üzerine Ebu Cehil, doğruca
Velid'in evine giderek ona; "Abdu'ş-Şems! Sana neler
oluyor! Kureyş bir şeyde ittifak ediyor, sen karşı çıkıyorsun.
Onlar da senin, delil getirerek dininden döndüğünü
zannettiler" dedi. Velid; "Benim bu iş için de(ile ihtiyacım
yoktur" dedi ve ekledi: "Ben iyice düşündüm, o neden bir
sihirbaz olmasın? Çünkü onun, babayla oğlun, kardeşle
kardeşin, karıyla kocanın arasını açtığını,
onları birbirinden ayırdığını duydum ve onun
mutlaka bir sihirbaz olduğuna karar verdim". Bu sözü Mekke'de
yaydılar. Bunu duyan halk; "Muhammed sihirbazdır" diye
bağırmaya başladı. Rasulullah (s.a.s), bu söylenenleri
duyunca üzüntü içerisinde eve döndü ve elbisesinin içine
büzülerek yattı. Bunun üzerine; "Ey örtülere bürünen
" ayeti nâzil oldu (Bu rivayetler için bk. el-Kurtubi, el-Câmi Li
Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, XIX, 59-61).

Bu olay, Mekke müşriklerinin ve sonraki çağlarda
hayatlarını İslâm düşmanlığına
adamış inkârcıların içinde bulundukları çelişkili
ruh yapılarını ortaya koyması açısından
ilginçtir. Görüldüğü gibi Velid b. Muğire; "Muhammed
asla yalan konuşmaz" dediğinde bunu, oradaki herkes susarak
onaylamıştı. Bu aynı zamanda Peygamber (s.a.s)'in
getirdiği ilâhî mesajın da tasdik edilmesi anlamını
taşır. Bir kimsenin yalan söylemesinin imkansızlığını
kabul etmek, söylediklerine inanmayı zorunlu kılar. O halde, müşriklerin
inkarlarında ısrar etmelerinin sebebi nedir? Bir kimse, zâhiren
ne kadar katı bir şekilde inkarda bulunursa bulunsun;
Allah'ın takdir ettiği dünyevî ve uhrevî gerçeklerin somut
olarak kuşatması altında olduğu hissinden kendini asla
kurtaramaz. Öyleyse o, Allah'a karşı, bir ölçüde bilinçli
bir başkaldırı içindedir. Kâfirlerin bir takım dünyevi
çıkarlardan dolayı inkar ederek isyanda bulunmaları,
onların birer zalim olmalarına sebeb olmuş; bu da İslâm'la
aralarına onu anlamalarını engelleyen bir perde
oluşturmuştur.

Onların, küfürlerinde ısrar
edişlerinin sebebi, İslâm'ın gerçekliği
hakkındaki şüphelerinden kaynaklanmıyordu. Riyaset ve
zenginlikleri, böbürlenmelerine, kendilerini diğer insanlardan
üstün görmelerine sebeb oluyordu. Toplumun akıllarınca en
şereflileri kendileri olduğuna göre, Allah Teâlâ'nın
peygamberlik gibi yüce bir görevi kendilerinden birine vermesi
gerekirdi.

Câhiliyye yaşamının pisliklerinin körelttiği
akılları, Muhammed (s.a.s) gibi zenginliği ve riyaset
iddiası olmayan mütevâzi birine risâletin verilmesini idrak
edemiyordu. Ona karşı olan hased ve kıskançlıkları,
sapıklıklarında inad etmelerine sebeb oluyordu. Bu,
Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: "Hayır!
(Onların inanmaları anlamadıklarından değil) her
biri kendilerine ayrı ayrı sahifeler verilmesini ister"
(52).

Sûre daha başlangıçta, insanları
şirkin ve zulmün karanlığından, zorbaların
tahakkûmünden kurtarıp hidayete ulaştırmak için Cenab-ı
Allah'ın peygamber olarak seçtiği o nezih kulun
şahsında bütün mü'minlere sesleniyor: "Kalk ve insanları
uyar" (2). Bu hitap kıyamete kadar mü'minlerin kulağında
çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı
derin uykudan, büründüğü örtüden sıyrılıp,
cehenneme doğru sürüklenen insanları Allah'ın dinine döndürmek
için cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda
karşılaşılacak meşakkatlere hazır
olmayı emrediyor.

Bu işe başlamadan önce, bedenî ve ruhî bir
ön hazırlığın olması gereklidir. Allah Teâlâ,
bu terbiyeyi ihtiva eden emirleri verirken vurguladığı
noktalar, bir müslümanın cihad yolculuğunda yaşaması
gereken hayatın üzerine bina edileceği temel unsurları da
bize sunmaktadır: "Rabbini yücelt! Elbiseni temizle! Azaba
götürecek şeylerden sakın! Yaptığın
iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin(in rızası) için
(müşriklerin eziyet ve sıkıntılarına
şimdilik) sabret!" (3-8).

Daha sonra, inkarcıların Allah Teâlâ'nın
verdiği nimetlere karşılık nankörlük göstererek,
açık delillere inadla direnmeleri zikredilip kâfirler için çok
çetin bir gün olan diriliş gününde yaptıkları
herşeyin hesabının kendilerinden sorulacağı haber
veriliyor: "Ben onu sarp yokuşa (cehennemdeki saûd azabına)
sardıracağım" (17).

Bundan sonra gelen ayetlerde, kafirler, Peygamber
(s.a.s)'i yalanlarken yapmış oldukları akıl
dışı hesaplar kınanarak, ilâhi lânetle
lânetlenmektedirler. Onlar, Peygamber (s.a.s)'e akıllarınca bir
sıfat yakıştırıp Kur'an-ı Kerim'i de insan sözü
olarak nitelediler. Bu tipler için öteki kâfirlerden farklı olarak
özel bir cehennem hazırlanmıştır: "Ben onu
Sekar'a sokacağım"(26). Allah Teâlâ, kasem ederek onun
azabını kimsenin yalanlayamayacağını cehennemin,
yaşayışında geri kalan veya ileri gidip
azgınlaşan kimseler için bir uyarı aracı olduğu
vurgulanarak, Âhirette cennetle ödüllendirilenlerin, cehennemliklere,
bu duruma düşmelerine neyin sebeb olduğu yolundaki sorusuna
verilen cevaplar gözler önüne serilmek suretiyle gaflet içerisinde
olanlar uyarılmak isteniyor. Onlar bu soruya şöyle cevap
verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir
şey yedirmezdik" (Muhammed hakkında kötü sözler
söylemeyi) dalanlarla birlikte dalardık. Ta ki ölüm bize gelinceye
kadar (bu halde kaldık)"(43-47).

İnkarcıların İslâm'a karşı
cinneti andıran davranış biçimlerinin tutarsızlığı
anlatılır ve onlar için hiç bir kurtuluş ümidinin olmadığı
belirtilerek, Kur'an'ın, aklını kullanabilenler için bir
öğüt olduğu ve insanların ondan öğüt alıp
almamakta serbest davranabilecekleri bildirilir: "Kim dilerse ondan
öğüt alsın" (55). Sûreyi, Allah Teâlâ, insanın
kaderinin kendi elinde olduğunu, İslâm'a karşı büyük
cürümler işleyenlerin hidayet olunmayacakları; doğru yola
iletilenlerin ise buna layık oldukları için, İslâm'la
nimetlendirildikleri gerçeğini bütün çıplaklığı
ile ortaya koyan şu ayet-i kerime ile bitiriyor: "Allah
dilemedikçe de öğüt al(a)mazlar. İşte o (öğüt
alan, Allah tarafından) korunmaya da layık olandır"
(56).

Ömer TELLİOĞLU


Konular