Şamil | Kategoriler | Konular
Mekke-i mükerreme
MEKKE-İ MÜKERREME 
 
 
 
Allah Teâlâ'nın rızası için 
 yeryüzünde ilk inşa edilen mescid; Beytullah'ın bulunduğu 
 Mukaddes şehir. Bu şehrin Kur'ân-ı Kerim'de geçen Bekke, 
 Ümmü'l-Kura ve Beledü'l-Emin şeklinde değişik isimleri 
 vardır. Bazıları Mekke'nin, hem şehir hem de "Beyt"i 
 karşılayan bir isim olduğunu söylerlerken; diğer 
 bazıları da Mekke'nin, Harem'in tamamını kapsayan 
 kısmına; Bekke'nin ise mescite has bir isim olduğunu ifade 
 etmişlerdir (İbn Kuteybe, Tefsiru Garîbi'l-Kur'an, Beyrut 
 1978,107-108; Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l-İslâm, Mısır 
 1979, I, 45 (dipnot 2). Mekke ve Bekke, Babil dilinde beyt 'ev' 
 anlamında olup, Amalıkalılar tarafından bu yerin ismi 
 olarak kullanılmıştır. 
 
Kimisi mescitin bulunduğu yere Bekke, onun 
 çevresine ise Mekke denildiğini söylemekte; dilciler ise Mekke ile 
 Bekke'nin aynı şeyi ifade ettiğini kabul etmektedirler 
 (Abdullah el-Endelûsî, Mu'cemu Ma İste'ceme, Beyrut 1983, I, 269). 
 Coğrafyacı Batlamyus Mekke'yi Macorabba adıyla bilmekteydi 
 (H. Commens, İA. Mekke Maddesi). 
 
Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde 
 Kızıldeniz kıyısındaki Cidde limanının 
 yüz km. doğusunda olup güneyinde aynı uzaklıkta sayfiye 
 yeri olan Taif şehri bulunmaktadır. Medine'ye olan 
 uzaklığı ise yaklaşık olarak dörtyüz km. dir. 
 Yengeç dönencesinin güneyinde, 21° 30' enlem ve 40° 20' boylamları 
 arasında bulunmaktadır. Mekke, doğu tarafındaki Ebu 
 Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar 
 arasında güneye meyilli dar bir vadide, adı geçen dağın 
 eteğinde bulunmaktadır. Bu vadi bir hilâl şeklinde 
 aşağılarda Kızıl denize doğru yönelmektedir. 
 Burası Arabistan'ın Tihame ve Necid bölgeleri arasında bir 
 set oluşturan Hicaz dağlarının iki 
 boğazının kesiştiği noktadır. Kâbe ve onu 
 çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında bulunur. Hemen 
 yanında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide 
 şehrin kurulduğu kısım Batın-ı Mekke olarak 
 adlandırılmakta, Mescid-i Haram'ın bulunduğu çukur 
 yere ise el-Batha denilmekteydi. 
 
Mekke'nin havası, bilhassa yaz aylarında 
 oldukça sıcaktır. Kış aylarında ise lâtif bir 
 havası vardır. Her tarafı taş kayaları ile 
 çevrili olan Mekke'de tek su kaynağı Zemzem'dir. Bunun 
 yanında halk, su ihtiyacını karşılamak için 
 kuyular açmış ve sarnıçlar yapmışlardır. 
 Şehrin su problemini kökünden çözümlemek isteyen Harun er-Reşid'in 
 eşi Zübeyde Hanım, üç günlük uzaklıktan su getirme 
 girişiminde bulunmuş, ömrünün vefa etmemesi yüzünden bu 
 projenin ancak Arafat'a kadar olan kısmı gerçekleştirilebilmiştir. 
 Bu proje ancak Kanunî'nin kızı Mihriman Sultan'ın 
 girişimiyle tamamlanabilmiş ve Mekke ihtiyaç olduğu 
 ölçüde suya kavuşmuştu (Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lam, 
 Mekke Mad.). 
 
Çok az yağmur alan ve kurak bir iklime sahip olan 
 Mekke'de kuraklığın bazan dört yıl sürdüğü 
 olurdu. Yemen taraflarını mümbit hale getiren meltem yağmurlarının 
 buraya kadar ulaşan kısmı şehrin doğu 
 tarafında birbirini takip eden tepeler ve yamaçlarda biriken yağmur 
 suları halinde bir araya gelerek şehrin merkezine doğru 
 akar ve Harem'in avlusuna ulaşırdı. Kışın 
 nem oranının yükselmesi ile bazan çok şiddetli yağan 
 yağmurlar, bir sel halinde şehrin bulunduğu alçak 
 bölgenin sular altında kalmasına sebep olurdu. Mekke için bir 
 felâket halini alan ve Beytullah'ı tehdit eden bu problemin 
 çözümlenmesi için Mekke'nin fethine kadar hiç bir çabanın gösterilmediği 
 görülmektedir. Raşid Halifeler döneminde Mekke'yi bu sel baskınlarına 
 karşı korumak için bazı önlemler alınmıştır. 
 Mekke ve etrafındaki arazilerin taşlık oluşu ve suyun 
 yokluğu ziraat için hiç bir faaliyete izin vermemektedir. 
 
Mekke'nin ortaya çıkışı Hz. Adem (a.s.)'a 
 kadar uzanır Adem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde Mekke'de 
 Beytullah'ın bulunduğu bu günkü yerde bir mabet inşa 
 etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Adem (a.s)'ın 
 Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir 
 (Taberi, Tarih, Beyrut 1967, I, 122). Onun, kırk defa Mekke'ye 
 giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk 
 insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı 
 sonucuna ulaştırır (İbnü'l-Esir et-Kâmil fi't-Tarih, 
 Beyrut 1979, I, 36-38). 
 
Hz. Âdem tarafından inşa edilen Beytullah, 
 Nuh (a.s.) zamanına kadar varlığını sürdürdü. 
 Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat yaşamaya başlayan 
 Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yeryüzünden kaldırılmıştı 
 (Taberî, Tefsir, Mısır 1968 IV, 8). Başka bir rivayete göre 
 ise, Beytullah'ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir yakut 
 indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe 
 kaldırılmıştı (Taberî, Tarih, I, 123). 
 
Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde 
 Mekke'nin insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte, 
 bir yerleşim yeri olma özelliği göstermeye başladığı 
 anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah, 
 insanların ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk 
 yapı (Âl-i İmrân, 3/96) ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü'l-Kura) 
 dır (el-En'am, 6/92). Kur'an-ı Kerimdeki bu tür ifadeler, 
 yukardaki nakilleri doğrular niteliktedir. Ancak Taberi'nin Ebu Zer (r.a.)'den 
 naklettiği bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir: "Ya 
 Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit hangisidir" dedim. O, Mescid-i 
 Haramdır" dedi. 
 
"Sonra hangisidir" dedim. Mescid-i Aksa 
 dır" dedi. Aralarında kaç yıl olduğunu 
 sorduğumda da; "kırk yıl" dedi" (Taberî, 
 Tefsir, IV, 8-9). Mescid-i Aksa'nın inşası Hz. Süleyman (a.s.) 
 tarafından bitirilmişti (bk. Mescid-i Aksa Mad.). Mescid-i 
 Aksa'nın Beytullah'tan kırk yıl sonra inşa edilmesi 
 haberi, Süleyman (a.s.)'ın bu Mescidi ikinci kez inşaya 
 başlamış olması anlamına gelir. Çünkü bu 
 habere göre Mescid-i Aksa'nın bulunduğu yerde, ya bizzat 
 İbrahim (a.s.) veya oğlu İshâk (a.s) tarafından bir 
 mescit inşa edilmiş olmalıdır. 
 
Hz. İbrahim (a.s)'in Hz. Hacer'i oğlu 
 İsmail ile birlikte getirip bu ıssız vadiye 
 bırakmasından öncesi hakkındaki tarihi bilgiler, bazı 
 yorumlamalar ve çıkarımlar üzerine bina edilmiş olup 
 oldukça yetersizdir. 
 
Hz. Hacer, henüz süt çocuğu olan İsmail'le 
 Allah Teâlâ'nın emri doğrultusunda Mekke'ye 
 bırakıldığı zaman Mekke, su kaynağına 
 sahip olmayan ve yakınlarında hiç bir insan topluluğunun 
 bulunmadığı bir yerdi. Yanlarındaki suyun tükenmesi 
 üzerine, Hz. Hacer'e sunulan Zemzem* suyu bu vadiye yeni bir gelecek hazırlamıştı. 
 Yemenli bir topluluk olan Curhumîler'den bir grup Mekke vadisinin aşağı 
 taraflarına konaklamak istediler. Bu arada yakınlarda bir su 
 kaynağının varlığını gösteren kuşlar 
 gördüler. Biraz araştırmadan sonra, Zemzem'in yanına 
 ulaştılar. Bu topluluk Hz. Hacer'den Zemzem'e yakın bir 
 yere yerleşmek için izin istediler. Suyun kendisine ait kalması 
 şartıyla onların bu isteğini kabul etti. Böylece, başka 
 insanlar da gelip yerleşerek buranın bir yerleşim merkezi 
 halini almasını sağladılar (İbnü'l-Esîr, 
 el-Kâmil fi't Tarih, Beyrut 1979, I, 103-104). 
 
Hz. İsmail (a.s.), büyüyüp delikanlılık 
 çağına geldiğinde, Hz. Hacer vefat etti. Hz. İsmail, 
 Curhümlüler'den bir kız ile evlenip, onlarla akrabalık 
 kurmuş ve onlardan Arapçayı öğrenmişti. İbrahim 
 (a.s.), sürekli olarak Mekke'ye gelip Hz. Hacer ve oğlu 
 İsmail'i ziyaret ediyordu. Yine bir defasında Mekke'ye 
 geldiğinde, Allah Teâlâ'nın kendisine burada bir 
 
"beyt" yapmasını emrettiğini söylemiş 
 ve birlikte Kâbe'nin inşasına başlamışlardı. 
 Beytullah'ın tamamlanmasından sonra Allah Teâlâ Haccın 
 nasıl yapılacağını İbrahim (a.s.)'a 
 bildirmiş (İbnü'l-Esir, a.g.e, I,106-107) ve Mescid-i Haram'a 
 giren herkesin emniyet ve güvenlik içinde bulundukları hükmünü 
 getirmişti (Âl-i İmran, 3/97). 
 
İsmail (a.s.)'ın nesli burada çoğalıp 
 dururken, Yemen'den göç edip buralara gelen Huzaalılar, Curhümîlerden 
 yerleşme izni istemiş, red cevabı almaları üzerine 
 onlarla savaşarak şehri ele geçirmişlerdi. 
 İsmailoğulları bu savaşta tarafsız 
 kaldıkları için Huzaalılar onlara 
 dokunmamışlardı. Huzaalılar 207'de Mekke'ye hakim 
 olmuşlar ve bu hâkimiyetlerini üçyüz yıl sürdürmüşlerdi. 
 Huzaalılar Mekke'de, İbrahim (a.s.)'in dininden büyük sapmalar 
 göstermiş ve putperestliğin yaygınlaşmasını 
 sağlayarak insanları dalâlete sürüklemiş, Hubel 
 adında bir put dikip ona tapınmışlardı (İbn 
 Hacer, el-Askalanî, Fethu'l-Bâri, Mısır 1959, V, 359). Bu 
 putperestlik İsmail (a.s.)'ın soyunu da etkisi altına 
 almış; istisnalar hariç Hanif dinine mensup kimse kalmamıştı. 
 Huzaalılar İsmail (a.s.)'in nesli olan Kureyş'in güç 
 kazanmasına kadar Beytullah'ın sahibi olma durumlarını 
 korumuşlardı. 440 yılında Kusay, Kureyş'i 
 toparlayıp, Huzaalılarla savaşa tutuşmuş ve 
 onları şehirden uzaklaştırmıştı (İbn 
 Hacer, a.g.e., V, 359; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 45-46). Kusay, 
 Huzaalılarla olan mücadelesi esnasında Kuzey Arabistan'ın 
 büyük kabilelerinden biri olan Kuda'a kabilesinin başkanı olan 
 üvey kardeşi tarafından desteklenmişti (M. Hamdullah, 
 İslâm Peygamberi, II, 884.), 
 
Kusay, emretme gücünü ele geçirmesinden sonra, 
 Mekke'deki idari ve sosyal yapıda bazı değişiklikler 
 yaptı. Mekke'nin merkezi olan Beytullah'ın etrafına kendi 
 kabilesi Kureyş'e mensup çeşitli boyları yerleştirdi. 
 Burada oturan Huzaalılar'ı ise şehrin 
 dışında ikamet etmek zorunda bıraktı. Şehrin 
 mutlak hakimi olmakla birlikte Kusay, toplumun genel işleriyle alâkalı 
 bazı görevleri Kureyş'in dışındaki kabilelere 
 verip hoşnut etme yoluna giderek, onları Kureyş'e 
 bağlamış oldu. Bu görevlerin önemli bir kısmı 
 Hac ibadeti ile alâkalı idi ve Mekke'den çok uzak yerlerdeki bazı 
 kabileler de bu görevlerin yerine getirilmesine katılıyorlardı 
 (M. Hamdullah, a.g.e., I, 888). 
 
Kusay, Mekke şehir devletinin parlemantosu 
 niteliğinde olan Daru'n Nedve'yi kurmuş ve bunun yanında, 
 toplumun idaresi ve dini görevlerin yerine getirilmesi ile alâkalı 
 kurumlar ihdas etmişti. 
 
Daru'n-Nedve'nin başkanlığı, 
 savaş sancağı muhafızlığı, Kâbe'nin 
 hizmetleri, hacılara içecek su ve vergilerden elde edilen gelirden 
 hacılara yemek verme gibi görevler bizzat Kusay tarafından 
 yerine getiriliyordu. O, vefat ettiği zaman bu görevleri dört oğlundan 
 ikisi olan Abdu'd-Dâr ve Abdul Menaf'a kalmasını vasiyet 
 etmişti (Hamdullah, a.g.e., 891; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 48). 
 
Mekke, eski Grek şehirlerinde olduğu gibi 
 yukarı şehir (Malat) ve aşağı şehir 
 (Mesfele) olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kureyş'in ileri 
 gelen ve lider konumunda olan kimseleri Malat denilen şehrin 
 yukarı kısmında oturuyordu. Başkan Kusay'ın evi 
 ise Beytullah'ın tam karşısında idi ve toplumun 
 problemlerinin görüşülmesi bu evde yapılırdı (M. 
 Hamdullah, a.g.e., 888-889). Daru'n-Nedve olarak adlandırılan 
 yer, Kusay'ın ölümünden sonra şehir meclis binası olarak 
 tahsis edilen bu evdir. Mekke'nin kırk yaşını 
 doldurmuş bütün sakinleri, meclis toplantılarına 
 iştirak edebilirlerdi. Ancak, pratikte belirli aile 
 başkanları ve kabile ileri gelenlerinden 
 başkalarının bu toplantılara iştirak ettiği 
 görülmezdi. Daru'n-Nedve en hareketli günlerini kuruluşundan uzun 
 zaman sonra, Resulullah (s.a.s)'in davetini engellemek ve inananları 
 sindirmek için yapılan toplantılar sebebiyle 
 yaşamıştır. Mekke'li müşrikler, Mekke şehir 
 devletinin parlemontosunda kararlar alarak İslâmı yok etmeye 
 çalışmışlardır. Resulullah (s.a.s.), ise ilk 
 zamanlardan başlayarak bu parlementoya (Daru'n-Nedve'ye) 
 karşı Erkam'ın evini (Daru'l-Erkam) karargâh yaparak 
 mücadelesini sürdürmüştür. 
 
Bütün Mekkelilerin ortak meclisi olan 
 Daru'n-Nedve'nin yanında bir de er soyun kendilerine ait "Nâdî" 
 denilen toplantı yerleri vardı. Bu Nâdîlerde de İslâm 
 mesajını yok etmek için sürekli küçük çaplı 
 toplantılar düzenlenmekteydi. Gerek Daru'n-Nedve'de ve gerekse 
 Nâdîlerde yapılan toplantılar basit de olsa bir protokol 
 çerçevesinde olurdu. Bu mekanlar siyasî ve askeri kararların 
 alındığı yerler olmaları yanında, sosyal 
 faaliyetlerin de yürütüldüğü yerlerdi. 
 
Mekke bir şehir devleti olmakla birlikte, otorite 
 tek bir kimsenin elinde değildi. Kusay, Mekke'de hâkimiyeti eline 
 geçirdiği zaman, yabancılar üzerinde olduğu kadar kendi 
 kabilesi üzerinde de mutlak bir hâkimiyete sahipti. Ancak o, idarî 
 imtiyazları oğulları arasında bölüştürmüş 
 olduğundan dolayı bir hükümdarlık idaresine geçiş 
 olmamıştı. Oligarşik bir yönetim tarzına sahip 
 olan Mekke, Bizans İmparatoru'nun sağladığı büyük 
 desteğe rağmen Osman İbnu'l-Hüveyris'in krallığını 
 tanımamış; Bizansla olan iktisadî ilişkilerini 
 tehlikeye düşüreceğini bildikleri halde onu alaya 
 almışlardı. İslâm vahyinin başladığı 
 sıralarda Mekke on kişilik bir şûra tarafından idare 
 ediliyordu. Ancak idarenin işleyişi hakkında açık 
 bilgi veren kayıtlar yoktur. Bazı rivayetlerde altı ile on 
 arasında memuriyetin bulunduğu zikredilir. Ancak hiç bir kazaî 
 yetkisi olmayan bu memuriyetlerin ihdas edilmesi, eşraf zümresinin 
 öğünme duygularını tatmin gayesine yönelikti. 
 
Mekke'de dini hayat tamamen putperestlik üzerine bina 
 edilmişti. Bu putperestlik, Hz. İbrahim'in tevhid dini 
 çerçevesinde ortaya koyduğu ibadetlerle iç içe girdirilmişti. 
 Mekke'li müşrikler Allah'ı, herşeyin 
 yaratıcısı olarak kabul ederken bir çok meselede putları 
 ona ortak koşarlar, onları kendilerine ilâhlar edinirlerdi. 
 Beytullah ve haccın Arabistan'ın diğer bölgelerini de 
 ilgilendiren bir husus olması, Mekke'ye, yarımadanın dini 
 merkezi olma konumunu kazandırıyordu. Cahilî âdetler üzere 
 yapılan haclarda, hacıların ihtiyaçlarını 
 karşılamak için bir takım faaliyetler 
 yapılırken, bizzat Beytullah'ın bakımı için de 
 çalışmalar yapılırdı. Bu işlerle alâkalı 
 görevler, babadan oğula geçmek suretiyle üstlenilirdi. 
 
Mekke'de İslâm öncesine ait oturmuş bir 
 hukukî sistemin varlığından sözedilmesi mümkün değildir. 
 Halk ihtilâfa düştüğü konularda kabile reislerinin hakemliğine 
 başvururdu. Eğer problem bu şekilde halledilemezse kemal ve 
 hikmet sahibi olarak ün yapmış bazı şahsiyetlerin 
 hakemliğine başvurulurdu. Bunlardan biri olarak Halid'in 
 babası Velid zikredilebilir ki o, "el-Adl" lakabıyla 
 tanınmaktaydı. Yine Haceru'l-Esved'in* yerine 
 yerleştirilmesi esnasında çıkan ihtilâfın 
 çözümünün havale edileceği hakem tesadüfe bırakılmıştı 
 ve bu Resulullah (s.a.s.)'e isabet etmişti. Ancak hakemlerin 
 verdiği kararları infaz edecek bir kurum yoktu ve çoğu 
 zaman hakemin haklı gördüğü kimse güç kullanarak hakkını 
 almak zorundaydı. Hukuki işlerin yürütülmesinde fal ve 
 kehanet gibi hurafelerin çok etkisi vardı. Mekke'li veya 
 yabancı olsun haksızlığa uğrayan kimselerin 
 hakkını almak için tamamen fahri olarak oluşturulmuş 
 bir kurum olan Hilfu'l-Fudûl, fonksiyonunu oldukça etkili bir 
 şekilde yerine getirmekteydi. Resulullah (s.a.s.)'in de bu gruba üye 
 olduğu bilinmektedir (bk. Hilfu'l-Fudûl Mad.), 
 
Mekke, tarım açısından hiç bir özelliği 
 olmayan susuz ve taşlık bir arazide kuruludur. Bu durumda halk, 
 geçimini ve ihtiyaç duyulan maddeleri sağlamak için ticarî 
 faaliyetlere yönelmek zorunda kalmıştır. Bu yüzdendir ki 
 diğer bölgelere nazaran Mekke'nin Arabistan yarımadasında 
 önemli ve merkezi bir yeri vardır. Mekke'deki ticari faaliyet 
 yaz-kış yoğun bir şekilde kesintisiz olarak sürerdi. 
 Yaz seferleri Suriye taraflarına, kış seferleri ise Yemen 
 taraflarına gönderilen kervanlardır (H.İ. Hasan, a.g.e., 
 I, 62). Bu ticarî kervanlar Mekke için o kadar önemli idi ki, Allah 
 Teâlâ; Kış ve yaz yolculuklarında kendilerini güvenlik 
 ve esenliğe kavuşturduğu için onlar bu Beyt'in Rabbine 
 ibadet etsinler" (Kureyş, 106/2-3) buyurmaktadır. 
 
Bu ticarî faaliyetler, yıl boyu bütün Arabistan 
 Yarımadasını dolaşacak şekilde düzenlenen panayırlar 
 ve Suriye, Filistin ve Yemen taraflarına düzenlenen kervanlarla yapılmaktaydı. 
 Otoriteden yoksun ve anarşi içerisindeki Arap Yarımadasında 
 bu tür iktisadî teşebbüsleri emniyet altına almak oldukça 
 güç bir konu olmakla birlikte, barış ve güvenlik ayları 
 olarak tesbit edilmiş haram aylar içerisinde bu emniyet tam olarak 
 sağlanıyordu. Bu konuda bile Mekke'nin 
 ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülür. Zira diğer 
 bütün panayırlar için sadece Recep ayı haram kabul edilirken, 
 Mekke, dört ay olan Eşhuru'l-Hurûm'un tamamına sahipti. 
 Ayrıca Basl adındaki müessese ile Mekke'deki bazı 
 ailelerin malları yağmalamalara karşı koruma 
 altına alınmıştı (M. Hamidullah, a.g.e., I, 
 26-27). 
 
Mekke civarında Ukaz, Mecenne ve Mina 
 panayırları, Mekke'ye ihtiyaç duyduğu malları 
 sağlarken aynı zamanda ticaretin hareketlenmesine ve Mekke'li tüccarların 
 bolca kazanç sağlamalarına imkan veriyordu. Hire Hükümdarı 
 Numan b. Münzir, bizzat tertiplettiği kumaş ve koku yüklü 
 kervanları bu panayırlara gönderirdi. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu 
 malları satın alarak bu ticarete iştirak etmekteydi (A. Köksal, 
 İslâm Tarihi, Mekke Devri, İstanbul 1981, 88). Tam Hac 
 zamanına denk gelen bu panayırlar, çok kalabalık oluyordu. 
 Mekke'nin din konusunda sahip olduğu imtiyazın yanında onun 
 ticari ulaşım yollarının kesiştiği noktada 
 bulunması ona ayrı bir önem kazandırıyordu (H. 
 İbrahim Hasan, a.g.e., I, 61). Dolayısıyla Mekke, 
 sermayenin bol miktarda toplandığı ve en ideal şekilde 
 değerlendirildiği bir merkez konumunda idi. Bu durum 
 Mekkelilere; özellikle şehre hakim olan Kureyşlilere büyük 
 itibar sağlıyordu. Mekke'ye giren paralar, Bizans altın 
 dinarı, Sasanî ve Himyerî gümüş dirhemleri gibi çeşitli 
 cinslerden oluşuyordu. 
 
Bu ticarî faaliyetlerden ve elde edilen büyük 
 kârlardan bütün Mekkeliler aynı oranda istifade 
 edemiyorlardı. Bütün cahili kapitalist sistemlerde olduğu gibi 
 Mekke'deki düzende de sermaye, belirli para babalarının elinde 
 toplanıyordu. Haşimîlerin bir bölümünün dahil olduğu 
 bir kesim malî sıkıntı içerisinde yaşamaktaydı. 
 Resulullah (s.a.s.) zamanında Mekke, iktisadî gelişiminin en 
 zirve noktasındaydı. Mekke kervanları deri, Taif'te 
 üretilen kuru üzüm, Benu Süleym maden ocaklarından elde edilen 
 altın ve gümüş, Afrika'dan gelmiş olan altın tozu, 
 fildişi, Yemen pazarlarından satın alınan Hind 
 mahsulleri ve Çin ipeklikleri ile en önemli yükler arasında 
 sayılan güzel kokular taşırlardı. Mekkelilerin, 
 rağbet ettikleri mal cinsleri ise, Akdeniz bölgesi ülkelerinin 
 sanayi mahsulleri olan pamuklu, yünlü ve ipekli dokumalar ve parlak 
 erguvani renkte kumaşlar; Basra ve Suriye'den, bedevîler için çok 
 değerli olan silahlar, hububat ve nebatî yağlardı. 
 Mekke'li tüccarlar bu arada önemli ölçüde para ticareti de yapmakta 
 idiler. 
 
Mekkelilerin düzenledikleri kervanlarda mallar, sadece 
 develerle taşınırdı. Bazen develerin sayısı 
 iki bin beş yüze ulaşırdı. -Bu durum bu 
 kervanların ne kadar büyük malî meblağlara 
 ulaştığını gösterir. Kervanlar; tüccarlar, 
 rehberler ve muhafızlardan oluşurdu. Muhafızların 
 sayısı geçilen bölgenin güvenlik durumuna göre, yüz elli 
 ile üçyüz kişi arasında değişirdi. Mekkelilerin 
 Bizans ve İran imparatorlukları ile ticari anlaşmalar 
 yaptıkları ve onlardan bazı imtiyazlar elde ettikleri 
 bilinmektedir. Habeşistan ve diğer memleketlerle de bir 
 takım anlaşmaları bulunmaktaydı. Ancak, 
 Bizanslılar, Arapların silah, zeytinyağı ve şarap 
 türü maddeleri satın alıp, ülkelerine götürmelerini 
 yasaklamışlardı. 
 
Mekke'nin coğrafi açıdan bulunduğu 
 özel konumu, etrafındaki devletlerin dikkatini çok eski devirlerde 
 bile üzerine çekmekte idi. Beytullah'ın bulunduğu yer 
 olması sebebiyle de büyük bir saygınlığı 
 vardı. Mekke, bir çok teşebbüslere rağmen yabancı güçler 
 tarafından işgal edilememiş ve tarihi boyunca 
 bağımsızlığını korumuştu. 
 Rivayetlere göre, Yemen melikleri olan Tubba'lar ve hatta Farslar bile 
 Hac maksadıyla Mekke'yi ziyaret etmekte idiler. Abdulmuttalib'in 
 Zemzem kuyusunu kazdığı vakit çıkardığı 
 altından mamul geyik heykeli buna delil olarak gösterilmektedir (İbn 
 Haldun Mukaddime, Terc. Z.K. Uğan, İstanbul 1988, II, 243). 
 Arapların geleneksel rivayetlerine göre, İskender Mekke'ye 
 gelip Kâbe'yi ziyaret etmişti (Hamidullah, a.g.e., II, 834; Dineverî, 
 Ahbaru't-Tıval, Kahire 196, 33-34). Romalı tarihçiler, Yemen 
 bölgesinde Necran'ı istila eden General Aelius Gallus (M.Ö. 24)'un 
 Mekke'yi ele geçirmek istediğini, ancak buraya ulaşmaya 
 muvaffak olamadığını kaydetmektedirler. 
 Romalılar, Neron (ö. M.Ö. 66) zamanında defalarca Mekke'ye 
 yakın yerlere gelmişler ancak, her seferinde 
 başarısızlığa uğrayarak çekilip gitmişlerdi. 
 Romalıların bu teşebbüslerinin sebebi, muhtemelen baharat 
 ülkesi olan Yemen'in ticaret yollarını kendi açılarından 
 emniyet altına almak istemeleridir. Bizanslılar, Mekke üzerinde 
 nüfuz kurmak için sürekli gayret göstermişler. Ancak onlar da 
 doğrudan bir bağımlılık 
 sağlayamamışlardı. Bazı Mekkeliler, 
 hemşehrilerine bir üstünlük sağlamak için Bizanslılardan 
 yazılı belgeler getirmişlerse de bu, Mekkeliler için hiç 
 bir şey ifade etmemiştir. Ancak şu var ki, ticarî bağımsızlıkları, 
 Mekkelilerin ustaca diplomatik faaliyetlere girişmelerine sebep 
 olmuştur. Fakat bu, gurur ve kibir sahibi Mekkelilerin hiç bir zaman 
 boyun eğmeleri neticesini doğurmamıştı. Onlar, sürekli 
 savaş halinde olan Bizans ve İran'la ustaca politikaları 
 sayesinde menfaatleri doğrultusunda ilişkilerini sürdürüyorlardı. 
 
Mekke'nin İslâm'dan önceki tarihi için en 
 önemli olaylardan birisi şüphesiz ki, Habeş 
 Krallığı'nın Yemen Valisi Ebrehe'nin Mekke'ye düzenlediği 
 askeri seferdir. Ebrehe, Hristiyan olan Habeş kralına yaranmak için 
 çok mükemmel bir şekilde inşa ettirdiği kiliseyi Kâbe 
 gibi bütün insanların yöneldiği bir mekân yapmak için girişimlerde 
 bulundu. Onun düşüncesi, Arapları Beytullah'tan yüz çevirip 
 buraya yöneltmekti. Bunu öğrenen bir Arap, kiliseye gidip, içerisine 
 girerek pisledi. Ebrehe bu olay üzerine kızgınlığını 
 giderebilmek için Mekke'ye giderek Kâbe'yi yıkmaya karar verdi. 
 Onun ordusunda, bir rivayete göre on üç tane fil vardı ve 
 önlerinde de Mamud adlı fil yürüyordu (İbnü'l-Esîr, a.g.e., 
 I, 442). 
 
Ancak, Fil Suresinde ve tarih kitaplarında 
 anlatıldığı üzere büyük bir yenilgiye uğrayan 
 Ebrehe, gerisin geriye kaçmak zorunda kalmıştı. Fil 
 olayı Mekkelileri o kadar etkilemişti ki, onu tarih 
 kitaplarında kendilerine ölçü almışlardı (bk. Ashâbü'l-Fil 
 ve Fil sûresi Mad.). 
 
Resulullah'ın, risaletle görevlendirilmesinden 
 sonraki on üç sene boyunca Mekke'deki cahilî yaşantıda ve 
 siyasî ilişkilerde pek bir değişiklik 
 olmamıştı. Bu devrede, Habeşistan Necaşi'si 
 Ashama, Müslümanların tarafını tutmuş, kendisine 
 sığınanlara iyi muamele etmişti. Hicretten sonra, 
 Mekke'nin fethine kadar geçen sekiz sene, Medine İslâm devletini 
 yok etmek için yapılan yoğun faaliyetlere sahne oldu. 
 
Hicretin sekizinci yılında Resulullah 
 (s.a.s.)'e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya 
 başladı. Allah Teâlâ'nın mübarek kıldığı, 
 İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten 
 ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış 
 yeni bir hayata kavuştu. Daha önce bağımsız bir 
 şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal 
 durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin 
 edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine 
 eskisi gibi bağımlı değildi. Zira, İslâm devleti 
 elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde 
 taksim ettiği için Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey 
 İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî 
 faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini 
 yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir 
 manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu. 
 Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne 
 oldu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların 
 kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac 
 ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze 
 aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini 
 kıyamete kadar sürdürecektir. 
 
Mekke, Râşid Halifeler döneminde siyasî yönden 
 sakin bir hayat yaşadı. Beytullah için tarihi bir sorun olan 
 sel baskınlarını önlemek için Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. 
 Osman (r.a.)'ın bazı çalışmalar yaptıkları 
 görülmektedir. Onlar, bazı mühendisleri buraya gönderip yüksek 
 mahallelerin bulunduğu kısımlara sedler yaptırarak 
 Beytullah'ı su baskınlarına karşı korumaya çalıştılar. 
 
Emeviler döneminde de Mekke'ye gereken ilgi 
 gösterilmiştir. Selleri kontrol altına alıp yönünü değiştirmek 
 için büyük kanallar kazılmıştı. Ayrıca, Hz. 
 Ömer tarafından başlatılıp I. Velid zamanına 
 kadar devam eden istimlaklar ile Kâbe'nin çevresindeki saha 
 büyütüldü. Muaviye, kuyular açtırıp suların 
 toplanması için bentler yaptırmış, kurduğu 
 sulama sistemi ile tarıma elverişli sahalar oluşturmaya 
 çalışmıştı. 
 
Mescid-i Haram'ın inşaası için bir 
 proje hazırlayıp uygulamaya koymak I. Velid'e nasip 
 olmuştur. O, bu projesini gerçekleştirebilmek için Suriye ve Mısır'dan 
 mimarlar getirtmişti. 
 
Mekke, Medine ve Taif gibi üç önemli şehri olan 
 Hicaz bölgesinin idaresi, Emeviler zamanında, bu aileden olan 
 önemli kimselerin elinde kaldı. Bunlar arasında Said b. el-As, 
 Mervan b. el-Hakem, Ömer b. Abdülaziz zikredilebilir. Ancak bazan bu 
 aileye mensup olmayan kimselerin de bu göreve getirildikleri 
 görülmektedir. Bu kimselerin idarî yetenekleri denendikten sonra atandıkları 
 bir gerçektir. Bundan dolayı ilk önce Taif valiliği verilir, 
 uygun görülürse bundan sonra Mekke ve Medine valilikleri de buna dahil 
 edilirdi. Tabiatıyla Hicaz bölgesinin idari merkezi Medine'de 
 bulunmaktaydı. 
 
Mekke, Emevîler zamanında bazı siyasî baskılara 
 maruz kaldığı gibi, siyasî çıkarların elde 
 edilmesi için askeri saldırılara uğradığı 
 da olmuştur. Yezid'in haksız bir şekilde hilâfet makamına 
 getirilmesini kabul etmeyen Abdullah İbn Zübeyr, muhalefetini 
 Mekke'den yürütüyordu. Bu durum, Suriye ordusunun Hicaz'a 
 gönderilmesine ve Mekke'nin kuşatma altına alınmasına 
 sebep olmuştu. Abdullah İbn Zübeyr bu orduyu mağlup 
 etmiş ve komutanlarının çoğunu da esir 
 almıştı. Daha sonra Mekke'yi tekrar kuşatan Yezid'in 
 ordusu, onun ölüm haberi üzerine kuşatmayı 
 kaldırmıştı. 
 
Mekke'de hilâfetini ilân eden Zübeyr'e Hicaz 
 bölgesinin tamamı Irak ve Horasan bölgeleri de bey'at etmişlerdi. 
 Abdülmelik b. Mervan, Emevîler'in yönetimini eline aldıktan hemen 
 sonra, Haccac komutasında bir orduyu Mekke üzerine gönderdi. 
 Zalimliğiyle şöhret bulmuş bir kimse olan Haccac'ın 
 kuşatmasına altı ay direnen Mekke, Abdullah b. Zübeyr'in 
 kahramanca savaşarak şehid edilmesiyle onun tarafından 
 işgal edilmişti. 
 
Miladî 747'de Yemen'den gelen Hariciler Mekke'yi işgal 
 etmişler; 750'deki Abbasî darbesi ile Mekke hilâfet ile birlikte 
 Abbasîler'in eline geçmişti. 
 
Abbasiler döneminde (750-961) Mekke'nin idaresi 
 hanedana mensup kimselerin elinde kalmıştır. Harun 
 er-Reşid, Mekke için büyük harcamalar yapmıştı. 
 Ayrıca onun dokuz defa Hac maksadıyla Mekke'ye gitmiş 
 olduğu bilinmektedir. Me'mun devrine gelindiğinde, ortaya çıkan 
 mecburiyet neticesinde, Mekke'nin idaresi Hz. Ali soyuna devredildi. 
 Me'mun'un ölümünden sonra Abbasîlerin çöküşü başlamış 
 ve ülke bir anarşi ortamına sürüklenmişti. Otoriteden 
 yoksun kalan kutsal topraklar sık sık kanlı çatışmalara 
 sahne oldu. 
 
Karmatîler fırkasının terör havası 
 estirdiği dönemde Mekke zorlu günler yaşadı. M. 916 
 yılından sonra Hac kervanlarının yolunu kapayan 
 Karmatiler, Mekke'ye düzenledikleri bir baskında çok sayıda 
 insanı katlettiler ve Haceru'l-Esved'i sökerek Bahreyn'e 
 götürdüler (M. 930). Sünnî İslama karşı açtıkları 
 savaşın başarısızlıkla neticeleneceğini 
 gören Karmatîler, Haceru'l-Esved'i geri getirdiler. 
 
Mısır'da Fatimîler devletinin kurulmasından 
 sonra, Hz. Ali soyundan gelenlerin Hicaz bölgesindeki etkinlikleri arttı. 
 Bu dönemden sonra Mekke idaresi, şerif olarak adlandırılan 
 Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan soyundan gelen kimselerin elinde 
 kaldı. Şerifliğin kurulması ile Mekke, nisbeten 
 bağımsız bir hayat yaşamaya 
 başlamıştı. M. 994-1039 yılları 
 arasında şeriflik makamında bulunan Ebu'l-Futûh bir halife 
 gibi hareket etmeye başlamıştı. Şeriflerin 
 idaresinde Mekke önemli bir ilerleme göstererek Medine'yi geride bırakmıştır. 
 Bu arada Fatimîlerin ve Yemen meliklerinin Mekke'ye baskı 
 yaptıkları görülmektedir. 
 
Mısır'ın 1517'de Yavuz tarafından 
 ele geçirilmesinden sonra Hicaz bölgesi Osmanlı hâkimiyet sahası 
 içerisine girmişti. Osmanlılar, Mekke idaresini şeriflerin 
 elinde bırakmıştı. Onlar, bu dönemde sahip oldukları 
 toprakları Mekke merkez olmak üzere, Kuzeyde Hayber'e, Güneyde 
 Hali'ye, doğuda ise Necd bölgesine kadar genişletmişlerdi. 
 Osmanlı hâkimiyeti döneminde Mekke, manevî bakımdan sahip 
 olduğu merkezîlik konumundan dolayı sürekli hizmet ve saygı 
 görmüştür. Buğday ihtiyacının 
 karşılanması için Mısır sürekli bir kaynak 
 kabul edilmişti. Ayrıca ilmî kurumlar ve dini bi-ıalar için 
 büyük meblağlar sarfediliyordu. 
 
IV. Murad zamanında Hacda çıkardıkları 
 kargaşalıkları sebebiyle Şiîlerin hacca gelmeleri 
 yasaklanmıştı. Bu durum Sünnî-Şiî çatışmalarının 
 Mekke'ye kadar bir yaygınlık kazanması neticesini 
 doğurdu. Ancak, Osmanlı valisinin bu emri uygulama isteğine 
 karşılık, Mekke şeriflerinin bu uygulamalara 
 yanaşmak istemedikleri görülmektedir. Mekke, Vahhabîler'in ortaya 
 çıkışlarına kadar, Zâvî Zayd, Zâvi Berekât ve 
 Zâvi Mes'ud gibi şeriflerin bitmeyen mücadelelerine sahne oldu. 
 
Necd bölgesinde güçlenen Vahhabîler, 1800'lerden 
 sonra Mekke'yi sıkıştırmaya 
 başlamışlardı. Vahhabîler ilk önce Taif'e saldırmışlardı. 
 Osmanlı valisi Galip Efendi, Vahhabî tehlikesini yok etmek için 
 çareler aradıysa da buna muvaffak olamadı. 1803'de, Emir Mes'ud 
 komutasındaki Vahhabîler Mekke'yi ele geçirdiler. Medine'de yaptıkları 
 gibi, itikadî yapılarından kaynaklanan bir takım 
 aşırılıklara giriştiler. Galip Efendi, Cidde'ye 
 doğru çekilmek zorunda kaldı. Cidde'de toparlanan Galip Efendi 
 tekrar Mekke'yi geri almaya muvaffak oldu. Ancak, Vahhabîler'in 
 hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştı. 
 
Hicazdaki Osmanlı hâkimiyetini yeniden tesis 
 etmek isteyen II. Mahmud, Mısır valisi Mehmet Ali 
 Paşayı bu işle görevlendirdi (1811). 
 
1813 yılında Cidde'ye çıkan Mehmed Ali, 
 Galip Efendi'nin de kendisine yardım etmesi sonucunda Mekke'yi 
 kolayca ele geçirdi. Vahhabîler direnemeyeceklerini anladıklarından 
 şehri boşaltıp gitmişlerdi. Mehmed Ali, Galip 
 Efendinin görevine son vererek yeğeni Yahya b. Sarur'u şerif 
 atadı. Bundan sonra Mehmet Ali'nin şeriflerin işlerine sürekli 
 müdahalede bulunduğu görülmektedir. Şeriflik için yapılan 
 mücadeleler, İstanbul'un da bu işle doğrudan ilgilenmesine 
 yol açmıştı. 
 
1869'da Süveyş kanalının açılması 
 ile İstanbul'un Hicaz bölgesiyle doğrudan teması mümkün 
 olmuştu. Şerif Hüseyin Osmanlıların, gereksiz bir 
 şekilde Birinci Dünya Savaşına katılmasının 
 peşinden İngilizlerle işbirliğine girerek Mekke'de 
 bağımsızlığını ilân etti. Şerif Hüseyin 
 daha sonra kendisini halife ilân etmişti. Ancak buna kimse iltifat 
 etmemişti. İngilizlerin, menfaatleri gereği, Hüseyin'i 
 terkedip Abdulaziz b. Suud'a destek vermeleri sonucu Hüseyin yalnız 
 kaldı. Onun 1924'de vefatı üzerine yerine geçen oğlu 
 Melik Hüseyin, tutunamayarak önce Akabe'ye, oradan da Kıbrıs'a 
 kaçtı. Mekke'yi rahat bir şekilde ele geçiren İbn Suud, 
 1926'da Hicaz kralı ilân edildi. Peşinden de Necid ve 
 diğer bölgeler de buna dahil edildi. Bu tarihden günümüze kadar 
 bu bölgeyi ellerinde bulunduran Suud Krallığı, önce, 
 İslâm coğrafyasının bu bölgesinde nüfuz kurmaya 
 çalışan İngiliz Emperyalizmine hizmet etmişler, 
 peşinden Batı Emperyalizminin lideri konumuna gelen 
 Amerika'nın yedeğine girmişlerdir. 
 
Mekke, İslâmın, İslâm ümmetinin 
 kutsal bir beldesidir. Dolayısıyla buranın gerçek sahibi 
 bu ümmettir. Bir gayri İslâmî yönetimin veya bir krallığın 
 buraya sahip çıkarak kendi malı kabul etmesi ve müslümanların 
 İslâm'ın beş temel esasından birisi olan Hac 
 ibadetini rahatlıkla yerine getirmelerine engel olması, İslâm 
 ümmeti için kabul edilebilir bir durum değildir. Mekke, necis gayri 
 müslimlerin ayak basmalarının yasak olduğu bir harem bölgenin 
 içerisindedir. Bu bölgede, bilhassa Harem-i Şerif'in içerisinde 
 insanlar, tam bir güvenlik içerisindedirler. Bunun böyle olmasına 
 rağmen, kendi sapık yönetimlerinin İslâmî olduğunu 
 halklara kabul ettirebilmek için bir takım âlim kılıklı 
 kimseleri kullanarak müslümanlara bu kutsal beldede yaptıkları 
 saldırıları ve yoğun baskıları İslâm 
 içinmiş gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Suud 
 krallığı, Mekke ve Medine'nin 
 kutsallığını istismar ederek ayakta duran ve İslâm 
 karşıtı siyasetlerine; güya şeriati 
 uyguluyorlarmış havası vererek İslâmı alet 
 etmektedirler. 
 
1979'daki Kâbe baskını ve daha sonraki 
 yıllarda emperyalizm ve müslümanların başlarına bela 
 kesilen tağutların aleyhlerine sarfedilen sözlerden dolayı, 
 haccetmeye gelen müslümanların üzerine otomatik silahlarla ateş 
 açılması olayları gözönüne alındığında, 
 bu yönetimin Mekke'nin kutsallığına ve İslami hükümlere 
 verdiği değer açık bir şekilde ortaya çıkar. 
 1979'da Kâbe çevresinde kıyam ederek Hareme sığınan 
 grubun üzerine Suud yönetimi ateş açarak çatışmayı 
 başlatmıştır. 
 
Ömer TELLİOĞLU




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.