Şamil | Kategoriler | Konular

Mekke dönemi

MEKKE DÖNEMİ

Mekke Cahiliye ortamında Hz. İbrahim'in
soyundan gelen ve onun Hanif dinini takip eden bir aileden doğan Hz.
Muhammed'in, kırk yaşında putperest toplumu gerçek dine
davet etmesi için peygamberlikle görevlendirilmesiyle birlikte ona
inanan ve inanmayan insanların 13 yıl boyunca kendi dinlerinin
savaşımını verdikleri ve nihayet azınlık-güçsüz
müslümanların kendi yurtları olan Mekke'den Medine'ye hicret
etmeleriyle kapanan bir dönemin adı; Miladî 610-623 yılları
arasında geçen İslâmî tebliğin ilk dönemi. Mekke
döneminin sonu, aynı zamanda Hicrî yılın
başlangıcıdır.

Hz. Muhammed'in peygamberlikten önceki hayatı
Mekke Dönemi içerisinde değerlendirilmez; Mekke Dönemi Hz.
Peygamber'in peygamberliğiyle başlar. Toplumunun cahilî yaşantısından
uzak kalmak ve gerçeği düşünmek için yılın belli dönemlerinde
şehirden uzaklaşan peygamberimiz yine böyle bir durumda Hıra
Mağarasında iken Cebrail (a.s.)'ın okuduğu,

"Oku, Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir
kan pıhtısından yarattı... " diye başlayan
Alâk suresinin ilk ayetlerini dinledi ve peygamberlikle görevlendirildi.
Daha önce bir kitap verilmemiş putperest bir topluma kendisine gelen
bu gerçeği anlatma görevi ile görevlendirildi. Kendisi o toplumda
sevilen, güvenilen, asil ve emin biriydi. Ona, "güvenilen Muhammed"
anlamına gelen "Muhammedül Emin" deniyordu. En değerli
emanetler başkasına değil ona bırakılıyordu.
Eşi Hz. Hatice Hz. Peygamber'in
karşılaştığı bu durumu amcası Varaka b.
Nevfel'e anlattı. İlâhî kitaplardan haberdar olan Varaka;
"Ona gelen, daha önceki peygamberlere gelen Cibril-i Emindir, O
peygamberdir. Keşke kavmi onu bu şehirden çıkardığı
zaman hayatta olsam da ona yardım etsem" dedi. Varaka'nın söylediği
aynen gerçekleşti.

Daha sonra peygamberimiz (s.a.s), Mekke'den çıkarıldı.
"Ey örtüsüne bürünen! Kalk (toplumunu) korkut; Rabbini büyük
bil, elbiseni de temiz tut" (el-Müddessir, 74/14) ayetleriyle
birlikte Hz. Muhammed'in zorlu "Mekke Dönemi" başladı.
Hz. Peygamber önce en yakın çevresini uyardı. Kendisine ilk
inananlar; hanımı Hatice, kendi evinde kalan yeğeni Ali,
azadlısı Zeyd, yakın arkadaşları Ebû Bekir,
Osman, Talha.... oldu. Çevresinde toplanan bu müslümanlar da ona yardımcı
olarak, herkes kendi güvendiği yakın çevresini yeni dinle tanıştırdı.
Kendisine dinin ulaştırıldığı insanlardan
temiz yaratılışlılar, zulme, haksızlığa,
ahlâksızlığa karşı olanlar bu dine inanıyor;
yerleşik düzenin nimetlerinden aşırı yararlanan
hırslı, zalim, merhametsiz, ahlâken zayıf Mekke ileri
gelenleri bu dine düşman oluyorlardı. Çünkü bu yeni din
onların düzenini temelden değiştirmek için gelmişti.
Onlar, dua etmek istedikleri zaman hiçbir şey duymayan, görmeyen,
kendisine bile yararı dokunmayan, elleriyle yonttukları putlara,
heykellere el açarken; yeni gelen din şunu söylüyordu: "Her
şeyi yaratan, işiten, gören, dua ettiğiniz zaman size
yardım edecek olan tek Allah'a yönelin; o putları terkedin.
" Onlar insanları efendi-köle, zengin-fakir,
yöneten-yönetilen, soylu-soysuz, sosyete-normal vatandaş,
siyah-beyaz kadın-erkek şeklinde gruplara bölüp bir kısmım
diğerlerine üstün tutarken; yeni din, bütün insanların tek
bir candan yaratıldığını, üstünlüğün
ancak kalplerdeki iyilik duygusu ve Allah korkusuyla elde edilebileceğini
ilân ediyordu. Onlar, kız çocuklarını utanç verici bir
leke olarak görürken, yeni din; kadınlara iyi
davranılmasını emrediyordu. Onlar zayıf insanları
köleleştirip pazarlarda satarken, kölesini bir hayvan gibi görür
zevki için ona işkence yaparken, yeni din; "köleleriniz kardeşlerinizdir,
kendi yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinizden onlara da
giydirin; başınıza bir siyah köle bile emir seçilirse ona
itaat edin" diyordu. Kısaca yeni din toplumu her türlü bağdan
kurtarıp, inananlara Allah'ın önünde kardeş olarak secde
etmelerini emrediyordu.

İslâm Mekke'de önceleri gizlice yayıldı.
Güvenilir dostlar arasında konuşuldu ve kendisine bir taban
oluşturdu. Bu dönem üç yıl sürdü. Davet gizli olmasına
rağmen bu yeni dinin haberi kulaktan kulağa öyle yayıldı
ki Mekke'de İslâm'ın konuşulmadığı tek ev
kalmadı. Hatta Mekke dışına da taştı ve
civar köylerden birinde oturan Ebû Zer el Gıfarî de bu yeni dini
duydu ve hemen Mekke'ye gelerek Hz. Peygamber'i bulup müslüman oldu.

"Yakın akrabanı uyar, müminlerin sana
tâbi olanlarına himaye kanatlarını indir. Şayet sana
karşı çıkarlarsa onlara şöyle de: Ben sizin yaptıklarınızdan
tamamen uzağım." (eş-Şuarâ, 26/214-216)
ayetleriyle birlikte açık davet dönemi başladı. Hz.
Peygamber ailesi olan Haşimoğullarını bir yemeye davet
etti ve kendisine gelen gerçeği onlara açıkladı. Ancak müşrikler
alay ederek dağılıp gittiler. Hz. Peygamber, başka bir
gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere toplanmaları için
çağrı yaptı. Toplandıklarında onlara şöyle
sordu: "Ey Kureyş! Size; Şu tepenin arkasında bir düşman
ordusu var ve hemen üzerinize saldıracak' desem inanır
mısınız?" Verdikleri cevap: "Evet
inanırız, çünkü senin yalanını duymadık"
oldu "O halde haberiniz olsun ki, ileride büyük bir azap günü
var..." Topluluktan bir ses yükseldi: "Günümüzü zehir
ettin! Bizi bunun için mi çağırdın?..." Ve
toplantı yine dağıldı.

Yeni dinle eski din arasında şiddetli bir mücadele
başladı. Artık Mekke'de Lâ ilâhe illallah demek büyük
bir suçtu. Aileler parçalandı. Bu mücadele sadece şehirde
değil evlerde de vardı. Baba müşrik, çocuk müslüman;
koca müslüman, eş müşrik. Ardından, evden kovulmalar,
boşanmalar, evlâtlıktan reddedilmeler, hapsetmeler,
baskılar, dayak, işkenceler başladı. Bu ortamda
Peygamber'in önderliğindeki müslümanlar, Erkam b. Ebil-Erkam'ın
* evini kendilerine merkez yaptılar ve geceleri orada buluşmaya
başladılar. Orada yeni din öğreniliyor; yeni gelen ayetler
ezberleniyor; namaz kılınıyor; evinden kovulan, aç kalan,
işkenceye uğrayan müslümanlara kanat geriliyordu. Ama en çok
da sabır öğretiliyordu. Çünkü bir günlük değildi
işkence.

Yeni dinin egemen olması halinde eski
konumlarını yitireceklerini iyi bilen Mekke eşrafı bu
gidişe dur demek için yeni taktikler geliştiriyordu. Önce alay
ettiler; "Bizim gibi soylu, zengin kişiler varken Allan buna
mı vahiy verdi" dediler. Ardından, alay ve eğlenceye
rağmen müslümanların sayısında artış
olduğunu görünce iftiraya başladılar: "Bunun söylediği
şiirdir, bu adam şâirdir, kâhinlik yapıyor. Buna bir
şeyler öğreten vardır; ondan aldığı
bilgileri bize aktarıyor; Aslında bunun söyledikleri Yahudi ve
Hristiyan din adamlarından öğrenilmiş bilgilerdir."
İftiralarına aslında kendileri de inanmıyorlardı.
Çünkü onlar, Muhammed'i çok iyi tanıyor ve onun şâir,
kâhin, nakilci olmadığını biliyorlardı. Bunu
herkes bildiği için de İslâm'ın
yayılışı devam etti ve kendi adamlarından bir
kısmı daha müslümanların safına katıldı.
Mekke'nin parlamento binası durumundaki Darün Nedve'de toplanan
Mekke büyükleri yeni politikalar ürettiler ve Hz. Peygamber'e geldiler.
Barış görüşmeleri yapmak için teklifleri kendilerince
cazipti: "Ya Muhammed, senin derdin ne? Toplumumuzu darmadağın
ettin. Eğer zenginlik istiyorsan, sana istediğin kadar mal
toplayalım. Amacın yönetici olmaksa, seni kendimize önder
yapalım, kral seçelim. Kadın istersen Mekke'nin en güzel kızlarını
sana verelim. Bu işten vazgeç, istediğini verelim. Ama Hz.
Peygamber onlara karşı net bir tavırla şöyle buyurdu:
Değil onları, bir elime ay'ı diğer elime güneşi
verseniz ben bu davadan asla vazgeçmem. Çünkü ben bunu kendi isteğimle,
arzuma göre yapmıyorum. Bunu Allah isliyor" Müşrikler
yeğenini ikna etsin diye araya amcası Ebû Tâlib'i koydular. O
da aynı teklifle geldi; ama karar kesindi. Mekke yöneticileri Ebû
Tâlib'e bir uyarı yaptılar: "Bundan sonra Muhammed'i
himaye etmekten vazgeç, onunla aramızdan çekil." Ama Ebû
Tâlib akrabalık bağlarını korumakta kararlı idi:
"Sen işine bak oğlum. Ben hayatta olduğum sürece sana
kimse hiç bir zarar veremez." Ebû Tâlib iyi niyetli idi, ama
müslümanların tamamını korumaya onun gücü yetmiyordu.
Üstelik müslüman da olmamıştı. Müslümanlar,
Peygamberimizin amcası Hz. Hamza ve bir müddet sonra da Hz. Ömer'in
müslüman olmasıyla biraz daha güçlendiler. Ancak işkence sürüyordu.
Kabilesi veya kendisi güçlü olan müslümanların
dışında herkes eziliyordu. Özellikle : köleler; bunlardan
bir aile, Yâsir ailesi İslâm'ın ilk şehitleri oluyordu.
Hz. Peygamber müslümanların bu işkencelerden kurtulabilmesi için
Mekke'yi terketmelerine izin verdi ve onları "Orada bir hükümdar
var, kimseye haksızlık ettirmez; orası emin bir yerdir.
Allah başka bir kapı açıncaya kadar oraya gidin"
diyerek Habeşistan'a gönderdi. Ve, 11 erkek dört kadın
Habeşistan'a göç ettiler. Ancak göçe katılanlar daha ziyade
güçlü müslümanlardı. Amaç, müslümanlara iyi bir üs hazırlamak
ve İslâm'ı yaymaktı. Habeşistan'a hicret edenlerin
orada iyi karşılandıkları haberi Mekke'ye
ulaştığında Mekkeliler telâşlandılar. Bu
arada bir söylenti çıkarıldı: "Bütün Mekke
müslüman oldu." Bu haber Habeşistan'a ulaşınca
muhacir müslümanlar geri döndü; ancak Mekke yakınında gerçeği
öğrendiklerinde bir kısmı tekrar Habeşistan'a dönerken
bir kısmı da gizlice Mekke'ye girdi.

Bir süre sonra Mekke'den daha büyük bir kafile
İkinci Habeşistan hicretine katıldı. Bunlar
yetmiş üç kişi idiler. Mekke müşrikleri İslâm'ın
orada güçlenmesinden endişelenerek gidenleri geri getirmek için
hazırladıkları değerli hediyelerle birlikte iki elçilerini
Habeşistan Necaşisine gönderdiler. Elçiler Necaşinin
huzuruna çıktıklarında önce hediyeleri verdiler. Sonra da
isteklerini açıkladılar: "Şehrimizden ülkene kaçan
bir grup insan var; onları bize geri vermeni istiyoruz."
Necaşi kendisine sığınan insanların görüşünü
almadan evet diyemeyeceğini söyledi ve müslüman muhacirler saraya
çağrıldı.' Orada bir konuşma yapan Hz. Peygamber'in
amcasının oğlu Cafer; kendilerinin köle olmadıklarını,
suçlu olmadıklarını, özgür birer insan olarak buraya
geldiklerini söyledi ve bu elçilerin hangi hakla kendilerini geri
götürmek istediğini sordu. Cafer şöyle konuştu:
"Biz, cehalet içinde yüzen, putlara tapan, güçlünün zayıfı
ezdiği bir topluluktuk. Cenab-ı Allah aramızda kendisine güvendiğimiz
bir peygamber gönderdi. O bizi tek Allah'a ibadet etmeye çağırdı.
Doğru söylemeyi, verdiğimiz sözü tutmayı, akrabalık
bağlarına ve komşuluk haklarına saygı göstermeyi,
kötülükten ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Biz de ona ve
getirdiklerine inandık. Bu yüzden halkımız bize düşman
oldu; dinimizden döndürmek için işkence yaptı. Biz de senin
ülkene sığındık." Necâşi'nin, Hz. İsa
hakkında ne düşündüklerini sorması üzerine Meryem
Suresinden bir bölüm okudu. Necâşi okunan ayetlerin ilâhî bir
kaynaktan geldiğini anladı ve şöyle dedi: "Bu,
İsa'nın getirdiği ile aynı kaynaktan geliyor."
Kureyşli elçilere de; "Gidebilirsiniz. Çünkü, Allah'a yemin
ederim ki onları size teslim etmeyeceğim" dedi. Mekkeli elçiler
hediyeleri de kabul edilmeyerek gerisin geriye gönderildi. Habeşistan'a
hicret eden bu müslümanların bir kısmı Medine'ye hicret'e
kadar orada kaldı ve daha sonra Medine'de kurulan İslâm
devletine hicret ederek Medine'ye geldiler.

Mekke yöneticileri uyguladıkları
yaptırımlardan sonuç alamadılar. Üstelik Hz. Hamza, Hz.
Ömer gibi güçlü müslümanlar putları hiçe sayarak açıktan
açığa Kâbe'de namaz kılmaya da
başlamışlardı. Nihayet en önemli kararı
aldılar: "Bundan sonra Muhammed'in kabilesi
Haşimoğulları ile tüm ilişkiler kesilecek, onlarla
alışveriş yapılmayacak, kız alınıp
verilmeyecekti. Bu uygulama Haşimoğulları Muhammed'i
reddetsin veya Muhammed bu peygamberlik iddiasından vazgeçsin diye
başlatılmıştı." Bu sözleşmeyi her kabîlenin
reisi imzaladı ve Kâbe'nin duvarına astılar. Ancak
ayrı gibi görünen kabîleler arasında kız alıp
vermelerle yeni akrabalıklar oluştuğu için Haşimoğulları
kabîlesi yalnız kalmadı ve boykotçu kabîlelerin bazı
üyeleri gizliden gizliye yardımlarını sürdürdüler.
Boykot tam olarak uygulanamadı ama müslümanlar çok zor anlar da yaşadılar.
Öyle ki kurumuş deri parçalarını, ot ve ağaç
kabuklarını yemek zorunda kaldılar. Akrabalık
bağlarına çok önem veren Mekkeliler için bu boykot kararı
yüz kızartıcıydı; ama bu bir din
savaşıydı ve üst düzey yetkililere göre yapılmalıydı.
Ancak, üç yıl süren bu boykotun müslümanlarda bir gevşeme
meydana getiremediğini gören müşriklerin bir kısmı
zaten istemeyerek katıldıkları bu boykotun
kaldırılmasını istediler ve Kâbe'ye astıkları
anlaşma metnini oradan kaldırttılar. Müşrikler
aynı zamanda bir mucizeye de tanık oldular: "Allahım
senin adınla" yazısı dışında bütün
kâğıt, kurtlar güveler tarafından yenmişti. Bu
mucize üzerinde olumlu bir etki yapmadı. Boykotun
kaldırılmasıyla birlikte müslümanlar biraz rahatladılar.
Ancak Peygamberimizin hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebû
Tâlib'in ardarda gelen vefâtları, müslümanları hüzne boğdu.
Bu yıla daha sonra "Hüzün Yılı" adı
verildi. Peygamber de artık müşriklerin fiili
saldırılarına uğruyordu: Başına toz toprak
attılar, Mescitte namaz kılarken üzerine işkembe koydular,
dövdüler.

Hz Peygamber yanına evlâtlığı
Zeyd'i alarak komşu şehir Taif'e gitti. İslâm'ı
onlara da duyurmak istedi. Çünkü o sadece Mekkelilere değil
âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Ama orada da aynı
karakterde insanları buldu. Kendilerine gelen bu misafiri alaya
aldılar; ayak takımını kışkırtarak onu
şehirden çıkana kadar taşlattılar. Kan içinde geri
döndü. Ancak, kendi şehrini bir defa terkeden kişi bir
başkasının himayesinde olmaksızın geri dönemezdi.
Bu yüzden Hz. Peygamber de Mekke'ye müşrik Mut'im'in himâyesinde
girdi.

Mekke'de zulüm dinmemişti, Resulullah, İslâm'ı
civar kabîlelere de anlatıyor ve her geçen gün müslümanların
sayısı artıyordu. Hıra'da Cebrail'in "Oku."
emrinden bu güne on yıl geçti. Ve bir gece Hz. Peygamber Allah
tarafından Mekke'den alınıp Kudüs'e, oradan da göklere çıkarıldı.
"Kulu Muhammed'i geceleyin Mescidi Haram'dan alarak, ayetlerimizi göstermek
için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Allah işitendir,
görendir" (el-İsrâ, 17/1). Mirac, denilen bu olayda, Hz.
Peygamber, anlamakta zorluk çekeceğimiz ama Allah'ın
bildirmesiyle iman ettiğimiz bir çok mucizelerle karşılaştı.
Sidretül Münteha (göklerin en uç noktasına)'ya kadar yükseldi.
Kendisine Cennet ve Cehennem gösterildi ve bazı emirler ve İslâm'ın
bir kısım kuralları verildi. Beş vakit namaz da bu
gece farz kılındı.

Peygamberimiz sabahleyin bu olayı
anlattığında Mekkeliler, onun delirdiğine hükmederek
sevinç haberini birbirlerine yaydılar. Bazıları da müslümanlara
koştu bu müjdeyle; "Sizinki göğe çıkmış"
demek için. Hz. Ebû Bekir'e de geldiler, ama o beklemedikleri bir
cevapla karşılaştılar: "Bunu o söylediyse doğrudur".

Cahiliye Arapları her yıl hac mevsiminde Kâbe'de
toplanır haccederlerdi. Bu mevsimde Mekke'de ticaret için panayır
da kurulurdu. Yine böyle bir hac mevsiminde Hz. Peygamber Mekke dışından
gelen insanları tek tek dolaşarak İslâm'ı
anlatıyordu. Medine'den gelen bir grup insana da anlattı ve
onlar müslüman oldular. Bunlar Medine'ye altı müslüman kardeş
olarak döndüler.

Kısa sürede Medine'de İslâm duyuldu ve her
evde konuşulmaya başlandı. Medine'de iki büyük kabile yaşıyordu;
Evs ve Hazrec Medine'de ayrıca Yahudiler de vardı. Medineliler
Yahudilerle temasta olduklarından, yakında bir peygamberin çıkacağını
biliyorlardı. Bu yüzden İslâm'ın yayılması
Medine'de daha hızlı oldu ve Medine'li müslümanlar bir yıl
sonra Mekke'ye on iki kişi olarak tekrar geldiler. Bu defa
aralarında Evs ve Hazreç'in her ikisinden de müslüman vardı.
İki düşman kabîle İslâm sayesinde kardeş
olabilecek, düşmanlıklar ortadan kalkacaktı. Bu on iki müslüman
Mekke dışında Akabe denilen yerde geceleyin Hz.
Peygamber'le bir görüşme yaptılar ve Peygamber'e söz
verdiler: "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacaklar;
hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, ırza geçmeyecekler,
çocukları öldürmeyecekler, iftira etmeyecekler, haktan ayrılmadığı
sürece Peygamber'e itaat edeceklerdi. Bunların
karşılığında onlara Cennet vardı. Bu Birinci
Akabe Bey'atına katılanlar Medine'ye dönerken Hz. Peygamber
Habeşistan'dan yeni dönen Mus'ab b. Umeyr'i de onlarla birlikte
gönderdi. Mus'ab'ın görevi, Medineli müslümanlara dinlerini öğretmek
ve İslâm'ı diğer Medinelilere ulaştırmaktı.
Mus'ab, Medine'de 11 ay kaldı ve hac mevsimi öncesinde Mekke'ye
döndü. Resulullah'a bir yıllık raporu şu cümleyle
özetledi: "Medine'de İslâm'ın
konuşulmadığı tek ev kalmadı ya Resulullah"
Bir ay sonra da Medine'den yetmiş üç erkek sekiz kadından
oluşan bir heyet hac münasebetiyle Mekke'ye geldi ve İkinci
Akabe bey'atı gerçekleştirildi. Medine'ye döndüklerinde
müslüman bir topluluk olarak sorumlulukları büyük olacağından
Hz. Peygamber onları grup grup örgütledi. On iki lider seçildi;
dokuzu Hazreç'li üçü Evs'li. Bu bey'atın ne anlama geldiğini
içlerinden biri diğerlerine şöyle izah etti: "Siz, siyah,
kırmızı tüm insanlara savaş açmayı göze alıyorsunuz.
Bu yüzden eğer mallarınız eksildiğinde ve
bazılarınız öldürüldüğünde onu terkedeceğinizi
düşünüyorsanız onu şimdi bırakın. Çünkü onu
o zaman terkederseniz; bu, dünyada da ahirette de utanç duymanıza
sebep olur. Fakat eğer sözünüzden dönmeyeceğinizi düşünüyorsanız
onu alın; çünkü Allah'a andolsun bu, hem dünya hem de âhiret
için kurtuluştur." Onların bu derece tehlikeli sonuçlar
doğuracak biatı ise şuydu: Peygamber ve müminler Medine'ye
hicret edecekler, onlar da kendilerine gelen bu kardeşlerini sonuna
kadar savunacaklardı. Hz. Peygamber'in isteği netti: "Beni,
eşlerinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi
koruyacaksınız. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin
savaştığınızla savaşır,
barıştığınızla
barışırım." Bütün bunların
karşılığında Medineli müslümanların mükâfatı
Cennet olacaktı.

Bu görüşme ve biattan sonra Mekkeli müslümanlar
birer-ikişer, gizli-açık Medine'ye göçmeye başladılar.
İslâm'ın Medine'de güçlenip kendi kontrolleri dışında
daha da gelişeceğinden korkan Mekkeli müşrikler bu göçü
durdurmaya karar verdiler. Ancak bunu başaramadılar. Artık
Mekke'de Hz. Peygamber (s.a.s), Ebû Bekir ve Ali dışında
pek müslüman kalmamıştı. Müşrikler son
kozlarını oynamaya karar verdiler. "Muhammed de Medine'ye
gidip adamlarının başına geçerse vay başımıza
geleceklere! Ona bu fırsatı vermeden yok etmeliyiz" deyip
Hz. Peygamber'i öldürmeye karar verdiler. Ancak Cebrail (a.s)'ın bu
komployu haber vermesiyle Resulullah önlemini aldı ve evini
kuşatmış olan saldırganların arasından Yâsin
suresini okuyarak çıktı. Allah'ın bir mucizesi olarak
aralarından geçen Peygamber'i göremediler. Hz. Peygamber Mekke'deki
son işleri tamamlamak üzere Hz. Ali'yi geride bırakarak
yakın arkadaşı Ebû Bekir'le birlikte Mekke'yi terketti.
Ancak Mekkeliler, kaçırdıkları bu adamı öldürene ya
da getirene ödüller koyarak etrafa haber saldılar. Peygamberimiz ve
arkadaşı Ebû Bekir üç gün Mekke yakınındaki bir
mağarada gizlendi ve müşriklerin bulmaktan ümit kestikleri bir
anda mağaradan çıkarak Medine'ye yöneldi. Kendisini Medine'de
bekleyen müslümanlara bir takım zorluklara rağmen
ulaştı ve İslâm'ın "Mekke Dönemi" kapandı.
"Medine Dönemi" başladı.

Mekke Dönemi İslâmi tebliğin ilk ve zorlu dönemiydi.
Bu tebliğin yöntemini bizzat Allah Teâlâ koyuyor, Hz. Peygamber de
Allah'ın gözetimi ile aşama aşama bu görevi
yürütüyordu. Dolayısıyla Allah Resulunun bu yönteminden alınacak
önemli dersler vardır:

1) Hz. Peygamber müşrikleri öncelikle tek
Allah'a kulluğa çağırıyor; onun
dışındaki bütün bağlardan kurtulmalarını söylüyordu.
Allah'a tam bir teslimiyet olduktan sonra Allah'tan gelecek olan emirleri
kabul etmek zor olmazdı. Bu yüzden Hz. Peygamber "Lâ ilâhe
illallah" mesajını öne çıkardı. Çünkü
toplumun en büyük sapkınlığı birden fazla ilâha
tapma idi. Birçok ilâha ibadet eden topluma İslâm'ın
getirdiği mesaj şuydu: "Sizin dediğiniz gibi birden
çok ilâh yoktur; tek bir ilâh vardır, o da Allah Teâlâ'dır."
Buradan hareketle diyebiliriz ki, bir davetçi davet edeceği toplumun
en önemli hastalığını tespit edip
yoğunluğu/önceliği o hastalığa vermelidir.

2) Resulullah'a indirilen ayetler kâfirlerin en zayıf
noktalarını yakalıyor, ellerini kollarını
bağlıyor, inatçı olmayanların inanmaları için
ona da hiç bir neden bırakmıyordu. Meselâ, kâinat olaylarını
örnek veriyor ve yontulmuş taşlara ibadet edenlere; "Her gün
görüp durduğunuz bu kadar olağanüstü olayları yaratan
Allah'a boyun eğin" diyordu. Bu, müslümanların her dönemde
kullanmaları gereken bir usuldür.

3) Hz. Peygamberin getirdiği mesaj toplumda kabul
edilen en güzel, en çekici bir şekilde sunuluyordu. Kur'an-ı
Kerim şiirin revaçta olduğu bu topluma insan yeteneğini
geride bırakan bir şiir üslûbuyla indirildi.

4) Davet, öncelikle yakınlardan, güvenilir temiz
insanlardan başlanarak açıklandı. İlk anda bütün
bir topluma sunulmadı. Bu da bir davanın yayılabilmesi için
öncelikle kendisine sağlam bir zemin hazırlaması, öncü
elemanlarını hazırlaması gerektiğini öğretiyor.
Hz. Peygamber, Mekke'de fıtratı bozulmamış
insanları diğerlerinden ayrı tutarak davette önceliği
onlara verdi. Davetçi, tanıdığı ve güvendiği
insanlara gitmeli, uzun vadeli yola güvenilir olamayan tanımadığı
insanlarla çıkmamalı.

5) Müslümanlar zayıf oldukları dönemlerde
kâfirlerin tüm baskılarına sabrettiler. Allah onlara bir müddet
savaşma izni vermedi. Medine'de sağlam bir zemin
hazırlandıktan sonra onlara savaş izni verildi. Gerçi
müslümanlar Medine'de azınlıktılar ama artık bir
cephede toplanabilmişlerdi. Mekke'de ise darmadağın ve güçsüzdüler.
Savaş imkânları yoktu. Bir davanın hazırlık ve
örgütlenme safhasında düşmanla fiilî çatışmaya
girmeyip her türlü hazırlığını tamamlamak
gerektiği sonucunu Resulullahın bu uygulamasından çıkarabiliriz.

6) Resulullah gizli davet döneminde dirençli
elemanları çevresinde topladıktan sonra açık davet dönemini
başlattı. Bu dönemde karşı tarafın bütün baskı
ve işkencelerine rağmen inancından taviz vermedi. Zira bu dönem
açık davet, gizli örgütlenme dönemiydi. Gündüz kâfirlerin karşısına
çıkıp; "Sizin taptıklarınız kendilerine
bile fayda veremez. Gelin bu yanlış yoldan vazgeçin" diye
onların yanlışlığını yüzlerine
vuruyor; geceleyin Erkam'ın evinde gizlice toplanıp çalışma
programı hazırlıyor, davetin elemanlarına taktikler
veriyordu. Bu uygulama bize, İslâm dâvetinin temel özelliklerinden
birini öğretiyor: Davet açık, örgütlenme gizli yapılır.
Davet için de örgütlenme için de kâfirlerden izin alınmaz.

7) Müşrikler parlemantoları durumunda olan
Darün-Nedve'de toplanırlar karar alırlardı. Peygamberimize
yaptıkları tekliflerin biri şuydu: "Bu davadan vazgeç,
seni "Reis yapalım." Resulullah taktik gereği bunu
yapabilir, gücü elinde topladıktan sonra da getirdiği dini
benimsetebilirdi. Ama İslâm açık bir din olduğu için
Resulullah bu yola başvurmadı; işkencelere rağmen
hakkı söyledi. Daru'n Nedve'de bir yer kapma yerine Darul-Erkam'da
kendi meclisini oluşturdu. O halde İslâm davetçileri
kâfirlerin kontrolündeki bir harekete katılmamalı, kendi
hareketlerinin programını kendileri
oluşturmalıdırlar.

8) Müslümanların güçlü olanları Mekke'de
güçsüzlerle tam bir dayanışma ortaya koymuş
malını-mülkünü ortaya dökmüştü. İslâm'a
inananlar kardeş oldular; dünya nimetleri, zenginlikler belli
ellerde, kasalarda toplanmadı. Tek gaye vardı; Allah'ın
dini egemen olsun. O halde her dönemde bir davaya iman edenler kardeş
olduklarının bilincinde olmalı, varlıkta ve yoklukta
eşit olabilmeliler. Hedefe ulaşılana kadar dünyalıklardan
vazgeçilebilmelidir.

9) Hz. Peygamber, Mekke'de hiç bir insana konumundan
dolayı öncelik vermedi. Köleleri de zengin efendileri de yanına
aldı; çocukları da kadınları da. Ancak İslâm'ın
güçlenmesi için ileri gelen eşrafın müslüman olması için
de uğraştı, hatta dua etti. Peygamberimizin bu
davranışından yola çıkarak şu hükme varılabilir:
Davetçi toplumunun yetenekli, üst düzey insanlarını kendi
davasına kazandırmak için öncelikler verebilir. Bu da onun
müstekbirlere meylettiği anlamına gelmez.

10) Hz. Peygamber'e inanan müslümanlarla aileleri
arasında büyük çatışmalar meydana geldi. Aile
bağları yerine inanç bağı gözönünde bulunduruldu.
Bu örneği benimseyen müslümanlar her zaman ve her yerde, inanç bağıyla
asabiyet karşı karşıya kaldığı zaman
tercihini inançtan yana koymalı varlıklı ailenin çocuğu
olan Mus'ab b. Umeyr gibi gerektiğinde ailesini terkedebilmelidir.

11) Müslümanların bir kısmının
işkence ortamından kurtulup daha iyi bir ortamda bulunmak için
Habeşistan'a hicret etmesinden şu sonuç çıkarılabilir:
Müslümanlar, gerektiğinde müslüman olmasa dahi adâletli, haksızlık
yapmayan insan haklarına saygı duyan bir ülkeye iltica
edebilirler. Bunu yapmaları o ülkeyi dost edindikleri anlamına
gelmez.

12) Hz. Peygamber, Taif seferi dönüşünde
Mekke'ye müşrik olan Mut'im'in himayesinde girdi. Bu da Hz.
Peygamber'in müşriklerin emrine girdiğini göstermez. Hz.
Peygamber, dininden hiç bir taviz vermediği halde Mut'im ona bir
insan olarak sahip çıkmış, Peygamber'den dini ile ilgili
bedel istememiştir. Bu sadece karşılıksız
yapılan bir yardımdır. Bunun yanında Hz. Ebû Bekir'in
benzer bir olayı vardır. İbn Daine Hz. Ebû Bekir'i
himayesine alır. Ancak gizliden gizliye ibadetinde serbest
olduğunu, ama açıktan açığa Kur'an
okuyamayacağını söyler. O zaman Hz. Ebû Bekir onun
himayesine ihtiyacı olmadığını, kendisine
Allah'ın yeteceğini bildirir. Eğer Hz. Ebû Bekir olayında
olduğu gibi müşrikler himaye
karşılığında müslümanın inancından,
ibadetlerinden vazgeçmesini isterlerse o zaman onların himayesi
reddedilir. Günümüzde de kapalı yerlerde (mescitlerde, evlerde)
Allah'a ibadeti serbest bırakan kâfirler İslâm'ın toplum
hayatına girmesini engelliyorlar. Bunu yaptıklarından
dolayı müslümanlarla onların arasında bir düşmanlığın
olması gerekir.

Mekke dönemi, günümüz müslümanlarının
ders alacakları birçok örnekle doludur.

Mekke döneminde inen Kur'an ayetleri daha ziyade
inanç temellerini konu edinir. Mekke döneminde kâfirlerin baskısı
altında ezilen, hiç bir güvencesi olmayan insanlara hukukî emirler
verilmedi. Meselâ bir tesettür ayeti yoktu o dönemde. Çünkü müşriklerin
insafına kalan zayıf müslüman hanımların tesettürleri
çekip çıkarılabilir ve müslümanlar buna karşı
birşey yapamazlardı. Allah müslümanlara uygulanma imkânı
olan emirleri veriyordu. Namazı bile gizlice kılan müslümanlara
Allah ezan okumalarını emretmedi. Mekke, imanın
olgunlaşması, gerçekten inanan insanların ortaya çıkması
için bir imtihan dönemiydi. Ama artık İslâm tamamlandı.
Günümüzde de müslümanların baskı altında olduğu
yerleri Mekke Dönemi ile kıyaslayarak İslâm'ın hukuki
emirlerini yok saymak mümkün değildir. İslâm'ın ilk
geliş dönemiyle bu dönem bir tutulmaz. Kur'an tamamlanmıştır;
müslümanlara farz kılınan yükümlülükler kıyamete
kadar geçerliliğini sürdürecektir. Müslümanlara düşen,
baskı altında ezildikleri Mekke Dönemini andıran zemin ve
zamanlarda bütün güçleriyle İslâmı yaşamaya çalışmak
ve bir an önce Medine Dönemini hazırlamaya çalışmaktır.
Nefsine uyup, "Mekke döneminde yaşıyoruz" diyerek
İslâmî yükümlülüklerden kaçmak çözüm değildir.

Fedâkâr KIZMAZ


Konular