Şamil | Kategoriler | Konular

Lzdlrar

lZDlRAR

Şiddetli sıkıntıya düşmek,
bir şeye muhtaç olmak. Aynı kökten bir isim olan zarûret
kelimesi "şiddetli sıkıntı" anlamına
gelir. "Zarûret beni şunu yapmaya mecbur etti", "Filan
şuna ve şuna muzdar kaldı, yani şiddetli
sıkıntı yüzünden şunları şunları
yapmak zorunda kaldı" denir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab,
Beyrut 1955, IV, 483).

Dinde ızdırar hâli; insanı dinin yasak
ettiği bir şeyi yapmaya veya yiyip içmeye mecbur bırakan
durumdur. Bu, insanın, yasak olan şeyi yapmadığı
takdirde öleceğini veya ölüme yaklaşacağı bir
sınıra geleceğini kesin olarak veya gâlib zanla bilmesidir.
Burada, kişinin ölüm sınırına kadar sabretmesi
şart değildir. Şiddetli sıkıntı hali ortaya
çıkınca İslâm'ın haram kıldığı
şeyler mübah olur. Bunlardan hayatını sürdürecek kadarını
yiyip içmesi caiz olur (es-Serahsî, el-Mebsût, XI V, 48; el-Kâsânî,
Bedâyiu's-Sanâyi', VII, 176; es-Suyûtî, el-Eşbâh ve'n-Nezâir,
s.61; Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu mecelleti'l-Ahkâm, 21. mad
. şerhi).

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Şüphesiz
size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah'tan
başkası için kesilen hayvanı haram
kılmıştır. Fakat darda kalana
başkasının payına el uzatmamak ve zarûret miktarını
asmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır,
merhamet edendir" (el-Bakara, 2/173). "Size ne oluyor ki, Allah
size darda kalmanızın dışında, haram
olanları uzun uzun anlatmışken adının üzerine anıldığı
şeyi yemiyorsunuz" (el-En'âm, 6/119; bk. el-En'âm, 6/145;
en-Nahl, 16/115; el-Mâide, 5/3). Mecbur olmak ve darda kalmak (ızdırar),
Kurtubî'nin (ö. 671/1273) dediği gibi "ya haksız olarak
bir kimsenin zorlamasıyla yahut da açlık hâlinde helâl
yiyecek bulamamakla gerçekleşir. Kişi zaruret hâlinde bütün
mübahlardan aciz kaldığı için Allahü Teâlâ bütün
haramları mübah kılmıştır" (el-Kurtubî,
el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'ân, 3. Baskı, Mısır 1387, II,
232, 275).

Yine âyetlerde "Kendi elinizle kendinizi
tehlikeye atmayınız" (el-Bakara, 2/195), "Kendinizi
öldürmeyiniz" (en-Nisâ, 4/29) buyurulur. Darda kalıp, yeme içmeyi
terkederek ölen kimse Allah'a âsi olur. Çünkü bunda kendisini
tehlikeye atmak vardır. Ebû Yûsuf (ö. 182/798), Ebû İshak
eş-Şîrazî (ö. 476/1083) ve Hanbelîlerden bir görüşe göre,
darda kalanın ölü hayvan veya domuz etini yemesi vâcib değil
mübahtır. Çünkü darda kalan bunları yememekle haramdan kaçınmış
olur. Diğer yandan ölü hayvan eti yemek ona tiksinti verebilir.
Nitekim sahabe uygulaması da bunu gösterir. Ashâb-ı kiramdan
Abdullah b. Huzayfe es-Sehmî (r.a) Bizans'ın Suriye orduları
başkumandanı tarafından hapsedilmiş ve yanına
üç gün süreyle yalnız suyla
karıştırılmış şarap ve
kızartılmış domuz eti konulmuştu. Abdullah
bunları yemedi, içmedi; açlık ve susuzluktan bayılacak
duruma gelince, ölmesinden korktular ve hapisten çıkardılar.
O, başkumandana dedi: Darda (muzdar) kaldığım için
Allah bunları bana helâl kıldı. Fakat ben dinim konusunda
sana bu zevki tattırmak istemedim" (İbnü'l Hümâm,
Fethu'l-Kadîr, VII, 298; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 596).
Burada yemenin mübah oluşu bir ruhsattır. Diğer ruhsatlar
gibi uyma zorunluluğu bulunmaz. Âyette şöyle buyurulur:
"Allah size, darda kalmanızın dışında haram
olanları bir bir anlatmıştır" (el-En'âm, 6/119).
Bir şeyin haramdan istisna edilmesi, onun helâl veya mübah olduğunu
gösterir.

Darda kalmanın (ızdırar halinin) bir
takım şartları vardır. Her zarûret iddiasında
bulunanın bu iddiası kabul edilmez ve haram fiil ona mübah
olmaz. Söz konusu şartlara gelince:

a. Zarûret hâlinin o anda mevcut olması gerekir.
Tecrübelere dayanarak mal, can veya uzuv telefi korkusu yahut telef
tehlikesi gibi... Burada haramı yeme veya içme konusunda telefin
kesin olması yahut ölüm sınırına gelinmesi şart
değildir.

b. Darda kalanın şer'an sakıncalı
olan fiili işlemek zorunda kalması; tehlikeyi gidermek için
haramı yeme dışında, mübah başka bir çıkış
yolu bulunmaması gerekir. Çünkü izdırar hâlinde haramı
kullanmanın sebebi, beslenme zarûretidir.

c. Harama yönelmeyi mübah kılan sağlam bir
özrün bulunması gerekir. Canı veya uzvu teleften korumak için
haramı yemek gibi. Aksi halde kişi gücünü yitirir, toplumdan
uzak bir yerde kalarak yaşamını kaybedebilir.

d. Darda kalanın İslâm'ın prensiplerine
aykırı hareket etmemesi gerekir. Bu yüzden zina, başkasını
öldürme, dinden çıkma ve gasb hiçbir şart altında helâl
olmaz. Çünkü bunlar özünde kötülük olan fiillerdir. Ancak darda
kalanın kalbi imanla dolu halde küfür kelimesini söylemesine izin
verildiği gibi (en-Nahl, 16/106; es-Serahsî, el-Mebsût, XXIV, 43,
44); sahibi darda olmadığı zaman, başkasının
yiyeceğini zorla bile olsa almaya da ruhsat verilir. Buna göre
mübah kılmakta ruhsat birbirinden farklıdır. Çünkü
mübah kılma, haramı helâle çevirir ve ondan haramlık
vasfını kaldırır. Ruhsat ise günaha engel olur, fakat
fiil haram olarak devam eder.

Bir kimseyi öldürüp etini yemek kesinlikle mübah
olmaz. Nitekim Şâfiîler dışında çoğunluk
İslâm hukukçularına göre, ölmüş insan etini yemek de
helâl değildir. Ancak Hanbelilere göre, ölen kimse düşman
askeri gibi kanı helâl birisi ise darda kalan onun etini yiyebilir.
Ölü, hayatında iken öldürülmesi haram bir kimse ise, öldükten
sonra da onu yemek câiz değildir. Dayandıkları delil
şu hadistir: "Ölünün kemiğini kırmak, dirinin
kemiğini kırmak gibidir" (Mâlik, el-Muvatta, Cenâiz, 45;
İbn Hanbel, VI, 58, 100). Böyle bir kimseyi öldürmek nasıl
haram ise, öldükten sonra etini yemek de aynı şekilde
haramdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 601; en-Nevevî,
el-Mecmû Şerhu'l-Mühezzeb, IX, 41).

e. Çoğunluğun görüşüne göre, zararı
gidermek için en az miktarla yetinmek gerekir. Çünkü haramın mübahlığı
zarurete dayanır. Zarûretler ise kendi miktarlarıyla
sınırlıdır (Mecelle, mad. 22).

f. Tedavi zarureti hâlinde kullanılacak haram
ilacı, takvasına ve meslekî bilgisine güvenilen bir doktorun
tavsiye etmesi gerekir. Diğer yandan bunun yerini tutacak helâl bir
ilacın veya tedavi yönteminin bulunmaması da şarttır.
Darda kalma hali belli bir zamanla sınırlanamaz. Doktorun,
hastalığın gerektirdiği ölçüler içinde kadını
açması, bakması ve dokunması câizdir.

Hanefilere göre, şifâ vereceği kesin olarak
biliniyorsa haram ile tedavi caizdir, bilinmiyorsa mübah olmaz.
El-Kâsânî (ö. 587/1191) bu konuda şöyle der: "Açlık hâlinde
ölü hayvan eti yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazda
kalan lokmayı gidermek üzere şarap içmek nasıl câiz ise,
şifa vereceği kesin olarak bilindiği takdirde haram yiyecek
ve içeceklerle tedavi de bunun gibi caizdir, ancak onlarla
şifanın meydana geleceği bilinmiyorsa câiz olmaz. Ancak
Ebû Yusuf (ö. 182/798) aslında haram olduğu halde deve
sidiğinin tedavi amacıyla içilmesini caiz görmüştür.
Çünkü Hz. Peygamber, iklim değişikliği nedeniyle hasta
olan Arenîler'e böyle bir tedavi yolu göstermiştir. Ebû Hanife
(ö. 150/767) ise bu hadisi yalnız Arenîlerle ilgili ve sınırlı
olarak kabul eder" (es-Serahsî, el-Mebsût, X, 156; el-Kâsânı,
Bedâyîu's-Sanâyi', 1, 61, 62; İbn Hacer el-Askalânî,
Fethu'l-Bârı, X, 150; es-Suyûtî, el-Eşbâh ve'n Nezâir,
s.60; İbn Âbidin, Reddü'l Muhtâr, V, 224; Abdülkerim Zeydan,
İslâm Hukukunda Zaruret Hali, Terc.

Hayreddin Karaman, Günün Meseleleri, İstanbul
1982, 1, 198-216; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 595;
ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, 111, 518).

Kimi zaman darda kalan kimse ölümüne yol açacak
zorlama karşısında azîmet veya ruhsat yolunda birisini
tercih edebilir. Meselâ; silâhla küfre zorlanan kimse ölmemek için, dıştan
bunu kabul etmiş görünebilir. Bunun cevazı şu âyete
dayanır: "Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor
altında kalan hariç, inandıktan sonra gönlünü küfre açarak
Allâh'ı inkâr edenlere, Allah katından bir gazap vardır,
büyük azap da onlar içindir" (en-Nahl, 16/106). Bu âyet, Ammâr
b. Yâsir hakkında inmiştir. Müşrikler Ammâr'a, anasına
ve babasına işkence ederek onu küfre zorlamışlardı.
Ammâr'ın ana ve babası şehid edilmiş, kendisi ise
ağır işkence altında küfrü gerektiren sözleri
söylemişti. Gelip durumu arzedince, Hz. Peygamber ona; "Ne oldu
Ammâr?" diye sormuş, o da; "Durum çok kötü ey Allah'ın
Rasûlü, seni kötülükle, onların tanrılarını da
iyilikle anmadıkça beni bırakmadılar" diye cevap
vermiştir. Peygamber (s.a.s) "Kalbini nasıl buldun"
demiş; Ammâr ise, "imanla dolu buldum" cevabını
vemiştir. Bunun üzerine Allah elçisi, "Onlar sana aynı
şeyi yaparlarsa, sen de aynı şeyi tekrar edebilirsin"
buyurmuştur (es-Serahsî, a.g.e, XXIV, 43, 44; Tefsîru'l-Kurtubî,
1, 180, 182; İbnü'l Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 111, 167).

Yalancı peygamber Müseylime'nin casusları
iki müslümanı yakalayarak Müseylime'ye getirdiler. Bunlardan
birisi işkence altında, kendisinden istenen sözü söyledi ve
serbest bırakıldı. İkincisi söylemedi ve Müseylime
onu öldürdü. Sağ kalan Rasûlüllah'a gelerek durumu arz etti ve
şu cevabı aldı: "Arkadaşın imanında
sebat ederek öldü. Sana gelince ruhsatı tercih etmiş
oldun" (Tefsîru'l-Kurtubî, X, 182; İbnü'l-Arabî, a.g.e, 111,
167).

Darda kalma takıyyeyi de gerektirebilir.
Takıyye, bir kimsenin zor karşısında, ölüm veya işkenceden
kurtulmak, kendini korumak için, olduğundan başka türlü
görünmesi ve davranmasıdır. Allâhu Teâlâ şöyle
buyurur: "Müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dost
ve idareci edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan bekleyeceği hiç
bir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır.
Allah sizi kendisiyle sakındırır. Dönüş
Allah'adır" (Âlu İmram 3/28). İbni Abbas "ancak
onlardan sakınmanız müstesnadır" âyetinin tefsirinde
şöyle demiştir: Bu kalbi imanla dopdolu olduğu halde,
diliyle küfrü gerektiren sözü söylemektir. Böyle yapan öldürülmez
ve günah işlemiş olmaz" (Tefsîru'l-Kurtubî, IV, 57; bk.
es-Serahsî, a.g.e, ,X X I V, 45, 46) . İbnü'l-Arabî de şöyle
diyor: "Ancak onlardan korkmanız müstesna; eğer
korkarsanız, yani tehlike varsa onlara uygun tarzda
davranış, onları aldatın,
şaşırtın, inanarak değil, fakat dış görünüş
bakımından kötülük ve eziyetlerini defedecek sözleri
söyleyin" (İbnü'l-Arabi, a.g.e, I, 268: bk. el-Cassâs,
Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 9).

Hamdi DÖNDÜREN


Konular