Şamil | Kategoriler | Konular

Keramet

KERÂMET

Değerli, üstün, güzel ve ikrâm.
İstilahda; "mü'min ve salih kimsenin eli üzere cereyan eden
harikulâde hal" anlamındadır.

Bazı âlimler, harikulâdelik
şartını koşmaksızın Allah'ın evliyaya
her türlü ikramına kerâmet ismini vermişlerdir (Seyyid
Sabık, el-Akidetü'l İslamiyye, Beyrut (ty), s. 24). Burada
"harikulâde hal"den maksat, vuku buları olayın,
genel-geçer tabiat kanunlarının dışında cereyan
etmesidir.

Haddizatında kâinata hâkim olan düzen ve
intizam, harikuladelikten çok daha mükemmel bir olaydır. Bu
sebepledir ki yüce Allah: "Eğer her ikisinde-yerde ve gökte-
Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, onların her ikisi de
harap olurdu" (el-Enbiyâ, 21/22) buyurarak kâinata hâkim olan
düzen ve intizâmı kendi birliğine delil getirmiştir.
Harikulâdeliğin insanlar tarafından önemsenmesi, her gün
onları müşâhede etmeleri sebebiyle kâinata hâkim olan bu
mükemmel kanunlara karşı alışkanlık
kazanmalarından kaynaklanmaktadır.

Tabiat kanunlarının yaratısı Allah
olduğuna göre onları değiştirmek de O'nun
kudretindedir "Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah'ındır. Allah, her şeye kadirdir" (Âlu İmrân,
3/189). O halde harikulâdeliğin mümkün olup olmadığını
tesbit etmek için O'nun bize gönderdiği kitaba müracaat etmemiz
gerekir.

İlimler, özellikle Meryem sûresinin 24-26.
âyetlerini, Kehf sûresinin 16-17. âyetlerini ve Âlu İmrân
sûresinin 37. âyetini kerâmete delil olarak zikrederler (bk. Râzî,
et- Tefsiru'l Kebîr, Tahran (t.y), VIII, 30; EbusSuûd, İrşâdü'l-Akli's-Selîm,
Kahire (t.y), II, 31; Tabatabâî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'an, Kum
(t.y), III, 174-175)

Hz. Süleyman'ın vezirlerinden birinin
Belkıs'ın tahtını Yemen'den Filistin'e göz açıp
kapamadan getirmesi (en-Neml, 27/40), Kehf sûresinde anlatıları
ashâb-ı kehf kıssası salih insanların kerâmetine
örnektir (el-Kehf, 18/9-25). Meryem sûresinde Hz. Meryem'in kuru hurma ağacını
sallaması sonucu yaş hurmaların düşmesi hadisesi de
Hz. Meryem'in kerametlerindendir. (Meryem, 19/19).

Hadis-i şeriflerde bu konudaki rivayetler ise
şöyledir: Abd b. Cüveyîn henüz beşikte olan bir çocukla
konuşması (Buhârî, Enbiyâ, 48). Sahibiyle konuşan inek
kıssası (Buhârı, Enbiya, 54). Hz. Ömer'in Medine'den
Nihavend'deki İslam ordusunun kumandanı Sariye "dağa
çık diye seslenmesi" ve Sariye'nin bunu duyması (Aclûnî,
Keşfu'l-Hafa, II, 380-381).

Allahu Teâlâ Âlu İmrân sûresindeki âyet-i
kerîmede şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Rabb'ı
onu Meryem'i- güzel bir şekilde kabul etti. Onu güzel bir bitki
gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da ona bakmağa memur etti.
Zekeriyyâ ne zaman (Meryem'in bulunduğu) mikraba girdiyse onun
yanında bir yiyecek buldu: 'Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?'
dedi. O da: 'Bu Allah tarafından. Şüphesiz Allah, dilediğine
hesapsız rızık verir' dedi.' (Âlu İmrân, 3/37).

Âyette Hz. Meryem'e verilen bir rızıktan
bahsediliyor. Üzerinde duracağımız husus, bu
rızkın nereden gelmiş olabileceğidir. Tabiî yollardan
mıydı, yani tabiat kanunlarına uygun bir şekilde mi,
yoksa harikulâde bir yoldan mı geliyordu? Âyetin ifade uslûbu ve
onu takip eden âyette Hz. Zekeriyya'nın duası, rızkın
harikulâde gelmiş olduğunu destekler mahiyettedir. Şöyle
ki: Eğer harikulâde bir yoldan gelmemiş olsaydı, bunun Hz.
Meryem'i övme makamında zikredilmesinin bir anlamı olmazdı
(Râzî, a.g.e, VIII, 30; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, Beyrut (t.y.), III.
144).

Hz. Zekeriyyâ'nın duası meselesine gelince,
Hz. Zekeriyyâ yaşlanmış ve hanımı da çocuk
getirmekten kesilmişti (Âlû İmrân, 3/40). Ancak Hz. Meryem'e
gönderilen bu rızka şahit olunca: "Rabbim bana
katından temiz bir nesil ver. Sen duayı işitensin" (Âlu
İmrân, 3/38). Şeklinde dua etmiştir. Onun oracıkta bu
dua ile Allah'tan kendisine temiz bir nesil vermeyi istendiğinde
bulunması anlamlıdır. Birçok müfessirin de belirttiği
gibi, Hz. Meryem için vukubulan bu olağanüstü hadiseyi görünce,
hanımı çok yaslanmış ve çocuktan kesilmiş
olmasına rağmen bir çocuklarının olması arzusu içine
düşmüş ve Allah'a bu niyazda bulunmuştur (Fahrüddin
er-Razî, a.g.e, VIII, 30; Ebu's-Suûd, II, 31).

Ayrıca rızık kelimesi âyette nekre
(belirsiz) olarak zikredilmektedir ki bu, o rızkı tazime delalet
eder. Yani alışılmışın ve beklenenin
dışında bir rızık olduğuna işaret
vardır (Râzı; a.g.e., VIII, 30; Ebu's-Suûd, a.g.e., II, 30).

Netice olarak bir harikulâdelikten bahsedilmektedir.
Salih bir kimsenin eli üzere bir harikulâdeliğin yani kerâmetin
vuku bulması mümkündür. Ancak kerâmetin hak olması, her
velinin bu türden kerâmetlerinin mevcut olmasını gerektirmez.
Velâyet, bu tür bir olağanüstülüğe muhtaç değildir
(İbn Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu Akide fi't-Tahâviyye,
Beyrut 1392 s. 561). Nitekim sahabeden birçoğunun bu tür bir
kerâmeti yoktur (Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l Hakk
ve'l-Halk, Suriye 1971, s. 103).

Kerâmet hak olmakla birlikte, halkın bu tür
olaylara aşırı merak duymaları ve kimi çevrelerin
şeyhlerinin propagandası için kerâmet konusunu basamak olarak
kullanmaları, kerâmeti olduğundan farklı
sınırlara taşımıştır. Gerek Kur'an'dan
ve gerek Sünnet'ten keramete delil olarak zikredilen nasslar incelendiğinde
bu tür olağanüstülüklerin, ancak salih kişinin bir
sıkıntıyla karşı karşıya kalması
durumunda sözkonusu olabildiği, her zaman böyle bir şeyin vuku
bulmadığı görülecektir. Ayrıca böyle bir kerâmetin
vuku bulması, salih kişinin ne iradesi ve ne de bilgisi
dahilinde olan bir husustur. Vuku bulduğunda da, salih kişinin o
sıkıntısını hafifletmek veya yok etmek; o
sıkıntıyı atlatmak için bir çıkış
yolu şeklindedir.

Kerâmetin çekildiği en tehlikeli alanlardan
biri, hiç şüphesiz, salih kişinin gaybı bildiği,
kalbleri okuduğu şeklindeki kanaattır.

Keramet ve gaybı bilme meselesi:

Gaybı bilmekle ilgili iddianın asıl
adı "keşf" olmakla birlikte bunun mümkün olduğu
savunulurken hareket noktası kerâmet olarak gösterilmektedir.

Her insanın vukuundan önce hissettiği
birtakım olaylar olmuştur. Ancak olay vuku bulmazdan önce kişideki
o his, bilgi derecesine ulaşır mı? Ya da salih
kişilerde bu his, bilgi derecesinde kesinlik kazanır mı? Bu
soruya İslâm dini açısından cevap arıyorsak elbette
müracaat edeceğimiz kaynak, Kur'an-ı Kerim olacaktır. Yüce
Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Gaybın anahtarı O'nun
yanındadır. Onları O'ndan başkası bilemez"
(el-En'am, 6/59)."De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka
kimse gaybı bilemez" (en-Neml, 27/63). Bu âyetler, Allah'tan başka
kimsenin gaybı bilemeyeceğini açık açık ifade
etmektedir. O halde mesele, Allah'ın gaybı insanlara bildirip
bildirmeyeceğinde düğümlenmektedir. Yüce Allah gayb
bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "(O bütün)
gaybı balendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak
peygamberlerden, bildirmek istediği bunun
dışındadır" (Cin, 72/26-27).

Âyet, bu konuda peygamberleri istisnâ etmekte ve
onların bilmesini de, Allah'ın irâde ve dilemesine bağlamaktadır.
Allah, gayb konusunda peygamberlerine neyi bildirirse, sadece onu
bilirler, onun dışında kalanı onlar da bilemezler.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de peygamberimizin dili üzere şöyle
buyurulmaktadır.

"De ki: 'Ben size, Allah'ın hazineleri
yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben
meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. 'De ki:
'Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" (el-En'âm,
6/50).

Kalb okuma meselesine gelince, bunun da mümkün olmadığı
nasslarda açıkça belirtilmiştir. Savaşta yere düştükten
sonra kelime-i şehadeti getiren kişiyi öldüren Halid b.
Velid'i hesaba çeken Peygamber (s.a.s) Hz. Halid'in: "Korktu da
bundan dolayı kelime-i şehadeti getirdi" demesi üzerine
Peygamber (s.a.s): "Kalbini yarıp baktın mı?"
diyerek kalbdekine muttali olmanın mümkün olmadığını
bildirmiştir (Ebû Dâvud, Cihad, 95; İbn Mâce, Fiten, 1).

Hz. Ömer, Medine'de bir cenaze olduğunda Hz.
Peygamber (s.a.s)'den münafıklar hakkında bilgi sahibi olan
Huzeyfe b. Yemân'ı gözetler ve onu cemaat arasında görmezse
ölünün münafık olmasından şüphelenerek cenaze namazına
katılmazdı (Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara
1972, II, 468). Demek ki Hz. Ömer (r.a) da kimsenin kalbini okumuş
değildir.

Netice itibariyle kerâmetin sınırlarını
gaybı bilmek ya da kalb okumak gibi sınırlara kadar
genişletmek, nasslarla bağdaşmayan bir durumdur.

Bu konudaki bir diğer mütalaa Hz. Peygamber bir
hadis-i serifinde "mü'minin ferasetinden sakının Çünkü
o Allah'ın nuru ile bakar" (Tirmizî, Tefsîru sûre, 15/6).
Âyet-i kerimesinde işaret edildiği gibi, salih bir mü'min
ferasetiyle karşısındakinin bazı durumlarını
sezebilir. Nitekim yolda yürürken bir kadına bakan bir adam Hz.
Osman'ın yanına girince, Hz. Osman (r.a) "biriniz içeri
giriyor ve iki gözünde zina eseri gözüküyor" der. Bunun üzerine
adam "Rasûlullah'dan sonra bir vahiy mi geliyor yoksa" diye
sorar. Hz. Osman "hayır, ancak mü'minin feraseti vardır"
der (Nebhânî, Huccetu'l-lahi 'ale'l-Alemîn, s. 862).

Durum bu noktadan değerlendirilince gaybı
bilmenin sınırlarının iyi belirlenmesi gerekir.
Yukarıda verilen ölçüler çerçevesinde diyebiliriz ki. her hangi
bir kimseyi harikulade olaylar göstermesi nedeniyle, onun veli olduğuna
hüküm veremeyiz. Gösterdiği olağanüstü halin de kerâmet
olduğunu kabul edemeyiz. Önce bu kimsenin İslâm'a bağlılık
derecesine ve Allah'ın şerîatına bağlılık
noktasına bakarız. Hakkında hükmümüzü öyle veririz.
Nitekim herhangi meşru bir sebebe dayanmaksızın keramet
izharına kalkışan kimsenin bu haline iyi gözle bakılmamış
kötü görülmüştür. Halbuki en büyük kerâmet, Allah'ın
şerîatı üzerinde istikamete olmaktır.

Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten
söz edildiğinde şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir
takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti
geldiği için onları ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin
en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını,
övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir."
Ebu'l Hasan Eş-Şâzelî de bu hususta şunları söylüyor:
"Gerçek anlamda Kerâmet: Dosdoğru bir istikametten ibarettir.
Bu istikameti de tam olgunluğa eriştirmektir. Bu ise iki temele
dayanır. Allah'a gerçek manada iman etmekle ve Allah'ın Rasulünün
getirdiklerine zâhirî ve bâtîni manada tabi olmakla sağlanır
Kişiye düşen görev, bunları elde etmek için gayretini
sarfetmesidir. Tek gayesi olmalı, oda bu iki amacı elde etmek.
Fakat, olağanüstü olay anlamında Kerâmete gelince, muhakkik
âlimler nezdinde buna itibar olunmaz. Çünkü bu, kimi zaman istikamette
bir mertebe kazanmış olanın elinde meydana geldiği
gibi, bazan istidrac kabilinden olur."

Ayrıca Allah'ın veli kulları, salih bir
kimsenin elinde meydana gelen keramete veya kerametlere itibar etmezler ve
gösterilen bu kerâmetlerin o kimsenin üstünlüğüne bir delildir,
diye de kabul etmezler. Bu hususta İmam Yafiî şöyle der:
"Elinde kerâmetler zuhûr eden her bir kimsenin velilerden olması
gerekmez. Bu kimselerin, kerâmet göstermeyenlerden daha üstün olduklarının
bir delilidir denilemez, Böyle bir iddia ileri sürülemez. Kerâmet
göstermeyen öyle kimseler var ki, kerâmet gösterenlerden çok
faziletlidirler ve üstündürler. Zira gerçekte kerâmet, bazen
sâhibinin yakînini takviye için ortaya çıkmış olabilir.
O kimsenin doğruluğuna ve faziletine bir kanıt olabilir.
Ancak bu kerâmet o kimsenin efdâl yani en üstünlüğüne bir kanıt
değildir. Zira efdaliyyet yani en üstünlük yakınî anlamda
bir iman ve tam anlamıyla Allah'ı tanımakla mümkündür"
(bk. Abdullah el- Yâfiî Kitabu Neşri'l-Mehâsini'l-Galiyye, s. 119)

Kerâmet: Mucize arasındaki farklar

Keramete karşı çıkan âlimler, kerâmet
mümkün olduğu takdirde mucizeyle karışacağı ve
harikulâdelikler gösteren kimsenin peygamberlik iddiasında
bulunabileceği noktasından hareketle kerâmete karşı
çıkmışlardır. Peygamberler döneminde, peygamber
olmayan kimselerin gösterdikleri harikuladelikleri anlatan nassları
yorumlarken de, bu harikulâdeliklerin haddizatında o dönemde yaşayan
peygamberlerin birer mucizesi olduklarını ve peygamberlerin
ölümünden sonra artık bu tür harikulâdeliklerin cereyan etmediğini
ileri sürerler (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. İbn Hazm,
el-Fisal fi'l-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, V, 9-11)

Kerâmeti kabul edenler ise, kerâmet ile mucize arasında
birtakım farkların bulunduğunu, bunları biribirine
karıştırmanın mümkün olmadığını
söylerler. Aralarındaki farklar ise, özet olarak şöyledir:

a- Mucize, peygamberin peygamberliğini ispat
ettiğinden yapılması gerekli olduğu halde kerâmette
aslolan gizlenmesi ve açığa vurulmamasıdır
(Kuşeyri, er-Risâletü'l-Kuşeyri) ye, Mısır (t.y.),
II, 660).

b- Peygamber, mu'cizesini mu'cize olarak takdim eder ve
ona kesin olarak inanmak gerekir. Veli ise, gösterdiği harikulâdeliğin
kerâmet olduğunu iddia edemeyeceği gibi başkası da
kesin olarak 'bu kerâmettir' diyemez. Zira bu meydana gelen
harikulâdelik bir aldatmaca olabilir (Kuşeyri, a.g.e., II, 661)

c- Mu'cize kerâmet için asıl, kerâmet ise
mu'cizenin bir fer'idir. Kişinin eli üzere kerâmetin zuhur etmesi,
o kişinin peygambere ittibâının bereketiyledir. Böylece
kerâmetler, aslında peygamberlerin mucizelerine dahildirler
(İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahmân ve Evliyâi'ş-Şeytan,
Beyrut 1390 h. s. 124).

Bu sebepledir ki kerâmet, ancak şerîata bağlı
kimselerden sadır olur. Şerîata bağlı olmayan
kimselerin gösterdiği harikulâdelikler kerâmet değildir.
Ayrıca kerâmetin kendisi, mubah olan şeyler cinsinden
olmalıdır. Kerâmette şerîatın emirlerine muhalif
unsurlar bulunamaz.

Kerâmet, ilmin yollarından sayılmaz ve
başkalarına delil olamaz. Hele onu, kişinin masumiyetine ve
söylediği herşeyin doğruluğuna yormak, İslâm'ın
prensipleriyle taban tabana zıttır (İbn Teymiyyle, a.g.e.,
s. 48-49)

M. Sait ŞİMŞEK


Konular