Şamil | Kategoriler | Konular

Kadı, kadılık

KADI, KADILIK

Kadâ; insanlar arasında hükmetmek, hükme bağlamak,
yerine getirmek, ifa etmek, ödemek, kaza etmek, ölçüp biçip yapmak,
insanlar arasındaki hasımlaşmaları ayırmak,
anlaşmazlıkları gidermek anlamında bir İslâm
hukuku terimi. Kadı aynı kökten ism-i fail olup, hâkim
demektir. Mecelle'nin kadıyı tarifi, anlam olarak şöyledir:
"Hâkim, insanlar arasında vuku bulan dava ve
hasımlaşmayı, meşrû hükümlere uygun olarak
çözümlemek üzere devlet başkanı tarafından nasb ve
tayin edilen kimsedir" (Mecelle, mad., 1785).

Kazanın meşrûluğu Kitap, Sünnet ve
icmâ delillerine dayanır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle
buyurulur: "O zaman biz, Dâvud'a şöyle vahyetmiştik: Ey Dâvud,
şüphesiz ki Biz seni yeryüzünde halife kıldık; insanlar
arasında hak ile hükmet, sakın keyfe tabi olma; yoksa seni
Allah'ın yolunda saptırır" (Sâd, 38/26). "Aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların hevâ ve
heveslerine uyma" (el-Mâide, 5/49)."Onların
aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz Allah,
adaletli davrananları sever" (el-Mâide, 5/42). "Şüphesiz,
Allah'ın gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmetmen
için Kur'an'ı, sana hak olarak indirdik" (en-Nisâ, 4/105).

Amr b. el-Âs'tan (ö. 61/680) rivayete göre,
Resulullah (s.a.s)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Hâkim
ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki sevap vardır.
İctihadla hükmedip yanılırsa, onun için bir sevap vardır"
(Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmet b. Hanbel, III,
187). Hz. Peygamber, insanları mahkeme ederek hükümler vermiş,
Hz. Ali (ö. 40/660) ve Hz. Muaz'ı (ö. 18/639) kazâ için görevli
olarak Yemen'e göndermiştir. İlk dört halîfe de insanlar arasında
hüküm vermişlerdir. Hz. Ömer (ö. 23/643), Ebû Musa el-Eş'ârî'yi
(ö. 44/664), Basra'ya, Abdullah b. Mes'ud'u (ö. 32/652) Kûfe'ye kadı
olarak göndermiştir (Şâfiî, el-Umm, VII, 273; Ahmed b. Hanbel,
V, 230, 236, 242; Tirmizi, el-Ahkâm, 3; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l
İslâmî ve Edilletûh, Dimaşk 1986, VI, 480, 481).

Müslümanlar arasındaki
anlaşmazlıkların mahkeme yoluyla çözümünün meşrûluğu
hususunda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.

Hâkimlik görevi farz-ı kifayedir. Yöneticilerin,
insanlar arasındaki davalara bakmak için ne bilgileri ve ne de
zamanları yeterli olmamaya başlaması üzerine, kazâ işlerinin
özel görevlilere verilmesi gerekmiştir. Kazâ görevi, iyiliği
emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. Bazı hukukçular
bunun dinî emirlerden bir emir ve müslümanların
maslahatlarından bir maslahat olduğunu, insanların
ihtiyacı nedeniyle buna yardımcı olmak gerektiğini söylemişlerdir
(el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire ts, IV, 77).

İslâm hukukuna göre, hâkimlik mesleği; görme,
duyma ve konuşma organlarının
sağlamlığı yanında, hukuk formasyonu ve bir
takım ahlâkî özellikleri de gerekli kılan önemli bir
meslektir. Mezhep imamları hâkimin İslâm, büluğ,
akıl, hürriyet, görme, işitme ve konuşma
organlarının sağlamlığı
vasıflarını taşıması gerektiğinde görüş
birliği halindedir. Ancak adâlet, cinsiyet ve ictihad
şartlarında görüş ayrılığı
vardır(bk. Mecelle mad. 1792-1794). Görüş
ayrılığı bulunan nitelikler üzerinde kısaca
duralım:

a) Adalet: Şafiî, Mâlikî ve Hanbelilere göre
hâkimin adâlet sıfatına sahip olması gerekir. Bu;
doğru sözlü, emaneti gözeten, haramlardan kaçınan, günahlardan
sakınan, rıza ve öfke hâlinde itidalli davranabilen kimsenin
vasfıdır (el-Kâsânî, Bedâyîu's Sanayi', IV, 3; İbn Rüşd,
Bidâyetü'l Müctehid, II, 449; İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 39;
el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Mısır 1909, s. 53, 54).
Fâsık kimseye ve güvenilemediği için şahitliği
kabul olunmayana hâkimlik görevi de verilemez. Ayette şöyle
buyurulur: "Ey iman edenler, eğer fâsık (yoldan çıkmış)
bir kimse size bir haber getirirse, onun doğruluk derecesini
araştırın. Sonra bilmeyerek bir topluluğa
sataşırsınız da yaptığınıza
pişman olursunuz" (el-Hucurât, 49/6). Bir kimsenin
şahitliği kabul edilmeyince, hakimliğe nasbı
öncelikle kabul edilmez.

Hanefilere göre, adâlet vasfı kadılık
için şart değildir. Fâsık, kadılığa tayin
edilirse, ihtiyaç nedeniyle geçerli olur. Ancak şâhitlikte olduğu
gibi böylesinin tayin edilmemesi daha uygundur. Aksi halde, kazâ
organlarının işlerinde meydana gelebilecek eksiklikler
nedeniyle tayin eden uhrevı bakımdan sorumlu olur (eş-Zühaylî,
a.g.e, VI, 482).

b) Cinsiyet (erkek olmak): Hâkim tayininde aranan başka
bir vasıf da cinsiyettir. Erkekler her türlü velayeti yüklenmeye
elverişli sayılmıştır. Kadınlar ise bu
konuda eksik haklara sahiptir. Bu nedenle erkekler her türlü toplum işlerini
yürütebilirken kadınların istihdamında bazı
kısıtlamalar getirilmiştir (el-Mâverdî, a.g.e, s. 53).
Hanefiler dışındaki hukukçulara göre, hâkimlik için
erkek olmak şarttır. Kadın kazâ görevine getirilemez. Bu
görüşte olanlar Kur'an ve hadisten bazı deliller getirirler.
Kur'an'da şöyle buyurulur: "Allah'ın kimini kimine üstün
kılması ve erkeklerin mallarından harcamaları
nedeniyle, erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler" (en-Nisâ,
4/34). İran şahı (Kisra) vefat ettiği zaman, yerine
kızının kraliçe seçildiği haber verilince,
Allah'ın Rasulu; "işlerini kadına tevdi eden bir
toplum payidar olamaz" buyurmuştur (Nesâî, Âdâbü'l-Kudât,
8; Beyhakî, Edebül-Kâdî, 23; es-şevkânî, Neylü'l İvtâr,
8/263).

Hanefîlere göre, kadınlar hukuk davaları için
hâkim tayin edilebilir. Çünkü onların muâmelât konularında
şâhitlikleri geçerlidir. Ancak had, kısas gibi ceza
davalarında ise şahitlikleri yeterli olmadığı
gibi hâkimlikleri de geçerli olmaz. Çünkü kazâ ehliyeti
şahitlik ehliyetini gerekli kılar.

İbn Cerîr et-Taberî'ye (ö. 310/922) göre, kadın
ehil olunca her konuda fetva verebildiği gibi, hâkimlik görevini de
mutlak olarak üstlenebilir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an,
Kahire 1958, III, 1445, 1446; el-Mâverdî, a.g.e. s. 53; ez-Zühaylî,
a.g.e. VI, 482, 483).

Uygulamada, Sahabe devrinde kadın hâkim tayin
edildiğine rastlamamaktayız. Ancak Hz. Peygamber'in Semra binti
Nüheyk el-Esedî isimli bir kadını Medine'de muhtesip olarak görevlendirdiği,
Hz. Ömer zamanındada bu görevinin devam ettiği nakledilir.
Semra (r. anhâ)'nın, çarşı ve pazarlarda zabıta görevi
ifa ederken, Sahabe arasındaki bazı ticarî problemleri çözdüğü
de ihtimal dahilindedir (İbn Abdilberr, el-İstiâb, Haydarâbad
1318, s. 761; Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilatı,
Ankara 1979, s. 98). Muhammed Hamidullah yine hisbe teşkilâtında
görev yapan Şifâ binti Abdillah için şöyle der: "Bu hanım
Sahabenin en azından ticarî ihtilafları üzerinde muhakeme
yetkisini kullanması gerekmiştir" (M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, trc. S. Tuğ-S. Mutlu, İstanbul 1969, II, 95).

c) İctihad: Şafîi, Maliki, Hanbelîlere ve
Kudurî gibi bazı Hanefilere göre, hâkimin ictihad yapacak hukuk
formasyonuna sahip olması gerekir. Şer'î hükümleri bilmeyen
cahil bir kimse ile taklitçi, hâkim olarak görevlendirilemez. Çünkü
böyle bir kimse fetvâ vermeye ehil olmayınca, kazâ işine de
öncelikle ehil sayılmaz. Bu görüşte olanların
dayandığı deliller şunlardır: Kur'an'da şöyle
buyurulur: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet"
(el-Mâide, 5/49); "İnsanlar arasında Allah'ın gösterdiği
şekilde hükmetmen için..." (en-Nisâ, 4/ 105). Bu ayetlerde başkalarını
taklitle hükmetmekten söz edilmez. Başka bir ayet Sünneti de
hüküm kaynağı kapsamına alır. "Aranızda
herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz
zaman, onun hükmünü, Allah'a ve Peygamber'e havale edin" (en-Nisâ,
4/59). Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadılar üç
sınıftır. Birisi cennette, diğer ikisi ateştedir.
Cennetle olanı, hakkı bilip onunla hüküm verendir. Hakkı
bilip, hükümde haksızlık yapanla, insanlar arasında
bilgisizce hüküm veren ise ateştedir" (Ebû Dâvud, Akdiye, 2;
İbn Mâce, Ahkâm, 3; es-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 263
vd.; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, lV, 65; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV,
195) Kazâ işini üzerine alan fakat hukuk bilgisi olmayan kimsenin
bilgisizlikle hüküm vereceği açıktır.

Ashab-ı Kirâm içinde fıkhı iyi
bilenler vardı. Bunlar kadı olarak tayin ediliyordu. Bu devir
kadılarından Hz. Ali için; "O, kazâ işlerini en iyi
bilen ve yürüten hâkimdir" (İbn Sa'd, Tabakât, II/2, s. 202;
İbn Abdilberr, İstiâb, Haydarabad 1318, s. 474; el-Askalânî,
el-İsâbe, Bağdad 1328 baskısı kenarından, III,
s. 41); Muaz b. Cebel için; "Helâl ve haram konularını
iyi bilen kimsedir" (İbn Sa'd, a.g.e, 11/2, s. 107)
denilmiştir. Yine Hz. Ömer devrinde Kûfe kadılığına
tayin edilen ve Emevî hükümdarı Abdülmelik'in iktidara gelişine
kadar altmış yıl görevde kalan Şurayh, kazâ işini
ve muhakeme usulünü en iyi bilen bir kimse olarak kabul edilir (İbn
Abdilberr a.g.e. s. 602). Bu devirde temayüz eden hâkimler, hukuk
formasyonunu bizzat Hz. Peygamber'den ve Hz. Ömer'den almışlardır.
Hz. Muhammed'in Muaz b. Cebel'e tavsiyeleri gibi (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
V, 230, 236, 242; Tirmizî, el-Ahkâm, 3). Hz. Ömer de Şurayh'a
gerek tayin sırasında ve gerekse görevi devam ederken
direktiflerde bulunmuştur. Kadı Şurayh'a
yazılmış muhâkeme usulüyle ilgili bazı direktifler
hukuk ve tarih kitaplarında Söyle kaydedilir:

"Eğer sana bir dava gelirse, Allah'ın
kitabında bulduğun ile hükmet. Hiç bir şey seni
Allah'ın kitabından başka bir şey ile hüküm vermeye
sevketmesin. Eğer bir mesele hakkında Allah'ın
kitabında bir hüküm bulamazsan, Peygamber'in sünnetine ve
uygulamasına bak ve onunla hükmet. Sana Kitap ve Sünnette hükmü
bulunmayan davalar gelirse, âlimlerin üzerinde görüş birliği
ettiği icmâya bak, onunla hüküm ver. Eğer
aradığını icmâda da bulamazsan ya hemen re'yinle
(ictihad) hükmet veya biraz daha düşün. Acele etmeksizin düşünerek
vereceğin hüküm, senin için daha hayırlı olur
kanaatindeyim, Vesselâm" (ibn Kayyım, İ'lâm, Mısır
(ty.) I, 51, 70, 71; İbn Kesîr, el-Bidâye, Kahire 1932, IX, 24;
es-Serahsî, el-Mebsût, .XVI, 66).

Buna göre, Sahabe devrinde hukuk bilgileri fazla
olanlar hâkimliğe tayin ediliyordu. Bunlar tayin sırasında
bir sınava da tabi tutuluyorlardı (el-Mâverdî, a.g.e., s. 55).
Sonraki devir hukukçuları hâkim adayının Kur'an, Sünnet,
icmâ ve Kıyası bilmesini şart koşarlar. Özellikle
Kur'an'ın; nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşabihini; Sünnetin,
mütevâtir, âhâd ve meşhur kısımlarını; kavlî,
fiilî ve takrirî Sünneti, vürûd ve nakil sebeplerini bilmesini
gerekli görürler. İcmâ, kıyas, istinbat ve ictihad
metodlarını da bilmesi gerekir ki, bu derece hukuk bilgisi olana
"müctehid" denir (el-Mâverdî, a.g.e., s. 54).

İmam Şafiî hâkimin mutlak müctehid olmasını
şart koşarken, Mâlikîlerin sağlam görüşüne göre,
bir müctehidin yanında taklidle hüküm verebilen kimse de hâkim
tayin edilebilir.

Hanefilere göre, hâkimin müctehid olması
şart değildir. Bilgisiz bir kimsenin, başka bilgin bir müctehidin
görüş ve re'yiyle hükmetmek üzere tayini câizdir. Ancak
hakimlikte ictihad vasfı tercih ve öncelikle atama sebebidir
(el-Mâverdî, a.g.e., s. 54). Kısaca kazâda, müctehid olmayanın
taklidle hüküm vermesi câizdir. Çünkü kazâdan maksat, husûmetleri
ayırmak, hakkı hak sahibine ulaştırmaktır. Bu da
taklidle gerçekleşebilir (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 3; İbnü'l-Hümâm,
Fethu'l-Kadir, V, 453 vd. 485;ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II,
449; es-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 290).

Ancak Şafiiler, yukarıdaki şartları
taşıyan hâkim bulunmadığı zaman fâsık,
taklitçi kimsenin hâkimliğinin de zaruret nedeniyle geçerli olacağını
söylerler. Hâkim adayları arasında eşitlik halinde, ilim,
dindarlık, takvâ, adâlet, iffet ve güçlü olma vasıfları
tercih sebebidir. Hadiste şöyle buyurulur: "Bir kimse
müslümanların bir işi için arama yetkisine sahip olup da, o
loplumda bu ise daha ehil, Allah'ın kitabını ve Rasûlünün
sünnetini daha iyi bilenlerin bulunduğunu bildiği halde, daha
az: ehil birisini tayin ederse, Allah'a, Rasûlüne ve İslâm
toplumuna ihânet ermiş olur." (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 62).

İslâm'ın ilk devirlerinde teşri, icra
ve kazâ fonksiyonları Hz. Peygamber'in elinde
toplanmıştı. Ancak sınırlar genişleyip, müslümanların
sayısı artınca Hz. Muaz, Hz. Ali ve Ma'kıl b. Yesar
gibi bazı sahabeleri hâkim olarak görevlendirdi. Hz. Ebû Bekr de
Hz. Ömer'i Medine'ye hâkim tayin etmişti. Hz. Ömer ve bu konuda değişik
bir yol izledi. Vilâyet kadılarını bizzat tayin ederken,
daha aşağı mevkideki hâkimlerin tayin edilmesi için
vâlilere yetki verdi. O, Basra vâli-kadısı Ebû Musa el-Eş'arî,
Şuraylı ve Ka'b b. Sur'u kendisi tayin ederken; Mısır
valisi Amr b. el-As'a, oraya kadı tayin etmesi için yetki verdi.
Şam'da vali olarak görev yapan Ebû Ubeyde b. el-Cerrah ve Muaz b.
Cebel'e de aynı yetkileri tanıdı (el-Mâverdî a.g.e, s.
55; Taberî, II, 617, III, 170; İbn Sa'd, Tabakât, VI, 9; İbn
Abdilberr, a.g.e. s.602; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 197;
aynı müellif Vesâik, no: 326).

Başlangıçta kadılar, insanlar
arasındaki davalara bakmak için mescidlerde otururlardı. Fakat
sonraları görevin önemi ve yüklenilen sorumluluğun büyüklüğü,
davaların özel binalarda ihtişamlı ve heybetli bir tarzda
görülmesini gerektirmiştir. Emevîler devrinde hâkimler istisnaî
olarak halîfelerce tayin edilir, bu konuda valiler geniş yetkilere
sahip bulunurdu. Kadıların halîfe ve valilerce tayini hususu
Abbasîlerde Kadı'l-kudât ve Endülüs Emevilerinde Kadı'l-Cemâa
teşkilatları kuruluncaya kadar bu şekilde devam etti.
İlk Kadı'l-Kudat (kadıların kadısı veya
baş kadı) Ebû Yusuf'tur (Hatibu'l-Bağdâdî,
Târîhu'l-Bâğdâd, Beyrut, ts, XIV, s. 242). Bu makam, kazâ
fonksiyonunu ifa edecek hâkimlerin tayin, terfi ve azillerini yapıyordu.
Endülüs'te aynı fonksiyonu Kadı'l Cemâa ifa ediyordu
(Taberî, Tarih, IV, 131; İbn Kesir, el-Bidâye, VIIl, 29, 32; ibn
Esîr, el-Kâmil, III, 210, IV, 363; F. Atar, a.g.e, s. 104, 105).

el-Mâverdî ve Ebû Ya'lâ el-Ferrâ gibi hukukçular
kadı tayininde özel durumları da dikkate
almışlardır. Bunlara göre, devlet bir bölge veya beldeye
kadı tayin etmezse, o bölge veya belde halkı, kendi
aralarındaki ihtilafları çözmek üzere kadı tayin etme
yetkisine sahiptirler (el-Mâverdî, a.g.e. s. 63; el-Ferrâ,
el-Ahkâmü's-Sultaniyye, Mısır 1938, s. 57).

Bir beldede tek hâkim adayı varsa onun tayin
isteğinde bulunması veya yapılan tayin teklifini kabul
etmesi gerekir. Kabul etmezse, diğer farz-ı ayrılan ihmal
etmiş gibi asi olur. İcra organı onu kabule zorlayabilir.
Birden çok aday varsa, kabul veya reddetmek câiz olur. İslâm
hukukçularının çoğunluğuna göre, burada teklifi
reddetmek daha iyi sayılmıştır. Bu konuda Hz.
Peygamber'in, kadılığı deruhte edenin bıçaksız
kesilmiş bir koyun gibi sıkıntılarla karşı
karşıya olduğunu ifade eden hadisi delil getirilir
(eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 259 vd.; ez-Zeylaî,
a.g.e, IV, 64). Bu yüzden, Abdullah İbn Ömer ve Ebû Hanîfe gibi
bazı büyük hukukçular hâkimlik teklifini kabulden kaçınmışlardır.
İbn Ömer ve Ebu Hanîfe'nin kadılık görevini kabul etmeyişlerinin
esas sebebi; iktidarın siyasî baskıları yüzünden kazâ
görevini bağımsız bir şekilde yerine
getiremeyeceklerini ve insanlar arasında hükmederken verdikleri
kararların eşit şekilde tatbik edilmeyeceğini
bilmeleridir. Kazâ görevini kabulden kaçınmayı ifade eden
hadislerde kötü kadılar kastedilmiş olmalıdır.
Çünkü bu mesleğe teşvik eden, bu görevin büyük ecir kazandıran
üstün bir amel olduğunu ifade eden hadisler de vardır (bk, Buhârî,
İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III, 187). Bazı
hukukçular kazâ işini kabulün daha faziletli olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü Hz. Peygamber ve ilk dört halîfe kazâ işini yürütmüşlerdir.
Bizim için onlarda bir örnek vardır. Çünkü kazâ fonksiyonu
Allah'ın rızası gözetildiği zaman hâlis bir ibadet
olur. Hadiste şöyle buyurulur: "Adaletle hükmeden yöneticinin
bir günü altmış yıl (nâfile) ibadetten üstündür"
(ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, IV, 67).

Kadıların temel görevi kazâ olmakla
birlikte İslâm ülkelerinde bazı yer ve zamanlarda onlara mâlî,
idârî, askerî, dinî eğitim ve öğretim işleri de tevdi
edilmiştir. el-Mâverdî, el-Ferra ve Nûveyrî gibi hukukçular kadıya
on çeşit görevin verilebildiğinden söz etmişlerdir (el-Mâverdî,
a.g.e. s. 57, 58; el-Ferra, a.g.e. s. 49, 50). Bu görevler
şunlardır:

a) Davalara bakmak, bunları
karşılıklı rızaya dayanan sulh yoluyla veya
devlet gücüyle infaz edilecek hükümle çözümlemek.

b) Zâlim ve zorbaların gasp, saldırı
vb. mal, can ve ırza yönelik tecavüzlerini engellemek; haksızlığa
uğrayana yardım ederek, her hak sahibine hakkını
vermek.

c) Had cezalarını uygulamak ve Allah
haklarını ayakta tutmak.

d) Öldürme ve yaralama davalarına bakmak.

e) Yetimlerin, akıl hastalarının, küçüklerin,
mahcur ve sefihlerin mal ve haklarını korumak.

f) Vakıflara nezaret etmek.

g) Vasiyetleri yerine getirmek.

h) Velî bulunmadığı veya bulunup da velâyet
yetkisini kötüye kullandığı zaman kızları
denkleriyle evlendirmek.

i) Şehrin güvenlik ve belediye işleriyle
meşgul olmak.

j) Söz ve fiille emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i
ani'l-münker görevi yapmak (ez-Zühaylî, a.g.e. V, s. 487, 488).

Kadıların görev yeri ve yapacağı
işlerin kapsamı kararnamelerinde belirlenir. Dört halîfe
devrinde bazı hâkimler mâliye (beytü'l-mâl) yani defterdarlık
görevini de üstlenmişlerdi. Abdullah b. Mes'ûd'un Kûfe'deki
görevi gibi (Beyhakî, Edebu'l-Kadı, l; İbn Abdilberr, a.g.e,
s. 373, 436)... Emevîler devrinde Mısır'da Abdullah b. Hüreyre
kazâ işleri yanında maliye işlerini de yürütüyordu
(Suyûtî, Hüsn, II, s. 97). Aynı devirde bazı kadılar
vakıf ve yetim mallarını koruyucu tedbirler de
alıyorlardı. Abbasîlerde buna asker; görevin eklendiği de
görülür (Kindî, el-Kudât, Mısır, (nşr. R Gotteheil)
Paris 1908, s. 15, 28, 40, 47; İbn Haldun, Mukaddime, trc. Z. K.
(Ugan, İstanbul 1968, I, s. 565).

İslâm hukukuna göre, kadı, kendisi için
sü-i zanna yani kötü düşünmeye yol açacak durumdaki yakınlarının
ve menfaat ilişkisi olan kimselerin davalarına bakamaz. Annesi,
babası, çocukları ve karısı bunlar arasında
sayılabilir. Nitekim, bir kimsenin bu derece yakınları
lehine yapacağı şahitlik de geçerli olmaz. Kadılar
mahkemede davacı ve davalı arasında eşit davranmak ve
taraflar arasında ayırım yapıldığı
kanaatini uyandırmamak zorundadırlar. Kadı, korku, öfke,
açlık ve susuzluk hallerinde karar vermekten
sakınmalıdır. Çünkü bu psikolojik etkenler karşısında
yanlış hüküm verebilir.

Kadı, prensip olarak kendisini tayin eden yöneticinin
mezhep hükümlerini uygular. Ancak kazâ fonksiyonu yer, zaman ve bazı
konuların istisnası ile sınırlamayı kabul
edebilen bir müessese olduğu için, devlet başkanının
tayin ettiği kadılara, kendi mezhebine uygun olmasa bile,
muayyen bir imamın (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî)
mezhebi ile hükmetmeyi emretmesi mümkündür. Böyle bir
şartın kazâ yetkisi üzerindeki etkisine dair, fıkıh
kaynaklarında ayrıntılı bilgi vardır.

Mezheplerin ortaya çıkıp yerleşmesinden
önce kadılar, müctehid hukukçular arasından seçilir; Kitap,
Sünnet ve icmaya göre bunlarda bir çözüm bulamazlarsa reyleriyle
hüküm vermeleri kendilerinden istenirdi. Hz. Ömer'in, Ebû Musa el-Eş'arî
ve Şurayh'a yazdığı mektuplarda bu uygulamanın
izlerini görmek mümkündür. Abbasilerde Ebû Yûsuf'tan (ö. 182/798)
itibaren Hanefî mezhebi kazâda ayrılık kazanmış, Selçuklular
da devletin bünyesine uygunluğu ve toplumun ihtiyaçlarına daha
iyi cevap vermesi yüzünden aynı mezhebi tercih etmişlerdir.
Vezir Nizamü'l Mülk'ün Şâfiî bilginlere karşı müsamahalı
davranması, Selçuklu sınırları içinde bu mezhebin de
yaşamasına yardımcı olmuştur. Doğuda Gazneli
Mahmud, Batıda Selahaddin Eyyubî (Mısır) de Şâfiî
mezhebi için aynı imkânı sağlamıştır
(İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, X, 31, 209; İbn es-Sübkî,
Tabakâtü'ş-Şâfiiyyeti'l-Kübrâ, Mısır 1964, III,
393 vd.; eş-Şa'rânî, el-Mîzan I, Mısır 1318 s. 32;
i. Kafesoğlu, "Selçuklular" maddesi, İA; H. Karaman,
İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1975 s. 124 125).

Hamdi DÖNDÜREN

Osmanlılar Döneminde Kadılık

Osmanlılar kendilerinden önceki İslâm
devletlerinin geleneklerine uyarak kadı tayininde çok titiz davrandılar.
Zira İslâm'a göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli
prensiplerinden biridir. Bu bakımdan Osmanlılar herhangi bir
kimseyi değil her yönü ile tanınmış âlim ve
güvenilir kimseleri bu makama getiriyorlardı.

Osmanlılarda kadı nasbı ilk defa Osman
Gazi tarafından kayınpederi Şeyh Edebali'nin damadı ve
talebesi Dursun Fakih ile başlar. Devletin istiklâl ve hükümranlığına
bir işaret olan ilk Cuma hutbesini de bu zat okumuştu (Ali Emirî
"Meşihat-ı İslamiye Tarihçesi" İlmiye
Salnamesi, İstanbul 1334. s. 315-316).

Osmanlı devlet teşkilâtında
kadı'nın adlî görevi yanında idârî, ilmî, beledî ve
hatta askerî görevi de vardır. Çünkü Osmanlı şehir
idaresinde beledî ve mülkî idare fonksiyonları birbirinden kesin
çizgilerle ayrılmamıştır. Kadı şehrin
yargı mercii olduğu kadar âsayişin âmiri vakıfların
denetleyicisi beledî hizmet ve zâbıta görevlerinin de âmiridir.
Bütün bu vazifeleri yerine getirirken bazı
yardımcıları bulunmaktadır. Böylece onun yükü kısmen
de olsa hafifletilmiş oluyordu.

Osmanlı toplumunda önemli yeri bulunan kadılar
biri Anadolu diğeri de Rumeli olmak üzere iki kadıaskerliğe
bağlıydılar.

Osmanlı ülkesinde kadı olabilmek için
medresenin yüksek derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. Bunun aksini
düşünmek mümkün değildi. Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama
İslâm hukuku öğrenimi görmemiş tahsilsiz bir kimse en küçük
bir kazaya bile kadı olamazdı.

Osmanlı kadısı sancak ve kazalara tayin
edilirdi. Hiyerarşide sancak kadıları daha üstün idiler.
Kadı ilk olarak kazaya tayin edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye
başlardı. Bir kadı terfîden son basamağa
geldiğinde yevmiyesi 150 akçaya yükselmiş olup
"eşrefi kudat" adı ile anıları zümreden sayılırdı.
Kaza kadılarının görev süresi bir yerde 20 ay
mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi (Tevkiî Abdurrahman Paşa,
"Osmanlı Kanunnâmeleri", Millî Tetebbular Mecmuası,
1331 I 541). Bu müddeti dolduran kadı görevi bitmiş
sayılarak yerine sırada olan bir başkası
atanırdı. Kadıların bu kadar kısa bir sürede yer
değiştirmesi muhtemelen terfî imkânlarının
tıkanmaması ve halk ile adalete şüphe düşürecek
kadar ileri gidebilecek bir yakınlık göstermemeleri içindir.
Kaza kadılığından yükselen kadı sancak
kadısı olur ve mevleviyet pâyesi alırdı.
Mevleviyetler kadıların günlük olarak aldıkları
yevmiye gözönünde bulundurularak 300 ve 500 akçalık olmak üzere
iki kısına ayrılırdı.

Osmanlı devlet teşkilâtında hâkim sıfatıyla
dâvâları hal ve karara bağlayan kadıdır.
Kadı'nın hükmü olmadan hiç bir kimse ceza tertip ve infazında
bulunamaz (Robert Anhegger, Halil İnalcık, Kanunnâme-i Sultanî
ber Mucebî Örf-i Osmanî, Ankara 1956. s. 17). Bu Osmanlı adlî
sisteminin temel prensiplerinden biridir.

Osmanlı toplumunda kadı yegane şahsiyet
olarak özelliğini korurken hükümlerine dışarıdan
herhangi bir şekilde müdahalede bulunulması söz konusu değildir.
Zira görevi onun başkasının tesiri altında
kalmasına müsaade etmez. Eğer böyle bir durum (etki altında
kalma) söz konusu ise veya istenmeyen bir olaya karışmış
ise o zaman vazifesinden azledilerek çeşitli cezalara çarptırılırdı.
Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan ve Ağustos
1798 tarihini taşıyan bir belge Filibe Kadısı'nın
bu sebeple Hanya'ya sürgün olarak gönderildiğini belirtir.

İslâm ve Osmanlı adlı
teşkilatının ne denli adil olduğunu adalet kurumunun
devrine göre mükemmel şekilde işleyip herhangi bir etki
altında kalmadığının yabancı bir müellif
şöyle anlatır:

"İslâm adaleti ibadetten üstün tutmuştur.
Kadıyı azletmek yetkisi yalnız hükümdara aittir. Kadıyı
kendi adına halka adalet dağıtmak üzere padişah tâyin
eder. Bir kadı'nın kişisel hayatında bir leke varsa,
faziletli değilse, hiç bir kuvvet onu yerinde tutamaz Bir kadı
yalnız padişahı değil, hüküm vererek Peygamberi de
temsil ettiğini asla unutamaz" (d'Ohsson (VI, 173-178)'den
naklen Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978,
X, 271). Gerçekten, Osmanlı kadısı hükümlerinde tamamen
serbest ve vicdanına göre hareket ederdi. Padişahlar bile
onların tarafsızlığına gölge düşürecek
bir davranışta bulunamazlardı. Her gün cemaatla namaza
devam edemeyen Sultan Yıldırım Bâyezid'in, bir davada
şahidliğini kabul etmeyen Bursa Kadısı Molla Fenarî,
Allah hukukuna riayet edemeyen kimsenin, kul hakkının gözetilmesi
gereken yerlerde de dikkatsiz davranabileceğini düşünmesi,
onun böyle bir harekette bulunmasına sebep olmuştur (Taşköprülüzâde
İsameddin Ahmed Efendi, eş-Şekaiku'n-Numaniyye Beyrut 1975,
s 19)

Osmanlı adlî teşkilâtı içinde diğer
önemli bir konu da mahkeme esnasında kadıların
yanında bir jürinin bulunmasıdır Mutlaka aleni cereyan
eden mahkemelerde kadıların yanında
"Şuhudu'l-hal" veya "Udulu'l müslimîn' denilen bir
bilirkişi heyeti vardır Bunlar, mahkemelerin cereyan
tarzını, dâvanın hakkaniyete göre görüldüğünü
tesbit ederler Her hükmün altında bunlardan beş veya altı
kişinin ve imzaları bulunur Ayrıca "ve gayrihim"
gibi bir ifade bulunur ki bu, yukarıda adı geçen jüridekilerin
sayısının daha fazla olduğunu gösterir. Bunlar,
dâvacıların şahidleri değildirler. Günümüzde bazı
ülkelerde uygulanan bu sistem, Osmanlılar döneminde başarılı
bir şekilde uygulanıyordu (Mustafa Akdağ, Türkiye'nin
İktisadî ve İçtimai Tarihi, İstanbul 1974, I, 404-406)

İstanbul, Edirne gibi büyük şehirler
kadılıklarının müderris rütbesine haiz yüksek
zatlara tevcihi mutad olup, bunlar diğer kadılar gibi
azlolunmazlar, uzun süre memurluklarında kalırlardı.
Taşra kadılarının da halk nazarında mümtaz
mevkileri vardı 1000 (1591-1592) tarihinden itibaren, kazada fiilî
hizmet aranmadığından genellikle kadılıklar nâibler
marifetiyle idare edilmeye başlanmış ve örfî süre bir yıl
olarak tayin edilmiştir. Şurây-ı Devlet ve Divân-ı
Ahkâm-ı Adliyenin teşkiline dair 1868 tarihli hatt-ı hümâyûn
ile kuvvetler ayrılığı (tefrîk-ı kuvâ) prensibi
kabul edilince, kadıların
bağımsızlığı bir kat daha kuvvet
bulmuştur Tanzimat Fermanı'ndan kısa bir süre öncesine
kadar hukuk, ceza, ticaret ve diğer bütün davalara kadı
huzurunda bakılır, bir Osmanlı ile yabancı
arasındaki davalar da, tercüman bulundurulmak suretiyle yine
şer'iyye mahkemelerinde görülürdü.

24 Cemâziyelâhir 1305 H. Tarihli "Tezkire-i
Sâmiye", kadıların fiilî yetkilerini azaltarak, ekseri
davalar için şer'iyye mahkemeleri yerine nizamiye mahkemelerini
ikame eyledi. Kadıların yetkilerini sınırlayan bu
padişahlık tezkiresinde şöyle denir: "Şer'an
fasıl ve halli gereken davalardan talâk, nikâh, nafaka, hıdâne,
hürriyet, kölelik, kısas, diyet, erş, gurre, hukûmetü'l-adl,
kasâme, gâib, mefkud, vasiyet ve miras davaları şer'î
mahkemelerde; ticaret, ceza, tazminat ve sözleşmelerden doğan
davalar nizamiye mahkemesinde görülür. Bunların
dışında kalan davalara ise, taraflar razı
oldukları takdirde şer'iye mahkemesinde; aksi halde nizamiye
mahkemesinde bakılacaktır".

Şeyhu'l-İslâm Ürgüplü Hayri Efendi
Şer'iyye Mahkemelerinde önemli ıslahat
yapmıştır. 7 Ramazan 1332 (30 Temmuz 1914) tarihinde
yayınlanan, kadılara ait kanunda; "Bir kimsenin kadı
olabilmesi için 25 yaşını bitirmiş olması,
kanuni özür dışında âdî cürümlerden dolayı, bir
haftadan çok hapis cezası ile mahkûm olmamış
bulunması, Mecelle'nin 1792 ve 1793. maddelerinde belirlenen
vasıfları taşıması ve Medresetü'l-Kudât (hâkim
yetiştiren bir fakülte)den mezun bulunması" şart
olarak belirlenmiştir.

26 Zilkâde 1332 (16 Ekim 1914) tarihinde yayınlanan
şer'iye ve nizamiye mahkemelerinin görev alanlarının
ayrılmasına dair olan nizamnamede yeni bir görev bölümü yapılmıştır.

18 Cemaziyülevvel 1335 (12 Mart 1917) tarihli kanunla
kazaskerlik, muhallefât ve evkaf mahkemeleri de dahil olduğu halde,
bütün şer'î mahkemeler ve ona bağlı olan daireler Adliye
Nezaretine devredilmiş, 4 Ramazan 1342 (8 Nisan 1924) tarih ve 469
nolu şer'i mahkemelerin ilgasına dair kanunla adı geçen
mahkemelerin bütün görevleri asliye mahkemelerine tevdi olunmuş ve
bu tarihten sonra Türkiye'de kadılık ünvanına son
verilmiştir (Ebu'l-Ulâ Mardini, "Kadı", maddesi,
İA. VI, 45).

Ziya KAZICI


Konular