Şamil | Kategoriler | Konular

ıman

İMAN

Güvenme, verilen bir habere kalbten inanma, haberi
getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanma;
Allah'a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.s)'ın
Allah'ın kulu ve Resulu olduğuna, Allah'ın meleklerine,
kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah
tarafından yaratıldığına inanma (Buhârî, iman,
37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15).

"İman" kelimesi; Arapça'da "if'al"
vezninde olup, aslı "emn" kökünden gelir. Dillere göre,
korkunun zıddı olan "emn-ü emân=emniyet, güven"
manasında, "âmene" fiilinin masdarıdır.
Kelimenin aslı "emn" de "emân" idi. Başına
"elif" gelince, "e'mene" oldu; sonra arapça gramer
kaidesine göre "imân" okundu. Kelimenin başındaki
"hemze" Arap diline göre "ta'diye" için "geçişli"
olursa, "eman vermek, emin kılmak" manasına gelir ki;
"esmâüllah = Allah'ın isimleri"nden olan "Mümin"
bu manadan alınmıştır. Sayrûret (olmak) için kullanılırsa,
iman; "emin olma, kalbi güven ve sükûna kavuşturma"
manasına gelir. Buna lisanımızda "inanma" denir.

Bütün dilcilerin örfünde imanın hakikati;
"mutlak tasdik"dir. Yani, bir şahsa, bir habere veya bir hükme,
kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, onu doğrulamak, sözünü
doğru kabul etmektir. Tasdik eden, tasdik ettiği şahsı
tekzip edilmekten emin kılmış veya bizzat kendisi yalandan
emin ve mutmain olmuştur. İman kelimesi, ya "âmenehu"
da olduğu gibi doğrudan, veya "âmene bihi" ve "âmene
lehu" da olduğu gibi, (be) veya (lâm) ile mef'ul alır. (be)
ile olursa, "İkrar ve itiraf"; (lâm) ile olursa, "iz'an
ve kabul" manası ifade eder (Râgıb el-isfahanî:
El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, İstanbul
1272 H., III, 593-594; İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mısır
1303, XVII 160-163).

Bu esasa göre sözlükteki iman, mantık ilmindeki
"tasavvur"un karşılığı olan "tasdik"
ten ibaret olup, kavramındaki iki unsur vardır: Biri "bilgi=marifet"
unsuru; diğeri, irade ve ihtiyar (kesb)" unsuru. Çünkü, önce
neye, niçin ve nasıl inanılacağı bilinmeden, bir
şeye iman ve onu tasdik mümkün olmaz. Bu yönden "marifet"
unsurunun rolü açık; imanın akıl, fikir, düşünce
ve nazar ile ilgisi aşîkârdır. İrade ve ihtiyar unsuru
ise, bilinen bir şeyin tasdik edilerek iman haline gelmesi, terim
ifadesiyle "iz'an ve kabulü" için şarttır.
Diğer bir deyimle; bilinen ve iman konusu olan husus, baskı ve
korkudan uzak, samimi bir gönülle içten benimsenmeli, tam bir
teslimiyet ile kabul ve itiraf edilmelidir. O halde imanda; bilgiye
dayanan iradeli bir tasdik, kesb ve ihtiyar lâzımdır. Her
şeyi çok iyi bilen şeytanın kâfir sayılması, bu
ikinci unsurun bulunmamasındandır. O halde, yalnız "marifet"
ile iman olmaz. Çünkü kesb ve ihtiyar olmadan kalbde hasıl olan
şey, tasdik değil, marifettir. Zira bir bilginin. imanda aslolan
"tasdik" derecesinde sayılabilmesi için onda, irade ve
ihtiyara dayanan kalp rızası ve teslimiyet şarttır.
Ancak, tasdikte aranan iz'an'ın, "itikad-ı câzim"
denilen kesin olarak yakîn ifade etmesi şart
koşulmadığından; "zann-ı gâlib"
denilen avam müslümanların tasdiki, yani "mukallidin imam"
Ehl-i Sünnete göre kâfi ne makbul sayılmıştır. Bu
gibi tasdiklere "iman-ı hükmî" denir. Aklı ve naklî
delillere dayanarak elde edilen kuvvetli imana ise, "tahkîki iman"
adı verilir. Bu yola (delil ve istidlâle) gücü yettiğince
başvurmak farz olduğundan, bunu terkeden bir mü'min günahkâr
olur (bk.Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (ilm-i
Kelâm), İstanbul 1984, I, 148-150).

Tasdikin Derece ve Türleri:

Mutlak tasdikin derece ve türleri vardır. Her
tasdik, meselâ, "Allah'a iman ettim", "Hz. Muhammed (s.a)'e,
Kitabullah'a ve ahirete inandım" cümleleri, ayrı ayrı
kariyeler (önermeler) olarak farklı hükümler ifade eder. Her
birinde tasdik ve hüküm bulunan bu iman nevileri, taalluk ettiği
şeylere göre çeşitli manalara gelmekte, hepsi de, "kabul
ve itiraf" manası ifade etmektedir. Tasdikte aslolan, söylenen
sözün veya haberin doğru ve sâdık olmasıdır. Sözün
sadık olması ise, verilen hükmün sadık olmasında,
yani o hükmün gerçeğe mutabık olmasındandır.
Mutabık ise, o hükmün doğru ve sadık; değilse, yalan
ve yanlıştır.

Tasdik edilerek inanılan şey, görülen ve
bilfiil mevcut olan bir şey ise, bu tasdike "tasdik-i şuhûdî";
gözle görülmediği halde, varlığına delâlet eden
bir delil veya eser vasıtasıyla biliniyorsa, bu gibi tasdiklere
de "tasdik-i gaybı" denir. Bu yönden, imanın içerdiği
mutlak tasdik, dilciler nazarında; a) Ya kavlî, yani sözle, b) Veya
fiilî, yani iş ve amel ile olur. Kavlî olan da, biri kalbî (kalp
diliyle), diğeri de lisanî (dil ile) olmak üzere iki türlüdür. O
halde, dilcilere göre tasdikin üç türü ve derecesi vardır.
Bunlar;

a) Kalb ile yapılan tasdik: Bir kimsenin herhangi
bir şahsı veya hükmü kalbiyle kabul ve itiraf etmesidir.

b) Bizzat dil ile yapılan tasdik: Bu da,
insanın, inandığı şeyin hak ve gerçek olduğunu
başkası duyacak şekilde söyleyip ilân etmesidir. Dil ile
yapılan bu tasdik de iki türlüdür: a) Hakîkî, b) Zahirî,
Hakîkî anlamda; dil ile ikrar edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani
dil ile kalb tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahip olan kimse,
hakîkaten inanmış bir "mü'min"dir. Zâhirî alanda
ise dil ile tasdik olunan şey, kalp ile tekzip olunur. Yani dili ve
zahiri başka, kalbi ve batını başkadır. Kalbi,
dilinin söylediğini inkar ve reddetmektedir. Bu gibi zahiri tasdik
sahiplerine, dinî literatürde "münafık" adı
verilir. Bunlar zahiren mümin; hakîkatta ve Allah katında kafir
sayılırlar.

c) Organlarla yapılan fiili tasdik: Söylenen
sözün gereğini bilfiil ima etmek süretiyle yapılan tasdik
şeklidir ki, bunun makbul olanı; işlenen fiilin, hem dil,
hem de kalp ile yapılan bir tasdike dayanmasıdır.
Şayet yalnız dil ile ikrarın eseri ise, yapılan
iş, riyadan başka bir şey değildir ve nifak alametidir
(Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, I, 179).

İslam Istılahında İmanın
Manası, Hakîkati ve Rükûnleri

İslami ıstılah olarak "iman",
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah (c.c.) tarafından
getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru
ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların
tamamını iz'an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani
Allah'a, Hz. Muhammed'in son Peygamber olduğuna ve "Zarûrât-ı
diniyye" diye bilinen İslâmî esaslara, hükümlere ve
haberlere, kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf
etmektir. Zarûrât-i diniyye; Peygamberimizden tevâtür yoluyla
naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah
kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının
hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve Hac gibi ibadetlerin farz; zinanın,
şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram
olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik
ifade eden bu gibi dinî esaslara her müslümanın tereddütsüz
inanması gerekir. Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk
ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından
daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür.

İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi
olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta
da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken
tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı,
kaynağı nedir? İmanın hakîkatını
teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız
dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten,
azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu
hususta İslâm âlimleri arasında görüş
ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok
itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.

a) Ehl-i Sünnet'ten bazılarına göre
şer'î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği
kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu
kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın;
biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak,
bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir.
Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karşısında
vazgeçilmeyen "aslî rükün"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve
ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen
ve vücubu sakıt olan "zâid rükün" dür. Aslî rükün
sayıları kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan
çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz.
Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir
kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz
ve kâfir olmaz (en-Nahl, 16/106). "Kavl-i Meşhur" olarak
şöhret buları bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları,
Hanefi imamlarından Şemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-İslâm
Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta
İmam-ı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği
rivayet edilmiştir (Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-Kâri Şerhi,
s. 76-77; Şerhu'l-Makâred, II, 182, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye,
s. 436438).

b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn" e
göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile
tasdikten ibarettir. O halde şer'; imanın yegane rüknü, kalb
ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse,
gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın
aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat,
kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf
olunabileceği, aksi halde mü'min midir, değil midir?
bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik
edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre,
kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler,
dünyada müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa
bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar. Dini nasslar
bu görüşü daha fazla desteklemektedir: "Allah işte
bunların kalbine imanı yazdı" (el-Mücadele, 58/22);
"İman henüz kalblerine girmedi" (el-Hucurât, 49/14 ve
en-Nahl, 16/106 gibi). İmam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de
budur. Özellikle, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'ârî ile
İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî ve İmam Fahru'd-Din er-Râzî bu
görüştedirler (Ali Arslan Aydın İslâm İnançları,
I, 164-165).

c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu
ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam
Ahmet (r.a)'a göre Şer'î İman; "İkrarın bil
lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân"dır. Yani,
"dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel" Fakat bu
görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep
imamları, ameli terk eden kimseleri "fâsıkâsî" saymışlarsa
da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir.
Ayrıca, abid ve zahid müslümanlara tatbik edilmekte olan dini
ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da
uygulanacağını söylemişlerdir. Nitekim tatbikatta hep
böyle olagelmiştir. Bu zevata göre şer'î imanın hakîkatı
iki şekilde mütâlaa edilmektedir. Biri; er geç Cennete girme
imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile
tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder.
Diğeri ise, müslümanı cehennemin azabından koruyan ve
ebedî saadete erdiren "Kemâl-i iman", yani imanın kâmil
olmasıdır. Şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve
esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup,
onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir. Sonuç olarak, yukarıdaki
tarif gerçekte, "imanın aslını ve
hakikatı"nın değil, "kemâl-i iman" yani
iman olgunluğunun tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı
hadisçilerin görüşü, Mu'tezile ve haricilerin katı görüşleriyle
ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın,
a.g.e, I, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar).

d) Havâriç ve Mu'tezile ise Şer'î imanın;
dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka,
bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi.
Bunlara göre imanın hakikatı hem "fiil-i kalp, hem fiil-i
lisan, hem de fiil-i cevârih" dir. Yani Şer'î imanın
"üç rüknü" vardır. Bunlar; Resulullah'ın Allah Teâlâ'dan
vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve
şer'î hükümleri; "a) Kalp ile tasdik, b) Dil ile ile ikrar,
c) Azalarla tatbik etmek"tir. O kadar ki, bu üç rükünden birine
sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği
halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz. Bu
şahıs, Haricîler nazarında "kafir", Mu'tezile
nazarında ise, "ne mümin ne de kafirdir", fakat imanın
hakîkatından olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiği için
"fâsık" sayılır. Bu esasa göre Mu'tezile,
"günâh-ı Kebâûr" den, yani büyük günahlardan birini
işleyen veya "vâcipler"den birini terkeden kimseyi mümin
olarak kabul etmez. Bu gibiler için meşhur "el-Menziletü
beyne'l-menzileteyn" tezini ileri sürer, bunların Cennet ile
Cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder. Bu görüşlerini
isbat için bir çok nassları te'vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sünnet'in
red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir. Hâricîlerin
ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece kat bir iddia olup, mesnetsiz
ve akl-ı selimden uzaktır.

Bu müfsit görüşün karşısında
"tefrid" sayılan diğer bir iddia ise, "Kerrâmiyye"
adıyla anılanların şu görüşüdür: Şer'î
imanın tek bir rüknü vardır. O da "tasdik-i kavlî"
denilen "dil ile ikrar" dan ibarettir. Yani kalbiyle inandığı
halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse,
"mü'min değildir ama ölünce Cennete girebilir". Bu
iddiaya göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle
inanmış gözüken münafıkların da mü'min olmaları
gerekir. Halbuki bu gibilerin mü'min olmadıkları, Kur'an-ı
Kerim'de açık olarak belirtilmiştir: "İnsanlardan
öyleleri vardır ki; Allah'a ve ahiret gününe inandık"
derler; Halbuki onlar mü'min değillerdir" (el-Bakara, 2/8, bk.
İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Kitabu'l-İrşad. 396, Ali
Arslan Aydın, a.g.e, 158-167 ve arada kaydedilen eserler ve
aykırı görüşleri reddeden deliller).

İcmali ve Tafsili İman: Ehl-i Sünnet'e göre
-yukarda açıklanan- Şer'î iman iki surette teşekkül
eder. İcmali veya tafsilî. Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tebliği
ettiği dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamına, tafsilat gözetmeden
topluca inanmaya icmali iman denir. Bunun da en özlü ifadesi;
"Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz.
Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna" kesin olarak
inanmaktır. Bu iman, "Kelime-i Tevhid" ve "Kelime-i
şehadet" diye bilinen kesin "Lâ ilâhe illallah,
Muhammedu'r-Resulullah" demek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur.
Bu, Şer'i imanın ilk mertebesi ve İslâm binasına
girmenin ilk şartıdır. Çünkü bu cümlede, İslâm'ın
iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların
esası ve özü toplu olarak vardır. Zira Allah Tealâ'nın
yegane hâlık ve tek mabud; Hz. Muhammed (s.a.s)'in de Allah'ın
Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği bütün dinî
esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir. Ancak, bu dinî
hükümlerin tamamını tek tek hemen öğrenemeden, hepsine
birden topluca iman edildiği için, bu tür imana "İcmali
iman" denmiştir. Akıl ve baliğ olan (akıllı
ve erginlik cağına gelen) her şahsa, "icmali
iman"a sahip olmak şart ve farz ise de; mümine yarasan imanın
bu ilk kademesinde ve İslâm'ın ana kapısında
kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî
ve ahlâkî hükümlerini -gücü ve takati nisbetinde- öğrenmesi ve
bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir.

Tafsili İmanın Dereceleri ve İman
Esasları: Tafsili imanın birinci derecesi şu üç büyük
esasa inanmaktır: a) Allah Teâlâ'nın varlığına,
birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma'bûd olduğuna, b)
Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve son Peygamberi
olduğuna, c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü ba'de'l-mevt),
ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının
ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek olduğuna
yakınen inanmaktır.

Tafsili imanın ikinci derecesi; "Âmentü'de
ifadesini buları altı iman esasına; Allah'a, Meleklerine,
(bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve
ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah'dan-
O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak
inanmaktır. Bu esaslar, Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetlerde
belirtilmiştir (el-Bakara, 2/177, 285; en-Nisâ, 4/ 136). Hz. Ömer
(r.a)'ın Peygamberimiz (s.a.s.)'den naklettiği meşhur
"İman, İslâm ve İhsan" hakkındaki uzun
hadisinde "Kaza ve Kadere iman" ayrıca zikredilmiştir.
Bu hadis, -Sünen-i Ebû Dâvud hâriç- Kütübü Sitte'de mevcut olup,
tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan bütün
İslâm âlimlerince "Kaza ve Kadere İman", iman
esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana
kitaplarında yeralmıştır.

İman Esasları: (bk. "Allah'a iman,"
"Meleklere iman", "Kitaplara iman ",
"Peygamberlere iman," "Ahirete iman" ve
"Kaza-kadere iman" maddeleri).

Tafsili imanın üçüncü ve en yüksek derecesi,
Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah Teâlâ tarafından
"Kitap" ve "Sünnet" ile tebliğ ettiği kesin
olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her birine
ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir.
Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür
yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin sahih
hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri;
adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları,
hülâsa her türlü emir ve yasakları, iman. amel ve ahlâk esaslarını
ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince öğrenerek
bunların farz, vâcip, haram veya helâl olduklarını tasdik
etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman
etmek, İslâm'da tafsili iman derecelerinin en yükseğidir.
Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve
etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î
(fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip,
herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirir. Bu ise, ancak, bu
nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur.
O halde tafsili imanın dereceleri, her müslümanın imkân ve
yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her şahıs,
sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef
ve sorumludur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılman
iman, imanın ilk derecesi sayıları "İcmali
iman"dır. Zira, İslâm dairesine ancak bu ana kapıdan
girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm inançlarının
ana unsurları olan iman esaslarını güç oranında öğrenmek,
onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her müslüman
için gereklidir. Böyle olan kimseler, takvâ yollarında
ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş,
olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar.

İman ile Amel Arasındaki Münasebet:

Yukarda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan
anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse
Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu)
nazarında "imanın hakikatı"; Allah Teâlâ'nın
varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve
tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan
getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile
tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten
delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de,
"iman" kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek
suretinde ifade buyurmuştur:

a. "İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah)
imanı kalblerine yazdı" (el-Mücadele, 58/22)

b. "İman henüz kalblerinize yerleşmedi
(hele bir yerleşsin)..." (el-Hucurât, 49/14).

c. "... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain
(müsterih) olduğu halde... " (en-Nahl, 16/106).

Peygamberimiz (s.a.s) ise; "Lâ ilâhe
illallah" demesine rağmen "kâfirdir" diye bir kimseyi
öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" söylediği halde,
onu niçin öldürdün?" diye sormuş, "o bu sözü,
kendisini ölümden kurtarmak için söyledi" cevabını
alınca: "Onun kalbini yarıp ta (imanı var mı
diye) baktın mı?" buyurmuşlardır (Tirmizî,
Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).

Aynı âlimlere göre "dil ile ikrar"da,
yukarda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz,
ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin müslüman olduğunu
bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik
edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.

İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan
dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve
âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın
hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarda kaydedilen
delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak
delâlet etmektedir:

a. "Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç
(tutmak) farz kılındı" (el-Bakara, 2/183). Bu ve
benzeri ayetlerde (bk. el-Bakara, 2/153, 187; Âlu İmrân 3/59;
el-Enfâl, 8/20, 27; en-Nûr, 24/21; el-Ahzâb, 33/70; el-Cum'a, 62/9).
Önce "iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra müminlerin
yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar
bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın
hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.

b. "İman eden ve iyi (salih) amel isleyen
kimseleri Cennetimize koruz" (en-Nisâ, 9/57). Bu ve benzeri
ayetlerde (el-Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8;
Fussilet 41/8; el-Buruç, 85/ 11; el-Beyyine, 98/7; el-Ankebut, 29/7, 9,
58; el-Fâtır, 35/7; eş-Şûrâ, 42/22) salih amel imana
atfediliyor ki; arapça gramer kaidesince, ancak manası başka
olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi,
"ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka
manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka
olup, ondan bir cüz değildir.

c. "Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse..."
(Tâhâ, 20/ 112). Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olması,
imanlı olma şartına bağlanmıştır.
Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil
olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel.
ayrı ayrı şeylerdir.

d. "Eğer müminlerden iki zümre
birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup
onları sulh ediniz..." (el-Hucurât, 49/9). Bu ayet-i kerimede;
birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye anıldığına
göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir
şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her
cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur
olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.

Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına
ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul
olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart
olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır. Bu
bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve
sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih
amelle mükelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah
katında makbul ve muteber değildir.

Yukarda zikredilen delâleti katı dinî delillere
ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından
ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
(Fazla bilgi için bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî Şerhi,
s. 80; Tefsîr-i Kebir, I, 249; Şerhu'l-Makâsıd, II, 187;
Şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 248).

Her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise
de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır.
Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin
imanını olgunlaştırır. Allah Teâlâ'nın
vadettiği ve Resulullah (s.a.s)'ın müjdelediği ebedî
nimetleri ve rıza-i ilâhîyi kazandırır. O halde, kalbde
bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için
Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü eseri
dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen
bir ağaç gibidir. Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir
hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara
faydalı olmak ve Allah'ın rızasını
kazanmaktır. Allah Teâlâ'nın rızası ise, yalnız
-bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile değil; o imanın
meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla,
yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde
edilir. Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir
inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz. Çünkü bu,
imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir
şey değildir. Hakîki iman, insanı harekete getiren,
sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı;
eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır.
İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani;
Allah'a ibadetle, Salih amel adıyla anıları iyi ve
doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde,
imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve
nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde
saklı kalan iman da kâfi değildir. Öyle ise, imanı kemâle
erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine
sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır.
İşte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve
sonsuz saadete ererler. Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine
dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu
bakımdan, yukarda belirtildiği gibi- Selef uleması, hadisçiler
ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemâlinden saymışlardır.
Bu görüş, doğru ve isabetli bir görüştür.

>>>>>


Konular