Şamil | Kategoriler | Konular

ılah

İLÂH

Kendisine ibadet edilen, her şeyden çok sevilen,
tazim ve tesbih edilen mutlak varlık.

Lügatta, örtünmek, gizlenmek, alışmak ve
kulluk anlamında kullanılmakla beraber genelde ibadet edilen,
tapınılan nesnelerin ortak adı olmuştur. Ancak
İslâmiyet'in saf tevhid akîdesi, tapılacak, ibadet edilecek;
kainatın ve eşyanın yaratıcısı ve yoktan var
edicisi olarak sadece Allah'ı kabul etmektir. Bu yüzden, Allah'ı
lâfzî sadece İslâm'ın kabul ettiği tanrı
inancının alemi (özel ismi)'dir.

Müfessirlerin ve nahivcilerin ekseri görüşüne
göre Allah ismi celâli mürtecel ve gayri müştak bir isimdir. Yani
ne (Lahe-yelihü-leh) dan ne de (lailahe) den müstak değildir.
Bazılarının iddia ettiği gibi Süryanice olduğu
ileri sürülen "Lâhe" isminden arapçalaşmış
bir isim de değildir. İmam Fahruddin er-Râzî lafza-i Celâl
Allah-u Teâlâ'nın alem ismidir ve aslen müştak değildir.
Nahiv imamlarından Halil ve Sibeveyh usulcülerin çoğu ve
fakihler hep bu görüştedirler demiştir. Nitekim nidada
hemzenin düşmemesi ya ile fasılasız bir araya gelmesi
hemzenin kelimenin aslından olduğunun delilidir. Lafzai Celalin
başındaki eliflam harfi tarif değildir. Ancak
kullanılış kolaylığı için çoğunlukla
onun gibi kullanılmıştır. Sonuç olarak Allah ismi müştak
ve menkul değildir. İlk kullanılışından
itibaren alem ismidir. Nitekim arapçada Allah isminin çoğulunun
veya bir başka şey için kullanıldığının
hiç bir örneği yoktur. Allah'ın zatı bütün esmâ ve sıfata
mukaddem olduğu gibi Allah ismi de öyledir. O ulûhiyyet vasfından
değil, uluhiyyet ve ma'bûdiyet vasfı ondan
alınmıştır. Allah mabut olduğu için Allah değil,
Allah olduğu için mabut'dur. Onun ulûhiyyeti ibadet ve ubudiyyete
müstehak olması zatındandır. İnsanlık, puta
tapar, güneşe tapar, ateşe tapar. kahramanlara, tâğutlara
veya bazı sevdiği şeylere tapar. Taptığı
zaman onlar ilâh ve mabut olurlar. Sonra bunlardan vazgeçer, o zaman
onlar İlâhiyet ve mabûtiyet vasıflarını yitirirler.
Halbuki insanlar Allah'ı mabut ilâh tanısın
tanımasın, O zatında mabuttur. O'na her varlık ibadet,
ubudiyet ve tazim borçludur (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
I, 29-30).

İslâmiyet'in Allah âkidesiyle diğer
dinlerdeki "ilâh" fikri arasında tartışmaya yer
bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer
dinlerdeki ilah fikrine, İslâmiyet'in reddettiği yollardan
ulaşılır. Sonra bu dinlerin mensubu olan insanlar, ilâhlarım
kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinirler. Diğer
dinlerdeki ilâh fikri, insanların korkularının
isteklerinin ihtiyaçlarının ürünüdür. Bu ilâhlar insanların
isteklerinin ihtiyaçlarının ürünüdür. Bu ilâhlar insanların
ihtiyaçlarına göre şekillenirler. Sonra bu ilâhların hüküm
va'z etmek gibi özellikleri de yoktur. insanların ihtiyaçları
karşılandığından, bu ilâhların
fonksiyonları da tükenecektir. Oysa İslâm, kişi ilâhım
kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinemez. Zîra İslâm,
mutlak bir yaratıcının ve hüküm koyucunun ve ibadet
edilecek bir tek ilâhın var olduğu, onun da hiç bir ortağı
bulunmadığı esası üzerine oturtulmuştur.
İslâm insanları bu ilâha (yani Allah'a) iman ve ibadet etmeye
çağırır. Diğer dinlerde ilâhlar, insanlarla birlikte
vardır. İnsan yok olduğunda bu ilâhlar da yok olurlar.
Oysa Allah (c.c) insanı yaratandır. İnsan yaratılmadan
önce de vardı ve zatı ile kâimdir. İnsan kendisinin
ihtiyaçlarını gidermeye gücü yeten, sıkıntılara
karşı ona yardım elini uzatan, onu koruyup gözeten, sıkıntı
ve korkulu anlarında onu emniyete ulaştıran bir
varlığa ibadet için yönelmektedir.

Tabii olarak kişinin inancına göre
ihtiyaçlarını gideren, doğalara icabet eden bir
varlık, kendinden daha yüce ve üstün olmalıdır. Yani ilâh
edinilen şey müteal olmalı, insanın
ulaşamayacağı özellikler taşımalıdır.
Hiç şüphesiz ibadet düşüncesi, mabudun şahsı ve
kudreti gayp perdeleri arkasında olmadıkça kişinin
hatırasında canlanamaz. Mabudun ihtiyaçları yerine
getirmeye yeten güç ve kuvveti gizlilik perdelerinin altında
olmalıdır. Bundan dolayı mabud için isim olarak öyle bir
kelime seçilmelidir ki, hicaplarına ve derin hayret manası ile
birlikte yücelik üstünlük ve şereflilik manalarını da
ihtiva edebilsin.

İlâh kelimesinin mabuda bağlanmasının
sebepleri şöyle sıralanabilir: İhtiyaçları gideren,
işlenen âmelin karşılığını veren, sükunet
bahşeden, yücelik hükmü altına alıp koruyan, ihtiyaçları
gideren, musibet anında koruyandır. Aynı zamanda gözlerden
öylesine gizli olmalı ki, insanların idrak edemediği
sırlardan daha da esrarlı olsun ve insan ondan korktuğu
kadar, iştiyak ve sevgide duyabilsin.

Kur'an-ı Kerimde ilâh kelimesi iki manada kullanılmıştır.
Birincisi- hak olsun batıl olsun, ayırım
yapılmaksızın, insanların kendisine
tapındığı şey anlamında mabud.
İkincisi; gerçekten ibadete lâyık olan varlık
anlamında hak mabud.

İlah Edinmek

Yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber olan Hz.
Adem'le başlayan tevhîd inancı gönderilen her peygamberle
birlikte devam edegelmiş ve İslam peygamber'i (s.a.s) ile kemâle
ermiştir.

Bütün peygamberler, kendinden önceki peygamberleri
tasdik edici özellikte tevhid yolunda mücadelelerini sürdürmüşler,
gönderildikleri kavimleri Allah (c.c)'dan başka ilâhlar
edinmemeleri hususunda uyararak, onları Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır.
Ancak peygamberler bu mücadeleleri sırasında kendilerinin
yanında yer alan pek az mümin bulabilmişlerdir. Hatta
bazıları öldürülmüşler, yaşadıkları
yerden uzaklaştırılmışlar ve içinde bulundukları
toplumun, sürekli hakaret ve alaylarına maruz
kalmışlardır.

Peygamberlerin uyarılarını dikkate
almayan insanlar, kendi inançlarında ısrar etmişler,
Allah'dan (c.c) başka ilâhlar edinerek, onlara tapınmaya devam
etmişlerdir. Nitekim Allah'u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de bu
kavimler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar,
kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye,
Allah'tan başka düzme ilâhlar edindiler" (Meryem, 19/81).
"Onlar, Allah'ı bırakıp, güya kendileri yardım(a
mahzar) edilecekler ümidi ile mabudlar edindiler" (Yâsin, 36/74).

Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere
cahiliye devri insanları kendileri için ilâh olabileceğine
inandıkları nesnelerin şiddet ve sıkıntı
anlarında koruyucu olduklarını, onların etrafında
toplandıklarında yeminlerinden vazgeçmekten doğabilecek
sorumluluktan bir takım korkulardan kendilerini emin
kılabileceklerini zannediyorlardı.

"Allah'ı bırakıp
taptıkları yalancı ilâhlar, rabbinin azap emri geldiği
zaman onlara hiçbir fayda sağlamadı, ziyanlarını
arttırmaktan başka bir işe yaramadı " (Hûd,
11/101).

"Halbuki Allah'ı bırakıp da çağırdıkları
şeyler hiçbir şeyi yaratamazlar. Onların kendileri
yaratılıp duruyorlar. Onlar diriler değil ölülerdir. Ne
zaman dirileceklerine de şuurları yoktur. Sizin ilâhınız
bir tek ilâhtır (en-Nahl, 16/20-22).

"Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip
tapma. Ondan başka hiç bir ilâh yok" (el-Kasas, 28/88).

"Allah'tan başkasına tapanlar dahi gerçekte
Allah'a eş tuttukları ortaklara tabi olmuyorlar. Onlar kuru
zandan başkasına uymuyorlar, onlar ancak yalandan
başkasını söylemiyorlar" (Yûnus10/66).

Bu ayetlerden şu neticeleri çıkarmak mümkündür:

a) Cahiliye devri insanları kendilerine
sıkıntılı anlarında dua edip yardıma çağırdıkları
ilâhlar ediniyorlardı.

b) ilâhlar sadece cinler, melekler ve putlardan ibaret
değildi. Daha önce şahıslar da tapınılan ilâhlar
arasında idi. Nitekim "onlar diriler değil, ölülerdir. Ne
zaman dirileceklerine şuurları da yoktur" ayeti, bunu
ispatlamaktadır.

c) Müşriklere göre ilâh edindikleri putlara,
onlarım dua ve yakarışlarını işiten ve
onlara yardıma gücü yeten varlıklardı.

Meselâ bir adam acıkmışsa,
karısından yemek ister. Yada hastalanmış olsa doktor
çağırır. Onun bu davranışları bir dua
değil, sebep ve netice kanununun tabii bir göstergesidir. Adam, karısını
veya doktoru ilâh edinmemektedir. Ancak bu adam açlık ve
hastalığa katlanamaz duruma geldiğin de
karısından doktorundan yardım isteyeceği yerde,
başka bir şahıstan veya puttan medet umsa, ona bu ihtiyaçlarım
gidermesi için dua etmiş ve onu kendisine ilâh edinmiş olur. Günümüzde
de pek sık rastlanabildiği gibi kilometrelerce uzaklıktaki
bir mezarda yatan bir ölüye dua etse, ihtiyaçlarını
karşılaması hususunda ondan bir medet umsa veya aynı
duyguları bir puta karşı beslese bunların, ihtiyaçları
hakkında kendisine yardım edeceğine, hastalık,
sıhhat ve açlığa, tabiat kanunları
dışındaki bir mânevî güçle ihtiyaçlarını
vermek için gereken sebepler üzerinde hükmünü geçirme kudretine
sahip olduğuna inanırsa, bu ölüyü, diriyi veya putu kendisine
ilâh edinmiş olur.

Nitekim günümüzde bu misali andıracak
şekilde canlı olaylar yaşanmaktadır. Meselâ yeni
evlenen çiftlerin kendilerine mutluluk getireceğine inanarak, çeşitli
şahısların mezarlarına ziyaretler düzenleyip, çeşitli
adaklar adadıkları işitilmektedir. Bu olaylar günümüzde
Allah'tan başka ilâhlar edinip O'na şirk koşmanın en
açık örneklerinden biridir.

Aslında insanın ilâh edindiği nesnelere
dua etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce,
şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü
geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu dışında
bir kuvvete sahip olduğunu kabul etmeye götüren düşüncedir.

Allahu Teâlâ (c.c) kendisinden başka ilâh
edinenlerin durumlarını şöyle açıklamaktadır:
"Andolsun ki, biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helâk
ettik. Ayetleri, belki onlar küfürden imana dönerler diye tekrar tekrar
açıkladık. O vakit Allah'ı bırakıp da güya O'na
yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar
onların azabını savmaya yardım etmeli değil
miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp
kayboldular. Bu onların yalanlarıdır, uydurmakta
oldukları şeydir" (el-Ahkâf, 46/27, 28).

İnsanların gerçek yaratıcıyı
bırakıp, kendi elleriyle yaptıkları putları ilâh
edinmelerinin başlangıcı Kur'an-ı Kerim'de şöyle
belirlenir: "Nûh şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan
etti. Malı ve evlâdı kendisine zarardan başka bir şey
vermeyen kimseye. Onlar büyük tuzaklar kurdular. "Sakın ilâhlarınızı
bırakmayın. Ved, Suvâ', Yagûs, Yeûk ve Nesr gibi putlarınızdan
vazgeçmeyin" dediler" (Nûh, 71/21-23).

Buhârî'nin İbn Abbas'dan naklettiğine göre,
Nûh peygamberin kavminde bulunan bu putlar daha sonra Arabistan'a intikal
etti. Bu putlardan "Ved" Dûmetü'l-Cendel'de Kelb kabîlesinin;
"Suvâ"' Huzeyl kabîlesinin; "Yagûs" Sebe'in;
"Yeûk" Hemedan'ın; "Nesr" ise Himyer'in putu
haline geldi. Bunlar Nûh (a.s)'ın kavminden salih kimselerin
adına dikilmiş heykellerden ibaretti. Şeytan, bunların
sûretlerinin toplantı yerlerine dikilmesini iğva yoluyla telkin
etmişti. Ancak sahipleri ölünceye kadar bunlara tapınmadılar.
Daha sonra gelen nesiller bu putlara tapınmaya başladılar
(Buhârî, Tefsîru Sûre "İnnâ erselnâ", 6/199).
Muhammed b. Kays'dan rivayete göre "Yeûk" ve "Nesr"
Âdem ve Nûh aleyhisselâm arasında yasamış sâlih
kimseler olup, çok tâbileri vardı. Bunlar ölünce kavimleri,
ibadetlerinde bunları hatırlayarak daha şevkle ibadet
yapmak istediler. Bunun için heykellerini diktiler. Bu şahıslar
ölünce de şeytanın iğvâsı yoluyla kavimleri,
kendilerine ibadet etmeye başladılar (İbn Kesır, Tefsîru'l
Kur'âni'l-azim, İstanbul 1985, VIII, 261 -263).

Tevhid inancından bu şekilde ilk sapmalar
yolunda, eski çağlarda bu inançtan habersiz diğer kavimlerin
de bazı ilâhlar edindikleri görülmektedir. Meselâ; eski Mısır'ın
mitolojik dinlerine göre, zaman ilâhı Keb ile gök tanrıçası
Nut'un evlenmesinden meydana gelen Osiris, kıskançlık yüzünden
Seth tarafından öldürülerek oniki parçaya bölünmüştü.
Eski Çin dini olan Sinizm'e göre tanrı Çang-Ti'nin soyundan gelen
Çin hükümdarları, göğün oğludur. Hind dinlerindeki ilâhlar,
her türlü beşeri eksikliklerden uzak olamazlar. Gök gürültüsü,
yağmur, fırtına gibi olayların ilâhı olan
İndra, çok zâlim ve gaddar bir ilâhtı. Keza Sümerlerin ilâhı
olan Madruk, uluhiyyeti diğer tanrılarla savaşarak
tıpkı insanlar arasındaki krallar gibi elde etmişti.
İran dini Mecûsîlikte ise iyilik tanrısı olan Hürmüz
ile kötülük tanrısı Ehrimen devamlı
savaşırlardı. Hangisi galip gelirse ona bağlı
olarak yeryüzünde iyilik veya kötülük galip gelmektedir. Bugünkü
Avrupalıların ataları olan Keltlerin dininde, insanlar
vahşice ilâhlara kurban edilirdi. Azteklerin harp tanrısı
olarak kabul ettikleri Çiçli-Puçli, insan yüreği yemekten
hoşlanan zâlim ve savaşçı bir ilâhtı. Bunların
yanında eski Yunan'ın mitolojik Olimpos
tanrılarını da unutmamak gerekir. Ayrıca orta Asya Türklerinin
çeşitli nesneleri, özellikle kendilerini kurtardığına
inandıkları bir kurdu nasıl ilâhlaştırdıkları
bilinmektedir.

Yahudilerin millî ilâhi olan Yahova, kendi kavmi olan
İsrailoğullarının dışında kalan
kavimlere karşı son derece zâlim ve gaddardır.

İslâm'ın dışındaki dinlerin
ilâh telâkkisi, İslâmiyet'ten tamamen farklıdır. Bu
sebeple diğer dinlerdeki ilâhlara ancak ilâh, tanrı, Rab,
Huda, Çalab gibi isimler verilebilir. Allah ismi ise aslâ verilemez.
Meselâ; Batı dillerinde ilâh karşılığı
kullanılan (Fransızca "Dieu", İngilizce
"God", Almanca "Gott", İtalyanca "Dio")
kelimeler, temelde Yunanca Theos ve Lâtince Deivo kelimelerine
dayanmaktadır. Bu kelimeler de Yunan mitolojisinin insan
şeklindeki tanrı anlayışına dayanmaktadır.

Genellikle beşeri zaaf ve eksikliklerle bilinen bu
Yunan menşe'li ulûhiyyet inancı önce Roma'ya, oradan da
Hristiyanlığa geçmiştir. Ve bundan sonra Hristiyan
mabedlerine Hz. İsa'nın ve Meryem'in heykelleri konulmaya
başlanmıştır.

Bugünkü Batı dünyası, Yunan ve Roma
politeizmini, isminin dışında her şeyi ile
almıştır. Dolayısıyla onların ulûhiyyet
fikri, bir türlü saf tevhide ve tevhiddeki her şeyden
arındırılmış Allah anlayışına
yaklaşamamaktadır.

İslâmiyet'teki Allah inancı, O'nun sadece müslümanların
değil, tüm alemlerin ilâhı olduğu gerçeğine
dayanır. Ayetlerde de zikrolunduğu gibi, bütün varlıklar,
isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek O'na boyun eğer
ve ibadet ederler.

O'nun zâtı, her türlü tavsif ve temsilden
münezzehtir. İnsan kendi idrak ve duyu vasıflarıyla
Allah'ın zâtını neye benzetirse, Allah ondan münezzehtir.
Dolayısıyla şirke yer yoktur. İslâmiyet'in ilk ve en
önemli şartı, Allah'ı her türlü şirk
unsurlarından tenzih etmektir.

Yüce Allah yeryüzündeki bütün insanları
kendisine kulluğa çağırarak şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet
edin ki, O'na karşı gelmekten korunmuş
olasınız" (el-Bakara, 2/21).

Şâmil İA.


Konular