Şamil | Kategoriler | Konular

Hılafet

HİLÂFET

Allah'ın hâkimiyet hakkının bir
tecellisi olarak İslâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu
makamının adı.

İslam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan
kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet"
diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli
özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama
gelmiş olmak da gerekir.

Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası
nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak
demektir (İbn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî,
et-Terâtibu'l-İdâriyye, I, 2). Halife ise, başkası
tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen
kişiye denir (İbn Hazm, el-Fisal, IV, 107).
Başkasının adına görev yapmanın veya
tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev
yapılan kimsenin aciz olması sözkonusudur. veya halife olarak
tayin edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür
(Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s.
156). Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da
ölümü durumunda hilafet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in risalet dışında
kalan görevlerini yüklenmek demektir.

İslâm hukukçuları "hilâfet"
terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerine geçmek anlamına
kullanmışlardır. "Gerçekte hilâfet,
şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip
dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (İbn
Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek başkanlık ve amme
velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır.
Bu makama getirilene halife adı verilir.

Bu makama geçen, toplumu sevk ve idarede Hz.
Peygamber'e halef olmuştur. Bu nedenle "Peygamber'in halifesi''
demekte sakınca görülmemiştir. Fakat genellikle yalnızca
"halife" demekle yetinilir. Hz. Peygamber'in hadislerinde "hilâfet"
ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre terim anlamıyla,
yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor (Buhârî,
Meğâzi, 37; Ahkâm, 43; Müslim, Hacc, 425; İmâre, 61; Ebu
Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, İstiâze, 43
vs).

Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin câiz
olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapandır"
(el-Enam, 6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler. Bunun caiz
olmadığını söyleyenler de Hz: Ebu Bekir (r.a.)'ın
kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade etmediğini söylerler
(el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A. Şafak, s. 19;
el-Ferra, el-Ahkamû's-Sultaniyye, s. 27; İbn Haldun aynı yer;
İbn Teymiyye, a.g.e., XXXV, 44-5).

İlâhî emirler gözönünde bulundurulmadan
kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı
layık görülemez. "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır.
Artık kim küfrederse küfrü kendi zararınadır. Kâfirlerin
küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan
başka birşey artırmaz. Kafirlerin küfrü kendilerine
hüsrandan başka birşey artırmaz" (el Fatır,
35/39).

"Allah, içinizden iman edip de güzel amelde
bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri (kafirlerin
yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak (müşriklerin
yerine geçirip halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği
dini (İslâm'ı) herhalde payidar kılacak; onların
korkularını güvenliğe çevirecektir. Ta ki onlar bu
güvenlik içinde bana ibadet etsinler bana hiçbir şeyi ortak
tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların
ta kendileridir" (en-nur, 24/55).

Demek ki asıl önemli olan, bu yüce makamın
gereklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar da Allah'ın hükümlerini
mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a
karşı gelmemek, küfre sapmamaktır. Kendisinde bu
özellikler bulunmayan hiçbir yönetim "İslâmî" olma
özelliği kazanamaz; İslâmî kavramlarla nitelendirilemez.

Halifelik makamına geçen kimse için "halife"
adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha
vardır ki, o da: "İmam"dır. İmam, sözüne
veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb,
a.g.e., 24).

İmamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî ve
her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî,
Şerhu'l-Mevâkıf, 602; M. E. Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I,
"Al" mad., 3. kısım; Elmalılı, I, 491).
Ancak bunun yerine halifelik kavramının
kullanılmasının daha tercih edilir bir adlandırma
olduğu da belirtilmiştir (el-Cürcânî a.g.e., aynı yer).
Bu makamı işgal edene halîfe veya İmam denmesinin
nedenlerine gelince:

İlk halifenin Rasûlullah (s.a.s)'den sonra gelip
risalet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda
onun yerini almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan,
O'nun yeryüzündeki hakimiyetini temsil etmesi ve 'bu temsilini (hilafet)
görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş bulunduğundan, (bk. el
En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama getirmeleri
dolayısıyla, İslâm devleti başkanına hafife
adı verilir. Ona "İmam" denmesinin nedeni ise;
İslâm devlet başkanının namaz kıldıran
imama benzetilmiş olmasındandır. İmamın
arkasında namaz kılan cemaatin imama uymaları nasıl
bir zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet
başkanına itaat etmesi gerekir. Bu nedenle devlet
başkanlığına: "el-İmâmetü'l-Kübrâ"
veya "el-İmâmetü'l-Uzmâ" (büyük imamlık) da
denilir. Aslında İslâm devlet başkanım belirli bir
isimle adlandırma zorunluluğu yoktur. Ona verilen isimden çok
onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bunların
yitirilmesi önemlidir.

İslâm yönetimini kastederek "hilâfet"
ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de
kullanıldığını görmek mümkündür.

Meliklik genellikle, babadan oğula geçen
yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır. Bu nedenle
İslâm'da meliklik -bu anlamıyla- söz konusu değildir. Bu
anlamıyla meliklik, İsrailoğullarının yönetimlerinde
görülmüştür. Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı
ayetlerinden anlamaktayız. (bk. el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247;
Sad, 38, 35)... (Konu ile ilgili daha etraflı âçıklamalar için
bak. İbn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV. 33 vd.).

İslâm yönetim düzeni, yeryüzünde Rasûlullah
(s.a.s)'in önderliğinde gerçekleşmeye
başladığı dönemlerde dünyada var olan diğer
siyasal düzenler "kuvvet" temeli üzerinde yükselmekteydi. Bu
düzenlerin politikaları da üstünlük kurmak ve insanları
baskı altında tutmak ve tahakküm ilkelerine dayanıyordu.

Bu tür yönetimlere ve onların
politikalarına en açık iki örnek, biri İslâm'ın
doğduğu yer olan Arap yarımadasının
kuzeydoğusunda yer alan Iran imparatorluğu; diğeri ise
kuzeybatısında bulunan Bizans imparatorluğu idi. Müslümanlar
bu iki düzeni tanımlamak için o dönemlerde İran rejimi
hakkında "kisraviyye" yani kisralar düzeni; Bizans rejimi
hakkında da "Kayseriyye" yani "Kayserler düzeni"
terimlerini kullanıyorlardı.

Aynı şekilde her iki düzeni tanımlamak
amacıyla "mülk" kavramı da
kullanılırdı. Bununla da anlatılmak istenen bir tek
kişinin mukeddaratına egemen olduğu mutlak ve istibdada
dayalı yönetimlerin düzenlemeleri, idi. Bu kişi ülkeyi kişisel
arzu ve heveslerine göre yönetir ve iradesinin üstünde herhangi bir
kanun veya otorite kabul etmez ve tanımazdı.

Özellikle ilk müslümanlar, böyle bir yönetim
biçimini kesinlikle kabul edemez, içlerine sindiremezlerdi. Çünkü
Kur'an-ı Kerim, bu tür "melikî" düzenlere Firavun gibi
kişileri örnek göstererek onlardan nefret ettirdiği gibi;
"Şüphesiz, melikler bir itlkeye girdiklerinde oraya ifsâd
ederler, o ülke halkının aziz olanlarını zelîl
ederler. (Evet) onlar böyle yaparlar..." (en-Neml, 27/34) ayetiyle
de genel olarak melikler hakkındaki olumsuz hükmünü
belirtmektedir.

Kur'ân-ı Kerim melikî yönetimlerin temelinin
zulme dayalı olduğunu befirtir ve bazı, zâlim meliklerden
de söz eder:

"Arkalarında her sağlam gemiyi zorla
alan bir melik vardı" (el-kehf, 18/79).

Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim, Kisraların,
Kayserlerin, Firavunların yönetim biçimini gayet açık bir
dille eleştirmekte ve reddetmektedir. Bu ruh ile yetişen ilk müslüman
nesil bu tür yönetim şekillerine karşı oldukça hassas
idi; onlar İslâmî yönetimin melikliğe dönüşmemesi için
büyük bir özen gösteriyorlardı. (bk. M. Ziyauddin er-Reyyis,
en-Nazariyyatu's-Siyasiyyeti'l-İslâmiyye, Kahire 1979, s. 114 vd.).

Hz. Ömer (r.a) bir gün Selmân (r.a)'a: "Ben
melik miyim, halife miyim? diye sorar. Selmân da: "Eğer sen müslümanlardan
bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkı olmayan
bir yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin"
der. Haksız tasarrufları yanında melikin insanları
zora koştuğu da bildirilmiştir. Bu bakımdan Hz.
Ömer'e etrafında bulunanlar: "Hamd olsun ki sen melik
değilsin" demişlerdir (İbn Sa'd, Tabakat, III, 306-7;
el-Kettânî, a.g.e., I, 13; Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık,
II, 632). Abdullah b. Ömer (r.a) de ümmetin topluca bey'at etmediği
kimseye halife demenin doğru olamayacağını
bildirmiştir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII,175).

Hilafet ile saltanat arasındaki farka gelince:
Hilafet şûra esasına dayanır. Yani halife müslümanların
istişâresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına
gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Saltanat babadan oğula geçen
bir hak olarak kabul edilir.

İbn Hazm; hilâfetin verâsete dayanmayacağını
söyler ve İslâm'ın soya dayanan saltanatı
tanımadığını şöyle belirtir:
"Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını
Râfızîler dışında kabul etmeyen yoktur. Onlar hem
erginlik yaşına gelmemiş kimsenin İmam
olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz
görürler" (İbn Hazm, el-Fisal, IV, 166'dan nakleden M. Ebu
Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhebler Tarihi, IV, 73).

Buna göre halîfelik, her türlü tasarruf ve adalet
ölçüleri içerisinde yapılmalıdır; Meliklik öyle değildir.
Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamlarla ise
şûra (seçim) ile gelinir.

Hz. Peygamber (s.a.s), halifeliğin melikliğe
dönüşmesi halinde kötü yönde pek büyük olayların meydana
geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların
yaşanacağını anlatmıştır (Ebû Dâvûd,
Cihâd, 35). Anlaşılan Hz. Peygamber (s.a.s) bu hadisle Hz.
Osman'ın hilafetinin son yıllarında başlayan ve
Muaviye'nin başa geçmesiyle sonuçlanan olaylara işaret
etmektedir.

Hilâfetin Müddeti:

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur:
"Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir.
Bundan sonra melikliğe denilecektir." Bu da şöyle
yorumlanmıştır: "Ebubekir'in halifeliği iki
yıl, Ömer'in on, Osman'ın on iki, Ali'nin altı
yıllık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl
etmektedir" (Ebu Davud, Sünne, 8: Tirmizî, Fiten, 49)

et-Taftâzânî aynı hadise dayanarak Muaviye'nin
ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını,
bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemekle
birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da
belirtir.

Çünkü Ömer b. Abdülaziz gibi bazı kimselerin
Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır.
Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir
halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı
hususudur. (et-Taftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 180).

Hilâfet Türleri:

Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili ayetlerden
anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda
bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır.
Yani bütün insanlar ilk planda Allah'a iman etmekle ve bu imanın
sonucu olarak unun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır.
İnsanın halifeliği, onun Allah adına uygulamalarda
bulunması demektir. Bu uygulamada Allah'ın kanunları mutlak
ölçüdür. İnsan, halifeciğini ifa ederken bu ölçünün dışına
çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü
Allah Teâlâ yeryüzünde kendi adına uygulamalarda bulunmak üzere
"halife" olarak görevlendirdiği insana mutlak bir
serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım
sınırlar çizilmiş, bunları aşmaması
istenmiştir.

El-Bakara suresinin hemen ilk ayetlerinde (Ayet 30
vd.), Allah'ın yeryüzünde halife yaratmak istediğini meleklere
bildirdiği anlatılıyor. Yeryüzünde halife kılınan,
Hz. Adem (a.s)'dir; dolayısıyla da onun suyundan gelecek bütün
insanlardır. Halife kılınan bu ilk insan ve eşi için
bile birtakım sınırlamalar söz konusudur (el-Bakara,
2/35). Bu sınırlamalara uymak, insanın bu yüce makamda
kalabilmesinin temel şartıdır (el-Bakara, 2/38). Bu
ölçülerin dışına taşanlar ise ateş
azabına düşmekle tehdit edilir. Diğer bir deyişle;
insanlardan istenen, halifelik makamının gereklerini yerine
getirmeleridir. Bu ise, Allah'ın belirlemiş olduğu
sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur.

Bu anlamda bütün insanlar Allah'ın yeryüzünde
halife tayin ettiği kimselerdir. Tüm insanların bu şekilde
görevlendirilmiş olmalarına "umûmi hilâfet"
diyoruz. Adem'in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir.
İnsan halîfeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu
"emanet"in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür.

Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri,
yerlerine başkalarını getirmekle" tehdit ediyor. Buna
göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın
gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnızca
bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de "hususi hilafet"
adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar
birbirlerinin yerine geçmiş ve Allah'ın halifeliği onlar
tarafından gerçekleştirilmiştir. İşte
Allah'ın "Halife yapacağına ve onları yeryüzünde
hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği
kimseler" (en-Nur, 24/55). Onun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar
ve insanları "tağut"ların tasallutundan kurtarma
savaşını sürdürenlerdir.

İster genel, isterse özel anlamda olsun,
hilâfet, "Allah'ın dinini hâkim kılmak" özünü taşır.
Bu öz, onun sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve
teşkilatlanmasıyla siyâsî bir görünüm kazanır.

Allah, Hz. Davud'a kendisini yeryüzünde halife kıldığını
bildirmekle birlikte ona: "İnsanlar arasında hak ile
(Allah'ın hükümleri ile) hükmetmeyi" (Sad, 38/260)'de emretmiştir.
Hz. İbrahim de kendisinin insanlara İmam
kılındığı haberini Allah'tan alınca,
soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah
ise "Bu ahdinin zalimler hakkında sözkonusu olmayacağını"
(el-Bakara, 2/214). bildirmiştir.

O halde halifelik, Allah'ın hâkimiyetinin her
alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması
demektir. Bütün insanlar bununla görevlidirler. Böyle bir makama
yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istenmeyen
toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek
temsilcisi ise, Allah'ın yeryüzündeki halifelerinin kendi hür
iradeleriyle seçtikleri "halife"dir. Halife bu emaneti
yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil
kimselere verilmesi, Kur'an'ın emirleri arasındadır
(en-Nisa, 4/58).

Halifenin Belirlenmesi:

Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olduğu sürece
peygamberlik görevinin yanısıra devlet
başkanlığını da şahsında
toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan
ilk İslâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir
problem ile karşılaşılmış değildi.
Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinden sonraki halifeyi
belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması
nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a) halîfe seçilene kadar bazı
farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz.
Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu
olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş
ayrılıkları Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra
Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle
tam anlamıyla son bulmuştur.

Ancak daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (r.a)'ın
halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe yayılan
karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin
halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır.
Bu tartışmalar, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'yi vasiyet ettiği
iddiasıyla başlatılmış; pek çok yanlış
görüşlerin, düşünüşlerin, İslâm dünyasında
yayılmasına neden olmuştur. Geçmiş dönemlerin kapatılmış
sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri,
doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır.

Aslında Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinden
sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç bir
tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz. Ali (r.a)
olmak üzere pek çok sahabinin açıkça ifade ettiği bir
husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî,
Vesaya, 2; İbn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-İmame
ve's-Siyâse, I, 6).

Sahabiler söz birliği halinde böyle bir
tavsiyenin olmadığını ifade etmişlerdir. Çünkü
öyle birşey olsaydı, onları bu tavsiyenin
dışına çıkıp önceleri Ensar'ın, Sa'd b. Ubâde'yi
seçmek istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz. Ebu Bekir (r.a)'in
halifeliğinde karar kılmaları mümkün olmazdı. Böyle
bir şeyi kabul edecek olursak onarın hep birlikte Hz.
Peygamber'in emirlerine aykırı hareket etmiş
olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir. Bu ise
imkansızdır.

İmamın özelliklerinin en çok Hz. Ali'de
toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük
bir ihtimalle Hz. Peygamber'in Hz. Ali hakkındaki övücü
sözlerinden hareket ederler. Oysa Hz. Peygamber'in pek çok sahabe hakkında
övücü sözler söylediği bilinen bir husustur. Bu tür hadislerin
hepsini de hilafet için bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir.
Bu tür hadislerin pek çoğu özel nedenlere bağlı
bulunmaktadır. Bunları imamet konusunu da içine alacak
şekilde genişletmek doğru olmaz. Hadislerin
maksatlarına ters düşer (Müslimin Fedâilu's-Sahâbe 31'de
zikrettiği ve Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye "Sen bana Harun'un
Musa ya yakınlığı kadar yakınsın"
hadisinin, onu halifeliğe aday göstermek anlamına
gelemeyeceğine dair açıklamalar için bk. İbn Hazm,
el-Fisal, IV, 94-95; Kurtubî, Tefsir, I, 267-268; Tecrid-i Sarih
Tercümesi, IX, 363).

Râşid Halifeler Dönemi ve Belirlenme Usûlleri:

Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra gelen ilk dört
halifenin hilafet süreleri, Saadet Asrının ikinci dönemini teşkil
eder. İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu
bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir
ve bunları İslam hukukunun kaynaklan arasında görürler.
Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygambere zaman itibariyle en
yakın olmak, onun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne
tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi
ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır,
başkalarının fikir ve düşüncelerine göre
üstünlük arz ederler. Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid
Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise,
onların, hem veliyyü'l-emr olarak mü'minlerin kendilerine itaat
etmekle yükümlü olmaları; hem de İslâm'ın özünü en
iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek
örnekler pek çoktur. Mesele, Hz. Ebu Bekir'in zekat vermeyenlerle ilgili
olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a)'in Irak topraklarıyla
ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de
delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali'nin
(r.a), Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi
konumlarında oldukça önemlidirler.

Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşıyordu
ve bunların İslâmî bir çözüme bağlanmaları
gerekli idi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından hemen sonra
onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu
ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir'den sonra gelen diğer üç
halîfe de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlâr
İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş
yollarının farklı olabileceği görüşünü
belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı,
bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise İslâm'ın, her çağda
her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları
arasındadır.

Hz. Ebu Bekir'in Halife Seçilmesi:

Hz. Ebu Bekir (r.a)'in Sahabiler arasındaki yeri
son derece üstündü. Sahabilerin kendileri bile aralarında en
faziletli kişinin Hz. Ebu Bekir olduğunu çeşitli
vesilelerle ifade etmişlerdir. İbn Ömer (r.a), Hz. Peygamber
(s.a.s) zamanında Hz. Ebu Bekir'i bütün sahabilerden üstün
gördüklerini ifade ediyor (Buhârî, Fedâilu's- Ashâbi'n-Nebiyy, 4).
Bunda da onun Hz. Peygambere olan yakınlığı, İslâm
için yapmış olduğu fedakârlıklar ve üstün
meziyetleri rol oynamıştır.

Hz. Ebu Bekir'in üstünlüğünü ortaya koyan pek
çok hadis tesbit etmek mümkündür (bk. Buhârî, el-Amel fî's-Salah,
3, 6; Ezan 38, 46, 47, 68, 70; Salat 80; Fedailu's-Ashabi'n-Nebiyy, 3, 5,
6; Sehiv 9; Sulh 1; Müslim Fedailu's-Sahabe, 10; Ebu Davut, Sünne,11;
Tirmizî, Menâkıb,14, 16,17; Nesâî, İmâmet, l, 7,15; Kudât
24; İbn Mace, İkame 142).

Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber'in Hz. Ebu Bekir'e
karşı işaret edilen tavrı ve onun hakkındaki sözlerini
onun halîfe olması gerektiğine dairen azından- bir işâret
olarak kabul etmişlerdi. Bunda da her bakımdan elbette ki
haklı idiler. Çünkü Hz. Peygamberin halifesi olmak için gereken
her türlü nitelikler, öncelikle onda toplanmış bulunuyordu. Müslümanlar
için ondan daha hayırlı bir halife adayı bulunamazdı.
Rasûlullah şöyle buyurmuştu; "Siz şu emirlik (devlet
başkanlığı) hususunda insanların en
hayırlılarını, emir olmazdan evvel emir olmayı
pek fena gören ve onu arzu etmeyen kimseler bulursunuz" (Tecrid-i
Sarih Tercümesi, IX, 216, 1421-2). Hz. Ebu Bekir de halife olduktan
sonra: "emirliği hiçbir zaman düşünmediğini,
Allah'tan onu dilemediğini hutbelerinin birinde hazır olanlara açıkca
söylemiştir (İbn Kuteybe, a.g.e., I, 19; Kandehlevî, a.g.e.,
II, 614).

Rasûlullah'ın vefatından hemen sonra Ensâr,
Saideoğulları Sakifesi denilen yerde toplanmış ve Sa'd
b. Ubâde'yi halife seçmek istemişlerdi. Ancak bu konuda onlar
arasında da görüş ayrılığı bulunuyordu. Bu
konuda tartışmaların devam ettiği sırada Hz.
Ömer ve Ebu Ubeyde ile berâber gelmiş olan Hz. Ebu Bekir söz
alarak, Kur'ân'da Ensâr kadar muhâcirûn'dan da övgüyle söz edildiğini
ifade etti. Ancak bu işte Arapların kureyşten
başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebu
Ubeyde ile Ömer'den birisine bey'at edilmesini istediyse de, ikisi de bu
teklifi reddettiler ve bu işe Hz. Ebu Bekir'in seçilmesi gerektiğini
bildirdiler. Başta Beşir b. Sa'd, Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer (r.a)
olmak üzere hazır bulunanların tümü ona bey'at ettiler. O
anda bey'at etmeyen Sa'd b. Ubade ve hazır bulunmayan Hz. Ali ile
diğer bazı Hâşimîler sonraları teker teker bey'at
ettiler. Böylece Hz. Ebu Bekir aralıklarla üç defa minbere çıkıp
her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi ve yerine başka
birisini seçmelerini müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin
halifeliğinde ısrar ettiler. Böylelikle Hz. Ebu Bekir (r.a)'in
halifeliği kesinleşmiş oldu. (İbn Sa'd Tabakat, III,
178 vd.; İbnü'l-Esîr, el-Kamil, Beyrut,1400/1980; 220 vd; İbn
Kutaybe a.g.e I, 7-20; Kandehlevi, a.g.e II, 606, 616; Hamidullah,
İslâm Peygamberi, çev. s. Tuğ, İstanbul 1969; II,
315-319; Ashab-ı Kiram, I, 177-184; Şibli, Asr-ı Saadet,
IV, 33-40 vd.).

b-Hz. Ömer'in halife seçilmesi:

Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın vefatı ile sonuçlanan
hastalığı sırasında müslümanlar kendisinden
sonraki halife adayını belirlemek istemişlerdi. Hz. Ebu
Bekir, işi Ensâr ve Muhâcirlerin ileri gelenleri ile istişâre
etmiş, onların, katılığından çekinmekle
birlikte Hz. Ömer (r.a)'den başkasını bu makama layık
görmediklerini anlamıştı. Kendisi de aynı görüşü
paylaşıyordu. Hz. Osman (r.a)'ı çağırtıp bu
konuyu yazı ile belgelemek istedi. Bazı kaynaklarda hafife
adayının adım yazdırmadan
bayıldığı ve Hz. Osman'ın müslümanların
ihtilafını önlemek amacıyla Hz. Ömer'in adını
yazdığı bildirilmektedir. Baygınlığı geçtikten
sonra yazdığını okumasını Hz. Osman'dan
isteyen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'in adının okunmasından
memnun olmuş ve bu davranışını övmüştür.
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i istihlaf etmeden önce de müslümanlara,
kendileri için bir halife adayı belirlemesini isteyip
istemediklerini sorunca, onlar bu konuda durumu en iyi kendisinin
değerlendireceğini belirterek ondan aday belirlemesini
istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir de onlara Hz. Ömer'i tavsiye etmiş
idi.

Hz. Ebu Bekir, bu tavsiyesini yan ile de belgeledikten
sonra, halkın toplanmasını emretti ve onlara şu sözleri
söyledi:

"Sizin başınıza geçecek, size
namaz kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak
birisinin varlığı kaçınılmazdır. Arzu
ederseniz, toplanır, dilediğimizi seçer, başınıza
getirirsiniz. Dilerseniz görüşümü sizin için açıklarım.
Allah'a and olsun ki sizin hakkınızda hayırdan başka
bir şey istemem."

Halk kendilerine bir aday belirlemesini istedi.

Bundan sonra Hz. Ebû Bekir, yazdırmış
olduğu mektubu onlara gönderip, orada adı yazılı olan
kişiye bey'at edip etmeyeceklerini sordu. Onlar da mektupta adı
yazılı olanın Ömer (r.a) olduğunu bildirdiklerini açıklayarak
bey'atte bulundular (İbn Sa'd a.g.e., III, 199 v.d., İbnü'l-Esîr,
a.g.e., IV,128-131; Şiblî Bütün Yönleriyle Hz. Ömer, I,117-8).
Bundan sonra İslâm Devletinin diğer bölgeleri de vali veya
temsilcileri aracılığıyla bey'atte bulundular.

Devlet idaresindeki tecrübeleriyle Hz. Ebu Bekir bu işi
Hz. Ömer'den başkasının başan ile yürütemeyeceğini
anlamıştı. ileri gelen müslümanlar da aynı kanâati
paylaşıyorlardı. Bununla birlikte onun kanaatlerinden
faydalanmayı da ihmal etmek istemediler. Fakat herşeye
rağmen Hz. Ebû Bekir'in aday göstermesi onlar için bağlayıcı
değildi. Sahâbe bey'at edip etmemekte serbest idiler.

İslâm hukukçuları bu olaydan, görevi sona
eren ya da vefat etmek üzere bulunan devlet başkanının, müslümanlara
kendisinden sonraki adayı gösterebileceği sonucunu çıkarmışlardır.

c- Hz. Osman'ın Halife Seçilmesi:

Hz. Osman (r.a)'ın seçimi, kendisinden önceki
iki halîfenin de seçiminden farklı bir biçimde olmuştur.

1-Hz.Ömer'in suikast sonucu yaralanmasından
sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe adayı göstermeseni
istediler. O da: "Eğer istihlâf etmeyecek olursam, benden daha
hayırh olan (Rasûlullah) de istihlâfı terk etmişti.
Edecek olursam, benden hayırlı olan (Ebû Bekir) de istihlâf
etmişti" diye cevaplandırdı. Bundân sonra:

"Bu işe, Rasûlullah'ın kendilerinden
hoşnut olarak ayrıldığı şu altı
kişiden daha lâyık kimse bulamıyorum" diyerek
onların isimlerini şöylece sıralamıştır:
Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf (r.
anhum).

Bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi
seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre tanıdı.
Ayrıca görüşmelerine katılmak, fakat oy kullanmamak
şartıyla, ensârın yaşlılarını; Hz.
Hasan'ı, Abdullah b. Abbâs'ı ve kendi oğlu Abdullah'ı
da aralarına almalarını istedi.

Hz. Ömer'in vefat ve defninden sonra toplanan bu
şûrâ heyeti, Abdurrahman b. Avf'ın ihtilâfı azaltacak
bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini, şu
şekilde kullandılar: Zübeyr, Hz. Ali'ye; Talha, Osman'a; Sa'd
de Abdurrahman b. Avf'a, Bundan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ile
Hz. Ali'ye "Arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse
seçme işini ona bırakalım" dedi. Hz. Ali ile Hz.
Osman'ın sustuklarım gören Abdurruhman, onlara: "Öyle ise
bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz?
Çünkü ben size rakiplik etmiyorum. Allah şahittir ki ben ikinizden
bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım"
dedi. Onlar da: "Evet" dediler. Üç gün üç gece bütün halk
tabakalarıyla ilişki kuran, hatta Medîne'ye girip çıkan
kervanlara da bu konuda sorular soran Hz. Abdurrahman, umumî arzuyu anladı
ve son olarak toplantısını yaptı. Bu toplantıda
önce Hz. Ali'ye: "Yâ Ali, eğer ben seni emîr seçersem,
İslâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın. Eğer
Osman'ı seçersem, muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine
itaat edersin" dedi. Sonra Hz. Osman'a da aynı sözleri
söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra,
Hz. Osman'a: "Ey Osman, elini uzat" dedi ve ona bey'at etti. Hz.
Ali de, bey'at ettikten sonra kapılar açıldı ve halk da
bey'at etti (İbn Sa'd, a.g.e., III, 61-2; İbnü'l-Esîr, a.g.e,
III, 34 vd; İbn Kuteybe, a.g.e.,. I, 26-30; Tecrîd-i Sarih
Tercümesi, IX, 360-I; Kandehlevî, II, 627-9; Şiblî, Asr-ı
Saadet, V, 10-1; el-Mâverdî, a.g.e., 14).

d-Hz. Ali'nin Halife Seçilmesi:

Medine'de toplanan isyancılar arasından bir
kaç kişi tarafından Hz. Osman (r.a)'ın şehid
edilmesi, İslâm Devleti'nin başkasının kalması
sonucunu doğurmuştu. Hz. Osman (r.a)'ın şehid
edilmesinden sonra isyancılar, bir kısmı Hz. Ali'ye, bir
kısmı Sahâbe'nin daha başka ileri gelenlerine,
başkanlık için bey'at etmek üzere başvurmuşlar ve
hepsinden red cevabı almışlardı. Bir çıkmaza düşen
isyancılar sonunda, bir günlük süre içerisinde bir halîfe adayına
bey'at edilmeyecek olursa Hz. Ali'yi bir kaç ileri gelen sahabî ile
birlikte öldüreceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Sahâbenin
ısrarı karşısında Hz. Ali, halifeliği kabul
etmek zorunda kaldı.

İsyancıların halîfeliği kabul
etmesi için Hz. Ali'ye başvurmalarının birinde, Hz. Ali
onlara bu işe kendilerinin değil, Bedir Ashabı ile Şûrâ
ehlinin yetkili olduğunu bildirdi.

Hz. Ali'ye çoğunluk bey'at etmekle birlikte,
bey'at etmeyenler de vardı. Bu bey'at etmeyenler arasında sahâbeden
olan kimseler de bulunuyordu. Hatta Şam halkı, başta Muâviye
olmak üzere, toptan bey'at etmemişti. Böylelikle, Hz. Ali'nin
halifeliği çoğunluğunun bey'atı ile gerçekleşmiş
oluyordu (İbn Sa'd a.g.e, III, 31-2; İbnu'l-Esir a.g.e, III 98;
İbn Kuteybe a.g.e, I, 47-52; Şiblî Asr-ı Saadet, V, 76;
Ashâb-ı Kiram, I; 307).

Râşid halifelerin başa geçme şekilleri
ile ilgili açıklamalar, kısaca bunlardan ibârettir. Bu dört
halife hakkında Hz. Peygamber'in övücü, değerlerini açıklayıcı
pek çok hadîsi vardır (Meselâ bk: Buharî Fedâilu's sahabi
n-Nebeviyye, 7, 8, 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe; Ebû Dâvûd, Sünne 8;
Dârimî, Sünen, Rü'ya 13, vs.). Ashab da bu kanaatleri paylaşıyordu.
Ondan sonra gelenler de -bazı fırkaların
dışında- hepsi hakkında olumlu düşünür. Onları
başa geçme şekillerinin meşrûluğu kadar,
uygulamalarının da İslâm'ın özüne tam anlamıyla
uygunluk gösterdiği açıkça kabul edilir. Bu nedenle Raşid
Halîfeler dönemi uygulamaları, her yönüyle kaynak kabul edilmiştir.
Bu arada Raşid halifelerin siyasî uygulamalarında da İslâm
idare hukukunun çok önemli noktalarını açıklığa
kavuşturdukları şüphesizdir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in
peygamber olmasıyla başlayan Saadet Asrı, Hz. Ali'nin
şehîd edilmesiyle sona erer. Bu parlak dönem, müslümanların
yalnızca övündükleri tarihî bir miras değildir. Aynı
zamanda çağlar boyunca İslâm toplumlarının
"boyasıyla boyanmak istedikleri" eşsiz bir dönemdir.
Çünkü bu çağın insanları "İnsanların
yararına çıkartılmış, Allah'a inanmaları
nedeniyle, iyilikleri emreden, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan
en hayırlı bir ümmetti" (Alu İmrân, 3/110).

Hz. Ali'nin başa geçmesine rağmen Şam
valisi Muâviye b. Ebi Süfyan Hz. Osman'ın katillerinin
bulunmasını ileri sürerek, ona bey'at etmekten kaçınmıştır.
Mesele Hz. Ali'nin şehid edilmesi, sonradan Hz. Hasan'ın halîfelikten
Muâviye lehine feragati üzerine, belirli bir süre için siyasî planda
da olsa kapanmış oluyordu. Hz. Hasan, Muâviye'den sonra
halîfeliğe kendisi geçmek şartıyla feragatte
bulunmuştu. Ancak bir süre sonra Hz. Hasan'ın vefatıyla,
Muâviye'nin kendisinden sonra oğlu Yezid'i veliahd tayin edip, onun
için hayattayken bey'at alması, Râşid Halîfeler dönemine son
vermiş oldu. Artık nebevî hilâfetin yerini meliklik (krallık)
almış oluyordu. Bu durum böylece sonuna kadar devam etti;
devlet başkanlığı belirli ailelerin tekelinde
kalmış oldu. Zaman zaman başa geçen bazı yöneticiler
âdil uygulamalarda bulundular; Şeriât hükümlerinin dışına
çıkmadılar. Bu arada İslâm'a aykırı bir sürü
iş yapıldı. Devlet eliyle yapılan İslâm'a aykırı
bu uygulamalar, zamanla arttı; bazan da azaldı. Fakat günahkârlıklarına
rağmen bu yöneticiler, İslâm dışı bir düzeni
arzulamış veya bütünüyle İslâm'a aykırı hükümler
getirmiş değildirler.

İlk olarak halifeliğin
tartışılabilir ölçüler içerisinde bile olsa, melikliğe
veya saltanata dönüşmesi, elbette ki İslâm'dan önemli bir
sapmadır. Siyasî hayatta başlayan bu sapmalar artmış
ve bunlar yakın bir tarihte kelimenin tam anlamıyla İslâm
toplumunun "özünün değişmesi" ile sonuçlanmıştır.

>>>>>


Konular