Şamil | Kategoriler | Konular

Hatemü'l-mürselin

HÂTEMÜ'L-MÜRSELÎN

Arapça bir isim tamlaması olan bu terim sözlükte,
"peygamberlerin sonu ve mührü" anlamına gelmektedir. Arapçada
noktalı "ha" ile yazılan "hateme" fiili,
"mühür vurdu, bir işi bitirip serbest kaldı"
demektir. Mektubu okunmasın diye katlayıp mühürlemek, içine
bir şey girip çıkmasın diye tencerenin
ağzını sıkıca kapatmak, hiçbir şeyi
anlamasın veya unûtmasın diye kalbe mühür vurmak"
mânâlarına hep bu fiil veya masdarı kullanılmaktadır.
İkinci kelime "el-Mürselîn" ise "irsâl (göndermek)"
fiilinin "ism-i mef'ûlü (edilgen ortacı)" olan "mürsel"in
çoğulu olup "gönderilen peygamberler" mânâsına
gelmektedir.

İslâm literatüründe "Hâtemü'l-Mürselîn"
terimi aynı anlamda, hatta daha kapsamlı olarak "Hâtemü'n-Nebiyyîn"
şeklinde şu âyetin metninde geçmektedir

"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası
değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve "Hâtemü'n-Nebiyyîn"
Peygamberlerin sonu, mührüdür. Allah herşeyi lâyıkıyle
bilendir" (el-Ahzâb, 33/40).

Âyet Hz. Peygamber'in çevresindeki İslâm düşmanlarının,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi üzerine
yönelttikleri suçlamaları bertaraf etmektedir. Onlar Hz.
Muhammed'in, evlâtlığı olan Hz. Zeyd'den ayrılan
Zeyneb ile evlenmesini; gelini ile, gelini olmasa bile
evlatlığının önceki karısı ile "yasak
bir evlenme" sayıyorlardı. Adı geçen âyet Hz.
Muhammed'in Zeyd dahil hiçbir adamın babası
olmadığını, bir câhiliyye devri haramı olan
"evlatlığın bıraktığı kadınla
evlenme"nin aslında helal olduğunu ve bu sosyal
değişikliğin son peygamber olarak Hz. Muhammed'in görevlerinden
olduğunu son derece açık bir şekilde ifâde etmektedir.

Âyette geçen "hâtem" kelimesi Âsım
kıraatine göredir. Diğer kıraat imamlarına göre
"hâtim" şeklinde okunur. Hâtem, "mühür",
"hâtim" ise "sona erdiren ve mühürleyen" demek olur.
Mühür, bir şeyin doğru ve geçerli olduğunu, mühürden
sonra eklenecek bir şeyin hiçbir hukûkî kıymetinin
olamayacağını belirtmek için en sona basıldığından,
hem "son", hem de "tasdîk" mânâsını içine
alır. Şu halde iki kırâat şekli de, "Hâtemü'l-Mürselîn"in
ayrı ayrı iki anlamını belirtiyor. Yani Hz. Muhammed (s.a.s),
hem önceki peygamberleri tasdîk edip belgelendiren, hem de nebîler
silsilesini hitama erdirip kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini
vurgulayandır. Eğer o gelmeseydi, Kur'ân-ı Kerîm'i
getirmeseydi; önceki peygamberlerin hepsi unutulup gidecek; tarihteki
varlıklarından ve peygamberliklerinin gerçek olduğundan
ilmen söz etmek mümkün olmayacaktı. Çünkü diğer
peygamberlerin hayatları ve peygamberlikleri Hz. Muhammed'inki kadar
açık ve belgeli değildir. Bugün Kur'ân olmasaydı, hatta
Hz. Musa ve Hz. İsâ'nın bile varlıkları ciddiyetle
isbat olunamazdı (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân
Dili, VI, 3906).

Hz. Muhammed'in (s.a.s) Hâtemü'l-Mürselîn olduğu,
pek çok hadîslerde de izah edilmiştir. Meselâ Câbir b.
Abdillah'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'de şöyle
buyurulur:

"Ben ve diğer peygamberler şuna
benziyoruz; bir adam bir ev yaptırır ve binayı
tamamlayıp süsler de yalnız bir tuğlası noksan
kalır. Bu durumda halk binayı gezmeye başlar ve (eksik yeri
görüp) hayret ederek "şu tuğlanın yeri boş
kalmasaydı"derler. Rasûlüllah buyurmuşlar ki: "Îşte
o noksan tuğla benim. Geldim ve Peygamberleri (tamamlayıp) sona
erdirdim" (Müslim, Fedâil 23).

Bir başka hadîs-i şerîf: Hz. Peygamber (s.a.s)
müslümanlar ordusunun başında Tebûk Gazâsına giderken,
şehrin savunması için Hz. Ali'yi Medîne'de bırakır
ve ona; "Harun Mûsa'ya nasılsa, sen de bana öylesin."
der. Yani Mûsâ (a.s) Tûr dağına çıkarken, İsrâiloğullarına
nezaret için arkasından nasıl Hârûn (a.s)'ı
bıraktıysa, ben de seni Medîne'ye nezaret için öyle bırakıyorum,
dedi ve bu mukayese yanlış anlamaya yol açmasın diye hemen
şunu ilâve etti: "ancak benden sonra bir peygamber yoktur"
(Tecrid-i Sarih tercümesi, X, 418 vd.).

Âhir zamanda Arap ülkesinde İsmail (a.s)'ın
evladından "Hâtemü'l-Mürselin"in geleceği, önceki
peygamberlere gönderilen kitaplarda yazılıydı. Geçmiş
peygamberlerden bazıları da onun, vasıflarını
sayarak tarif etmişlerdi (Bkz. Tevrat, V. Sifir, 18. fasıl).

Bu husus Kur'ân-ı Kerîm tarafından da
şu âyet ile desteklenmiştir "Meryem oğlu İsâ:
Ey İsrâiloğulları, ben size Allah'ın elçisiyim.
Benden önce gelen Tevrat'ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek,
ismi de Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim." dedi.
Onlara belgeler getirince "bu apaçık bir sihirdir' dediler"
(es-Saff, 61/6).

İsrâiloğullarından gelen peygamberler Hâtemü'l-Mürselîn'i
bazan "Ahmed", bazan da "Muhammed" diye zikretmiş
ve alâmetlerini söylemiş olduklarından, o zamanki Yahûdî
kâhinler arasında "Hâtemü'l-Mürselîn"e dair çok
sözler konuşulur, geleceği beklenirdi.

Hâtemü'l-Mürselîn sünnetli ve göbeği
kesilmiş halde doğmuştu. İki kürek kemiği
arasında, kalbinin hizasında da "hâtem-i nübüvvet (:Peygamberlik
mührü)" denilen bir nişan vardı. Bu konuda Hz.
Aişe'den şu sözler rivayet edilir:

"Hz. Muhammed'in doğduğu gecenin ertesi
günü Mekke'de bir yahûdî, Kureyş'in topluca bulunduğu yere
gelip "bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu?" diye
sormuş; "evet" demişler, "Abdülmuttalib'in oğlu
Abdullah'ın bir oğlu oldu." Bunun üzerine Yahûdî, "işte
son peygamber O'dur ve arkasında da alâmeti vardır" diye
haber vermiş. Beraber gidip Muhâmmed'i görmüşler; Yahûdî o
hâtem-i nübüvveti görünce aklı başında gitmiş ve
"artık peygamberlik İsrailoğullarından
alınmıştır. Bundan sonra başka peygamber gelme
ümidi de kalmamıştır. Kureyşliler büyük bir devlete
erişecek, şöhretleri doğudan batıya kadar
ulaşacaktır" demiştir (Ahmed Cevdet Paşa,
Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, İstanbul 1972, I,
59).

Son zamanda gelecek Hâtemü't-Mürselîn'de böyle bir
nübüvvet mührünün bulunacağını Busra'daki Râhip
Bahîrâ'nın da bilmesi ve Hz. Muhammed'in oniki
yaşındayken gittiği Şam seferinde, bir münasebetle bu
mührü görerek tanıması hadîs ve tarih kitaplarında
meşhur bir vak'a olarak zikredilir.

Kısacası, Hz. Muhammed (s.a.s)'in en son ve
en kâmil peygamber olduğu güneş gibi açıktır. Hz.
Muhammed ile insanlık din konusunda tekâmülün zirvesine ermiştir.
O'ndan sonra başka bir peygamber beklemek boşunadır.

Tarihî rivâyetlerden anlaşıldığı
gibi, Rasûlullah'ın aniden vefatı üzerine peygamberlik iddiasında
bulunanlar ile bunları kabul edenlere karşı ashab-ı
kirâm topyekün savaşmışlardır. Özellikle
Müseylimetü'l-Kezzab'ın, "risâlette Hz. Muhammed'e ortak olduğu"
iddiasına kendisini kâfir saymakla cevap vermişler, üzerine
ordu göndermiş, mağlup edildiğinde kendisinin ve takipçilerinden
kadın ve çocukların köle yapılması Hz. Ebû Bekir
tarafından bildirilmişti. Öyleyse suçları âdî bir isyan
suçu değil, "peygamberlik iddiası" ve bu
iddianın taraftar bulmasıydı. Hz. Ebûbekir zamanında
ve bütün sahabenin icmaı ile bu iddia bastırıldı.

Kıyamet alâmeti olarak Hz. İsa'nın
tekrar dünyaya gelişi de Hz. Muhammed'in son peygamber olmasına
ters düşmez. Çünkü İsa (a.s)'ın kendisi, önceden
gönderilmiş peygamberlerden birisidir. İkinci kez
geldiğinde Hz. Muhammed'in şerîatının bir izleyicisi
ve onun ümmetinin bir üyesi olarak gelecektir (en-Nesefî,
Medâriku't-Tenzîl, 471; el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl, I,164). O sadece,
Deccal'in sebep olacağı fitneyi ortadan kaldırmakla görevli
olacaktır. Dolayısıyla onun gelişiyle, Hz. Muhammed'in

"Hâtemü'l-Mürselîn" olmasına ters düşmeyecektir.

Hz. Muhammed (s.a.s)'in bu dünyada "peygamberlik
ve hâtemü'l mürselîn" rütbesiyle şereflendirilmesi, onun
ardından herhangi bir insan veya cinnin peygamberliğinin sözkonusu
olmadığı anlamına gelir (Âlusî, Rühu'l-Meânî,
XVIII, 32). Çünkü Rasûlullah Muhammed, "kendisinden sonra rasûl
gelmeyecek biri" olduğundan, ümmetine İslâm Dinini
tamamlamış ve eksiksiz bir kılavuzluk
yapmıştır (el-Mâide, 5/3).

Bilâl TEMİZ


Konular