Şamil | Kategoriler | Konular

Gelenek

GELENEK

Bir toplulukta zaman içinde meydana gelen ve toplum
içerisinde kabul gören maddî ve manevî husus ve alışkanlıklar.
Bunlara âdet de denilir. Örf ise, biraz daha kuvvetli hâle gelmiş
âdet ve geleneklerdir. Örfler, hukuk açısından önemli bir
hüküm kaynağı olarak kabul edilmişlerdir.

Gelenek veya âdetler, eskiden devralınan ve
toplum hayatının çeşitli yönlerinde yerleşen iş
ve davranış tarzlarıdır. Bu bakımdan eskiden
devralınan her düşünce ve alışkanlık, kötü
olmayacağı gibi; mutlaka iyi de demek değildir. Bazı
âdet ve gelenekler toplumları yozlaşmaya ve atalete sevk
ederken; bir başka tür gelenekler, sosyal hayatın sürekliliği
ve ahengi için önemli faydalar sağlar.

Eski asırlarda örf ve âdetlerin büyük rolü
vardı. Çünkü insanın yaşadığı iktisadî
hayatın bünyesine uygun mevzuat yapma yoluyla hukuk kaideleri koyma
güç olduğundan, insanların hayatını düzenleyen
kaidelerin temel kaynağı örf ve âdetler idi. Bu sebeple
toplumlar, muayyen örfleri kabul ederek, onları tatbik
ediyorlardı.

Örf ve âdet, temel ve önemli bir şey ile ortaya
çıkar. Yani toplumun arzusu, bünyesi ve değerlerine uygun
olarak ortaya çıkar; toplumun bünyesinin değişmesiyle
değişir. Ayrıca örf ve âdet, bazı meselelerde
kanunun unutarak yaptığı hatayı telâfi eder. Bu
durumda, kanunun temas etmediği bütün meselelerde bir hukuk kaynağı
olarak örf ve âdete başvurulur.

Örf, İslâm hukukunda ikinci derecede fer'î bir
hüküm kaynağı olarak kabul edilir. Örf, kendisinden daha geniş
olan âdetten ayrılır. Âdet, şahıs ve cemaatlerden
tekrar tekrar sâdır olan her davranışa denilir. Örf,
âdetin bir çeşididir. Bir kavmin veya topluluğun söz ve fiil
hâlinde âdetleridir. (Faruk en-Nebhân, İslâm Anayasa ve
İdare Hukukunun Genel Esasları, Çev. Servet Armağan,
İstanbul 1980, s. 241-339).

İslâm alimleri örf ve âdeti; "Akl-ı
selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam
edegeldiği şeylerdir ki, birçok kere tekrar olunur"
şeklinde tarif etmişlerdir. Ayrıca örf ve âdette dikkat
edilecek husus; "Şer'an ve aklen müstahsen olması, selim
akıl sahipleri yanında münker olmamasıdır" (Yusuf
Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İstanbul 1983, s. 139).

Örf fıkhî manada umumî ve hususî olmak üzere
ikiye ayrılır. Umumî örf: Birçok memleket ve cemiyetlerin müşterek
olan örfleridir. Hususi örf: Belirli bir memleketin veya cemâatin
tekrar tekrar işledikleri şeylerdir. Amelî örf, bir yerde
fiilî bir şeyin insanlar arasında âdet ve teâmül hâline
gelmesidir. Meselâ bir bölgede koyun etinin yenmesi mutad olduğu
gibi, diğer bir yerde keçi etinin yenmesi mutaddır.

İslâm, yerleştiği dönemlerde insanlar
arasında iyi olarak bilinmiş ve teâmül hâline gelmiş
olan bazı örf ve âdetleri olduğu hal üzere bırakmış
ve böylece örf, âdet ve teâmül İslâm hukukunun önemli
kaynaklarından birisini teşkil etmiştir (Osman Öztürk,
Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s. 7).

Batı literatüründe gelenek "toplumda değerler
ve kurumların en ağır değişen ve eski toplumlarla
yaşayan toplumların arasında bir bağ oluşturan
sosyal miras" olarak geçer. Geleceğin payı ve toplumun
eski şekillerini yenilerine bağlama gücü toplumdan topluma değişir.
Bazı sosyologlar devrimlerin gelenekleri ortadan
kaldırdıklarını söyler, fakat en sert devrimlerden
sonra dahi bir kısım geleneklerin kaldığı görülmektedir
(H. Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969, s. 115).

Batı düşüncesinde genel kabul gören bir
düşünüş olarak sosyal değerlerde sürekli "değişim"
vardır. Bu görüşten hareketle kültürün de bir değişime
uğradığı ve kaçınılmaz bir
değişim geçireceği kabul edilir. Mourice Duverger'e göre:
Kültürün geleneksel öğeleri; her geçen gün kültüre eklenen
yeni tekniklerin, değerlerin, tasarımların etkisiyle yok
olma baskısı altında kalır. Bazen bu yeni öğeler,
eskilere yalnızca eklendiğinden, olay basit bir toplamadan
ibaret kalır. Fakat, çoğu zaman yeni öğeler eskilerin yok
edilmesini ya da dönüştürülmesini gerektirir. Dolayısıyle
tüm kültürler sürekli olarak bir evrim geçirirler (Mourice Duverger,
Siyaset Sosyolojisi, İstanbul 1975, s. 124).

Bu açıklama tarzı, gelenekselliğin
mutlaka yanlış ve hatalı olduğundan kaynaklanan bir
"anlayış biçimi"yle ilgilidir. Batıda bir fikir
veya sistem, kalıcı bir özellik taşıyorsa
gelenekseldir ve her geleneksel ise, yanlıştır. Bu görüş,
Rönesans öncesi geleneksel düşünce ve inanışı
temsil eden Ortaçağ hristiyan felsefesinin reddedilmesinden
kaynaklanan bir tavırdır. Bundan dolayı Batı için
gelenekçilik, basit olarak geçmişe ait bir özlemi ve eski değerlerin
benimsenmesi şeklinde anlaşılmakta ve kabul görmemektedir.
İslâmî anlayışta ise, doğru kabul edilenin muhâfazası
ve korunması şeklinde bir gelenekçilik sözkonusudur.
Müslümanlar İslâm'ın en ideal yaşandığı
"Asr-ı Saadet" dönemini muhâfaza etmek ve ona uygun bir
yaşayış modelini sürdürmek arzusu içindedirler. Bunun dışındaki
her türlü yaşayış modeli, muhafaza edilmeye ve sürdürülmeye
lâyık kabul edilmemektedir. Böylece İslâmî anlayışta
ileri-geri kavramları, zaman ve mekan faktörleri dışında
gelişen bir özellik taşımaktadır. Gelenekçi veya
modernist düşünce ve yaşayış, ancak İslâm'a
olan yakınlığı ve uzaklığı nisbetinde
değer kazanır.

İslâm'ın eksik
anlaşıldığı dönemlerde, müslümanlar tek taraflı
mistik bir ruha yönelmiş ve dünyayı terketme bir erdem kabul.
edilmişti. Bu durum, müslüman toplumları geleneklerin
muhafazasına ve her türlü gelişmeye kapalı hale getirdi:
Mâzinin müdâfa asına yönelince, kültür, bir arkeolojik
karaktere bürünmekte; zihnî fikrî faaliyet ileriye değil, geriye
çevrilmiş bulunmaktadır. Bu itidalsiz geriye dönüş, her
kültür sahasında hal ve istikbalini zaruretleriyle uyuşmayan
bir ric'at şeklini almaktadır.

İşte İslâmî bakış
tarzının kayboluşu sonucu, müslüman toplumlar sapmanın
bir çeşidi olan İslâm dışı geleneklerin
ağına düşmektedirler. Bu noktada müslümanlara düşen
görev vahiy kaynaklı Nebevî İslâmî geleneği yeniden
diriltip yaşatmaktır.

Sami ŞENER


Konular