Şamil | Kategoriler | Konular

Fussılet suresı

FUSSİLET SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırkbirinci suresi.

Mekke'de nâzil olmuştur. Ellidört ayet ve
yediyüz kelimedir; fâsılası: Dât, Zı, Tı, Sâd, Be,
Zı, Rı, Dâl, Nun, Mîm harfleridir. "Fussilet, uzun uzun
ve ayrıntılı olarak anlatmak demektir. Sure adını
üçüncü ayette geçen "Teğabün Fussilet" (Tafsilâtlı
Kitap) lâfzından almıştır.

Kur'an-ı Kerîm'in tafsilâtlı kitap
olması şöyledir:

Onda yüzondört sure, altıbinalıtıyüzaltmışaltı
ayet bulunmaktadır. Bütün kitapta mucizevî bir üslûp, beliğ
ifadeler hakim olup; temel olarak inancı Allah'ın
varlığı ve birliği, kudretinin delilleri, ahiret günü,
müminler, münâfıklar ve kâfirlerin durumları, emirler,
yasaklar, öğütler, kıssalar yeralmaktadır.

Kur'an'da geçmiş, hal ve geleceğe
ilişkin temel bilgiler yeraldığı için bu kitap
tafsilâtlı bir kitaptır. Bu bilgiler kesindir ve başka hiçbir
bilgi onların verdiği malûmatı ihtiva etmez. Hangi
yaklaşımla okunursa okunsun her okuyan onun çok anlamlı
mucizevî bir metin olduğunu farkedebilir. Allah, kullarına
acımış ve bütün hakikatleri bu kitapta bildirmiştir.
Yeryüzündeki milyonlarca kitap işte bu Kur'an'a dayanmakta ve onu
tefsir etmektedir. Kur'an öyle tafsilâtlıdır ki, hemen her
surede birbirine benzer veya tekrar tekrar vurgulanan gerçekler,
birbiriyle bağlantılı olarak birçok açıdan
değişik meseleleri işlemektedir.

Bu sebeple tarih boyunca yüzlerce tefsir yazılmıştır.

Yirmiüç yılda ayet ayet, sure sure tamamlanan bu
kitabın koruyucusu Allah'tır ve O, kitabını Arapça
indirmişse bunun mutlaka dil açısından bir hikmeti
vardır. Kur'an'ın iki kelimesini anlatmak için sayfalarca
tercüme yapılması da buna basit bir delildir. Ve hiçbir kitap
onun gibi göze, kulağa, bütün ruha tesir etmez. Hiçbir musiki
onun tilâveti kadar insanı rahatlatmaz, duygulandırmaz. Bu yüzden
o indirildiği zaman şairler şiirlerini Kâbe duvarından
indirmişler, herkes onun ilâhî bir nur olduğunu
anlamıştır.

Fussilet suresinin ilk ayetleri şöyle başlamaktadır:

"Hâ, Mîm. Bu Kur'an, Rahman ve Rahîm olan Allah
tarafından bilen bir kavim için ayetleri çeşitli biçimlerde
teker teker açıklanmış, Arapça bir Kur'an ve müjde
verici bir uyarıcı olarak indirilmiştir. Böyleyken onların
çoğu bunu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir.
Arlık onlar dinlemezler. Onlar, Bizi davet ettiğin şeye
karşı kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda
bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır.
Artık sen dinince yapabileceğini yap, biz de dinimize göre
hareket ederiz.' derler" (1-5).

Surenin başındaki mukattaa harflerinin
manasını ancak Allah bilir. O nedenle sureye Hâ-Mîm ve Secde
olmak üzere iki kelimeden oluşan Hâmîm secde adı da
verilmiştir. Ayrıca Mesâbih, Secde, Akvât adları da
verilmektedir.

Surenin nüzûl sebebi olarak şu rivâyet
nakledilir: Ebû Cehil ve Kureyş'in ileri gelenleri biraraya gelirler;
Muhammed (s.a.s)'in durumunu araştırmak üzere sihir, kehânet
ve şiirden anlayan birini araştırırlar. Utbe b. Rabia,
"Ben, bu hususlardan anlarım; Muhammed'in bu gibi işlerle
bir ilgisi varsa, bunu ortaya çıkarırım" der. Utbe,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gider ve, "Ey Muhammed' sen mi daha
hayırlısın, Hâşim mi; sen mi daha
hayırlısın, Abdûlmuttalib mi?" der. Bu sözleriyle,
peygamberlik gelse gelse bunlara gelirdi, demek ister. Peygamber (s.a.s.),
cevap vermeden dinlemeye devam etti. Utbe, sözlerini sürdürdü: "İlahlarımızın
aleyhinde konuşuyorsun, atalarımızı
sapıklıkla itham ediyorsun. Reislik istiyorsan seni reis
edinelim, mal istiyorsan, seni zengin kılacak kadar mal verelim.
Kadın istiyorsan, Kureyş kızlarından
beğendiğin on tanesini seç, al. Hasta isen seni tedavî
ettirelim." Hz. Peygamber (s.a.s.), hep susuyor, Utbe'nin sözlerini
bitirmesini bekliyordu. Sözünü bitirdiğinde, Resulullah (s.a.s.)
"Sözlerin bitti mi?" dedi ve, "Bismillahirrahmanirrahim"
diyerek Fussilet suresini okumaya başladı: "Eğer yüz
çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerinin başına
gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma
karşı uyardım" ayetini okuyordu ki, Utbe, yerinden
fırladı ve Peygamber (s.a.s.)'in ağzını eliyle
kapadı, devam etmemesi için yalvardı.

Utbe, okunan ayetlerin etkisi altın da kalarak,
birkaç gün Kureyşlilere görünmedi. Ebû Cehil, Utbe'yi arayarak
onu buldu. Utbe, olayı anlattıktan sonra şöyle devam etti:
"Bundan böyle ben Muhammed'e hiçbir şey söylemeyeceğim.
Bana öyle birşeyle cevap verdi ki, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in
okuduğu ne sihir, ne şiir, ne de kehânet türünden birşeydir.
Bilirsiniz, Muhammed'in söylediği yalan çıkmaz Onu rahat
bırakın. Başınıza bir azap gelmesinden korkuyorum"
(Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, XXVII, 3: İbn Hişâm, I, 313 vd.,
İbn Kesir, IV, 90 vd.).

Rivâyetten de anlaşıldığı
gibi, sure indiği sıralarda Kureyşli müşrikler, bu tür
meselelerin dedikodusunu yapıyor; Kur'an'ı sihir, kehânet ve
şiir olmakla itham ediyorlardı. (Araplara göre şiir de cin
işidir. Her şaire şiiri imlâ ettiren bir cinni vardır
Böylece Kur'an'ı anlaşılmaz kapalı sözler manzumesi
olmakla suçluyorlardı.

Sure, iddia ettikleri gibi Kur'an'ın
anlaşılmaz sözlerden değil, Arapça bir da kitap olduğu
ve sözlerinin apaçık olduğunu anlatmakla konuya giriş
yapar. Hem Hz. Peygamber de aralarından çıkmış bir
insandır. Kur'an'ın onun eseri olması mümkün değildir;
ve o, herşeye gücü yeten yüce Allah'ın eseridir.

Sure, girişinde konusunu belirlemektedir: Konu,
Kur'an-ı Kerîm'dir; Allah'ın bu indirdiği ayetleri, kâinatta
her an olup biten ayetleridir. Ayrıca kâfirlere karşı
deliller getirilmekte, müminlerin özelliklerine deyinilmektedir.
İbret alınsın diye azaba uğrayan kavimlerin haberleri
anlatılırken onların neden helâk edildikleri açıklanmaktadır.

Surede Kur'an hakkında indirilen ayetlerde şöyle
buyurulmaktadır: "O küfredenler, şöyle dedi: "Bu
Kur'an'ı dinlemeyin. Onun hakkında (okunurken) manasız
yaygaralar yapın; belki üstün gelirsiniz (susturursunuz)."işte
biz o kâfirlere en çetin bir azabı tattıracağız.
Onları yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız.
Halbuki o Kur'an cidden sarp bir kitaptır ki, ne önünden ne ardından
ona hiçbir bâtıl yanaşıp gelemez. O, bütün kâinatın
hamdettiği o yegane hüküm ve hikmet sahibi Allah'tan indirilmedir.
Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'an yapsaydık muhakkak
ki, " Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arabra, Arapça
olmayan bir Kur'an mı?" diyeceklerdi. Onlara de ki: "O
Kur'an, iman edenler için bir hidayet ve şifâdır. İman
etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır.
Onlar Kur'an'ı duymazlar, duymak istemezler. O Kur'an bunlara
karşı bir körlüktür. Onlar, uzak bir yerden çağrılıp
da duymayan kimseler gibidir. Andolsun ki biz Musa ya kitap (Tevrat'ı)
verdik de, onda da ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş
olmasaydı (hesab gerektirilmemiş olsaydı), aralarında
olup bitirilmişti (helâk olmuşlardı). Herhalde onlar
bundan, şüpheci bir tutum içindeler. De ki: Eğer o Kur'an
Allah nezdinden gelmiş de sonra siz ona küfretmişseniz, bana
haber verin, haktan uzak bir muhâlefette bulunanın ta kendisi olan
sizden daha sapkın kim vardır?"

Günümüzde de inanmak istemeyenler, Kur'an'ın
Arapça bir kitap olarak indirildiğini ve onun yalnız Araplara
geldiğini söylerler. Halbuki, herhangi bir kitabın ve bu
Kur'an'ın bütün yeryüzüne şâmil olması için yine
yeryüzü dillerinden biriyle indirilmesi kadar doğal bir şey
olamaz. Aslında onların her birine tek tek de Kur'an indirilse
onlar yine inanmazlar. Kaldı ki Allah'ın elçisi ve sevgili kulu
Muhammed (s.a.s.) Arap toplumunda doğdu ve ona -o ümmiye- Kur'an
Arapça indirilmeseydi de meselâ İbranice indirilseydi, bu sefer de
Allah'ın buyurduğu gibi "Arap'a Arapça olmayan bir kitap mı?"
diyeceklerdi. Kısaca, kâfirler, yolu yokuşa sürmek için her
zaman saçmasapan iddialarda bulundular. Kâh onu Muhammed uydurdu"
dediler, ama o ümmî idi; kah "Bunlar defi saçması"
dediler ama onun gibi bir ayet dahi getiremediler. Yine onlar ayetlerin
mucizeliğini reddettiler; siyak ve sibakını, ayetlerin
anlam örgüsünü bozarak ayetleri asıl manalarından başka
manalara tefsir ederek sapıttılar. Ama, Kur'an'ın hiçbir
bilgisini yalanlayamadılar. Kur'an'ın doğruluğu her
zaman ortada var oldu ve var olup gidecektir. Onlar Muhammed'e
"mecnun" dediler ama onun doğumundan beri aralarında
yaşayan en dürüst insan olduğunu da reddedemediler. Allah
onlara ayetlerini gösterdi. Her peygamberi ve onlara verilen kitabı
da geçmişte kavimleri yalanlamışlardı. Ama
başlarına korkunç azap gelmiş Meselâ Âd ve Semud
bunlardandı. Doğru yol gösterildiği halde körlüğü
tercih etmişlerdi. Allah da onları alçaltıcı
azabın yıldırımı ile yakalayıverdi. Ancak
iman edenleri ve sakınanları kurtardı. Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte siz kulak, göz ve derileriniz
aleyhinizde Şahitlik eder diye korunuyordunuz. Aksine, yapmakta
olduklarınızın birçoğunu Allah'ın
bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte bu sizin
zannınız, Rabbiniz hakkındaki zannınız sizi bir
yıkıma uğrattı; böylelikle de kayba uğrayanlar
olarak sabahladınız" (22-23). Hz. Peygamber, (s.a.s.) bu
ayeti çok veciz bir şekilde açıklamıştır:
"Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse ben öyleyim,
der." Yani insan Allah'ı nasıl tasavvur ederse, amellerini
ona göre ayarlar. Müminin amelinin doğru olması, kâfirin
amelinin yanlış olması gibi.

Suredeki ahlâkî kaideler:

1. "Allah'a çağıran, salih amelde
bulunan ve gerçekten ben müslümanlardanım diyenden daha güzel
sözlü kimdir? İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen en güzel
olan tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman görürsün
ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki
sıcak bir dost oluvermiştir. Buna da sabredenlerden
başkası kavuşturulmaz. Ve buna büyük bir pay sahibi
olanlardan başkası da kavuşturulmaz. Şayet sana
şeytandan yana bir kışkırtma gelecek olursa hemen
Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir"
(33-36). "Kim sâlih bir amelde bulunursa kendi nefsi lehinedir, kim
de kötülük ederse o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin kullara
zulmedici değildir... İnsan hayır istemekten
bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundu mu
artık o umutsuzluğa kapılır" (46, 49).
"İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizer,
ona bir şer dokunduğu zaman ise artık o geniş dua eden
biridir" (51).

Bu âyetlerde Allah, insan psikolojisinin değişmez
gerçeklerini bildirmekte, mü'minlerin amellerinin boşa
gitmeyeceğini, fazlasıyla
karşılığını vereceğini, beyan edip
onları cennetle müjdeleyerek teşvik etmektedir. Daha önce
kötü insanlara kötü, iyi insanlara iyi arkadaşları nasib
ettiğini haber veren Allah Teâlâ, müslümanlar henüz az bir grup
iken ve Mekkeli kâfir çoğunluğun baskılarıyla
bunalırken, onlara kötülüğün tabiatı icâbı
zayıf ve çökmeye mahkum bulunduğunu beyan etmekte; iyilik ve
doğruluğun iddia ettikleri gibi zayıf değil, aksine
hakiki fethedici bir güç olduğunu bildirmektedir. Kaldı ki, mü'minlerin
en büyük vasfı, kötülüğe iyilikle karşılık
vermektir. Hiçbir kötülük, iyiliğin yüceliği
karşısında tutunamaz, çöker. İşte Allah mü'minlerin
bu vasfını "büyük bir pay" diye nitelendirmektedir.
Çünkü gerçekten bunu herkes yapamaz. Genellikle insan, kötülüğe
kötülükle mukabele etmek ister; hatta insan kinci ve intikamcıdır.
Ancak o en güzel ahlâka sahip Rasûlullah'(s.a.s.)'dir ki, kendisine her
kötülüğü yapanları, hattâ zehirlemek isteyenleri bile
affetmiştir. İşte müslümanın tavrı budur.

Üstelik müslümanın bu tavrından
şeytan kahrolur. Çünkü o her zaman müslümanın hatalı
bir tavrını yakalamak ister. Şeytanın
kışkırtması işte budur. Onun tuzağı müminlerin
açığını kollamaktır. Ebû Hûreyre bu konuda
şöyle demektedir: "Bir gün birisi Resulullah'ın
yanında Ebû Bekir'e geldi ve ona sürekli sövmeye başladı.
Ebû Bekir susuyor, cevap vermiyor, Resulullah da sesini çıkarmıyordu.
Ebû Bekir sonunda taştı ve sert bir karşılık
verdi. Resulullah'ın çehresi hemen değişti ve oradan
uzaklaştı. Hz. Ebû Bekir ona yetişerek niçin böyle
davrandığını sorunca o şöyle buyurdu: "Sen
sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap veriyordu.
Fakat sen ağzını açtığında yanına
şeytan geldi. Bense şeytanın olduğu yerde bulunmam.
" Bu tavır, müminlerin her zaman Allah'ın hiçbir
şeyden habersiz olmadığını dâima hissetmektir.
Zaten kâfirler haksız yere kötülük çıkarırlar; giderek
bunalıma düşerler; sürekli şek ve şüphe içinde
hastalığa yakalanmış gibi olurlar ve sonunda hevâ ve
hevesleri onları helâka götürür. Allah hiçbir zaman zulmetmez,
salih amelleri zayi etmez ve kötülükleri de cezasız bırakmaz.

Nihayet sure şu ayetlerle sona ermektedir:

"Biz ayetlerimizi hem âfakta hem de (enfüsde)
kendi nefislerinde onlara göstereceğiz. Öyle ki, şüphesiz
onun hak olduğu kendilerine besbelli olsun. Herşeyin üzerinde
senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkatli olun; gerçekten
onlar Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler.
Gözünü aç; gerçekten O, herşeyi kuşatandır"
(53-54).

Müfessirler ayetlerin gösterilmesi konusunda şu
önemli görüşleri ortaya koymuşlardır:

1. Onlar, İslâm'ın kısa bir sürede
çevreye yayılacağını, ve kendilerinin de teslim
olacaklarını tahmin edemezler. Nitekim İslâm'ın adâleti
her yere yayılınca herkes ayetleri gördü.

2. Allah insanlara kendi vücutlarında, yeryüzünde,
gökyüzünde ayetlerini göstermektedir. Her devirde bilimin yeni
bulguları keşifler ve icatlar buna bir işarettir.

3. Tabiî ölüm halinde veya ölmeden önce ölerek
herşeyden hakkı görmekle ayetler gösterilecektir.

4. Bu ayetler, indikleri tarihsel ortam içerisinde
Bedir zaferi, Mekke'nin Fethi vb. olaylara işaret ederek mucizevî
haberler yakın gelecekte gerçekleştiği gibi; dünya
döndükçe genelde tüm insanlar ve toplumlar üzerinde de gerçekleşecektir.

Genel Olarak Fussilet Suresi şu mesajları
taşır:

1. Allah'ın kelâmı Arapça'dır; bir müjde,
bir uyarıcıdır; dileyen akıl sahipleri onu okursa gerçeğin
farkına varır. Kalpleri kapanmış kişiler ise onu
anlayamazlar.

2. İnkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar
kendi acı sonlarını hazırlamaktan başka
birşeye nâil olamazlar. Allah'ın bir olduğu gerçeği
değişmez.

3. Ne kadar aptal beyinsizdir şu inkârcılar.
Allah onları yoktan varetmiş, işte şu kâinatta sayısız
nimetleri onların emrine vermiş, şu âlemin nizamını
sağlamış olduğu halde ve kullarına hidâyete
iletmek için İslâm'ı bildirdiği halde ona
inanmıyorlar ve üstelik elçisini, kitabını
yalanlıyorlar. O halde geçmiş ümmetlerin anlatılan
acı âkıbetleri de onları düşündürmüyorsa,
cehennem ateşinde yanmaları kaçınılmazdır.

4. Şimdi müminlere karşı güçlü gibi
görünen, şeytanın da her kötülüğü güzel gösterdiği,
akılsız güruh, kıyâmette birbirini bile tanımayacaktır.

5. Kur'an, istenildiği kadar mesajı
engellenmeye çalışılsa da tahkim edilmiştir ve kimse
onun insanlara ulaşmasını önleyemez.

6. Allah herşeyi yaratandır;
yaratıklarına karşı çok merhametlidir ve o yarattıklarını
başıboş bırakmaz, onlara doğru yolu gösterir; bu
onun büyük bir fazlıdır. Zaten hayat bir imtihandır, bir
oyalanmadır.

7. Peygamber de bir insandır ve
aldığı vahyi tebliğ eder.

8. Allah rızıkları dört günde takdir
etti; sonra kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; yeri ve göğü
yedi gök olarak iki günde tamamladı ve her bir gökte kendi emrini
vahyetti; dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattı ve
bir koruma altına aldı. İşte bu üstün ve güçlü
olan, bilen Allah'ın takdiridir. O halde nasıl O'na ortaklar
koşabiliyorlar? Allah'a karşı edepsizlik edip de Resulünü
tanımıyorlar ve,

"O dileseydi bize melek gönderirdi" diye
yalanlıyorlar? Veya Kur'an'ı Arapça diye küçümsüyorlar?

9. Müminler, kâfirlerin bu dünyadaki geçici
üstünlüklerine aldırmasınlar. Şeytan ve dostları
bir tarafta, müminler ve melekler bir taraftadır. Müminler, cennete
gitmekle müjdelenirler ve onlara, "Orada artık tüm sıkıntınız,
çileniz bitti, sonsuz nimetler sizin," denilir. Oysa kâfirler
"bir yolcunun ağaç gölgeliğinde dinlenmesi gibi olan
şu kısacık oyalanma dünyasından" sonra
cehennem'e giderler. Onlar da orada ebedî kalıcıdırlar.

Sait KIZILIRMAK


Konular