Şamil | Kategoriler | Konular

Emeklı, emeklılık

EMEKLİ, EMEKLİLİK

Başkasına ait bir işi ücret karşılığında
yapmayı üstlenen kimseye "işçi" "ecîr" *
başkasını bir ücret karşılığı
çalıştıran kimseye de "işveren" "müştecir"
denir. İslâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm
çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiş
ve iş akdi, icâre akdi içinde yer almıştır. Bugünkü
uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi
ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar
aynı hükümlere tâbi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin
durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur.
Yalnız bir gerçek kişi veya devlet, vakıf gibi tüzel kişi
için çalışan kimseye özel işçi (ecir-i hâs), belirli
gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan
boyacı, terzi, marangoz gibi zanâatkârlara, doktor, avukat,
muhâsebeci gibi serbest meslek sahiplerine ise ortak işçi (ecir-i
müşterek) adı verilmiştir.

İşçi ve memurlar iş sözleşmesinde
belirlenen veya örfleşmiş bulunan şartlara göre çalışır
ve yine belirlenen ücret veya maaşı alırlar. Bu durum
iş devam ettiği sürece, işçi hastalanıncaya belli
yaşa ulaşıncaya veya işi göremeyecek yaslılığa
varıncaya kadar devam eder. Bazan işçi hasta veya sakat olmadığı
halde belli bir çalışma döneminden sonra yaslanır ve
verimsiz hale gelebilir. Bu durumu devam edeceğinden sonunda işi
bırakmak zorunda kalır. İşçi, aldığı
ücretin büyük bir bölümünü hemen harcar. Çoğu zaman
aldığı ücretle ancak geçimini sağlar. Çalışamayacağı
devreyi hesaba katmaz. Artık çalışamayacak bir yaşa
veya duruma gelen işçi veya memurun geçimini kim sağlayacaktır?
İşveren, iş akdinin gereği olan ücreti ödediğine
göre, onun emekli işçiye bakma yükümlülüğü bulunmaz.

İslâm'da hastalığı veya
yaşlılığı sebebiyle çalışamayan ve bir
geliri de bulunmayan kimseler için önce nafaka * hükümleri cereyan
eder. Ana-baba, yoksul düşünce, çocukları onlara bakmak
zorundâdır (el-İsrâ, 17/23; el-Ankebût, 29/8; Lokman,
31/14-15; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi',
IV, 30; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 349 vd.). Kardeşler
ve diğer hısımlar arasında da mirastaki hisse
durumlarına göre nafaka ödenir (el-İsrâ, 17/26; Hamdi
Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983,
s.294-321). Hısımları yoksa veya onlar da yoksulsa,
İslâm ülkesinde bütün vatandaşlar yoksulluk,
yaşlılık, iflâs vb. durumlar karşısında
devletin himayesi altında yaşarlar. Bu bakımdan
yaslanmış ve bir geliri bulunmayan işçi, memur ve bütün
yoksullar için temelde ayrıca emeklilik müessesesine ihtiyaç
duyulmaz. Yoksulun zekât dâhil, devletin bütün mal; kaynakları
üzerinde hakkı vardır. Ancak bu kapsamlı sosyal
sigortanın işlemediği yerlerde işçilere, memurlara ve
esnafa mahsus emeklilik müesseseleri de kurulabilir.

İslâm hukuku prensip olarak emeklilik
müessesesine karşı değildir. Emeklilik bir çeşit
yardımlaşma sigortasıdır. Sigorta*; her bir
kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar
çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması
demektir. İslâm. sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet
ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal
sigorta teşkilini öngörmüştür.

Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47
maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan "maakil"
sistemine yer verilmiştir. Kuruluş şöyleydi: Bir kimse
savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye
vermek gerekliydi. Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar
ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi. Bunların
miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü
aşıyordu. Hz. Peygamber şöyle bir yardımlaşma
teşkilatı kurdu:

Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için
para yardımı yapacak; esirlik, yaralama veya öldürme
hallerinde, yardımlaşma amacıyla kurulan bu fondan destek
bekleyecekti. Bir kabîlenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer
komşu kabîleler destek yapacaktı (M. Hamidullah, İslâm'a
Giriş, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul 1973, s.201-202).

Daha sonra hadislerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye
ağır gelen durumlarda hısımlar arasında
yardımlaşma şekline dönüşmüştür. Bir kimse
diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin
ergenlik çağına gelmiş erkekleri arasında bölüşülür
ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi. Bir kişinin
hissesine düşen diyet miktarı yılda dört dirhemi geçerse,
mirastaki sıraya göre asabe * adı verilen diğer erkek
hısımlar da âkîle * kapsamına alınır. Eğer
suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından
üç eşit taksitle üç yılda öder. Yeterince malı yoksa
diyeti devlet öder (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, Maâkil bahsi;
Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye, III, 52-58) .

Hz. Ömer, karşılıklı
yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî,
mülk; idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilatlandırdı.
İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde
merkezî hazine veya vilâyet idârelerinin mahallî hazineleri bu
üniteye yardım ederdi. Diğer yandan Hz. Ömer ihtiyaç sahibi
olan bütün tebâ için bir maaş sistemi geliştirmişti. Bu
teşkilata "divan"* adı verildi (M. Hamidullah, a.g.e.,
s.201-203). Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan
sermayenin çoğaltmak amacıyla gelir getiren işlere
yatırılması mümkündür. Fonun geliri artınca,
üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir. Hatta büyük
gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtabilir.

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek
mensuplarından kesilecek primler bir fonda toplanınca, bu
sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir.
Böyle bir fon giderek kendine yeterli hâle gelir ve üye ya da ortaklarına,
katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha
fazlasını geri verebilir. Bir ücret karşılığı
çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda
toplanmasıyla oluşan sermayenin işletilmesine Hz.
Peygamber'in mağara hadisinde işaret edilmiştir. Allah
Resulu, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini
belirtirken özet olarak şöyle demiştir:

"Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere
gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya
sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük
bir kaya parçası mağaranın ağzını
kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi
aralarında konuşarak, 'Allah katında, en değerli
olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua
etmeye' karar verirler. İlk ikisinin duasıyla kaya parçası
biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz
eder:

'Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım.
Ücretlerini ödedim. Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp
gitmişti. Onun hakkını ticaretle işletip
arttırdım. Birçok malı oldu. Bir süre sonra bana gelerek
ücretini istedi. Ben; 'gördüğün şu deve,
sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana
geldi' dedim. 'Benimle alay etme' diye cevap verdi. 'Seninle alay
etmiyorum' dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp, gitti,
hiçbir şey bırakmadı. 'Ey Rabbim, bunu sırf senin
rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu
mağaradan kurtar". Bu duanın arkasından
mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır
ve oradan kurtulurlar (Buhâri, İcâre, 12; Tecrid-i Sarih Tercümesi,
VII, 37-41).

Mağara hadisinde ücret ve bu ücretin işletilmesi
sonucu elde edilen kârın tamamı işçiye ait olunca, işçiden
sosyal güvenlik için kesilen primlerin bir fonda işletilmesi
sonucu,verdiğinden fazlasını geri almak mümkün ve câiz
olur. Yeter ki fonun işletilmesi İslâm; ölçüler içinde
olsun.

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek
sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna
bağlılık gerektiren bir işe intisab ederken,
kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların
bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar.
Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek
gerekir. Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe
girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır. Tarihte
bunun örnekleri çoktur. Osmanlılarda Ahîlik, Lonca ve Gedik gibi
meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir (Neşet
Çağatay, Ahilik, Ankara 1974, s.101; Hamdi Döndüren, İslâm
Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s.184-185).

Bir sosyal güvenlik kuruluşunu ortaklık
olarak değerlendirmek mümkündür. şöyle ki, bir işçi
veya memurun maaşından sosyal yardımlaşma
kuruluşu için her ay yüzde yirmi emekli primi kesilse, yirmibeş
yıl devam eden çalışma süresince, fonda on milyon lira
prim biriktiğini farz edelim. Bu primlerin gelir getiren
yatırımlarda çalıştırılarak yirmibeş
yılda yavaş yavaş birkaç katına çıkmış
olması gerekir. Fonun toplam bilançosu; kesilen primler toplamı
yirmimilyar, fonun mal varlığı ise yüzmilyar olsa,
onmilyon emekli keseneği biriken işçi ve memurun, toplam fon
üzerindeki hakkı, beş katına yükselmiştir. Hak, on
milyondan elli milyona çıkmıştır. Böyle bir işçi
fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden
sonra da eş ve çocukları maaş olarak elli milyona kadar
alabilir. Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm
hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler. Kârın
anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına
bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oranlarda
paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için,
üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz
(es-Serahsı, el-Mebsût, XI, 152-154; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi',
VI, 57 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kâdir, V, 20 vd.).

Hamdi DÖNDÜREN


Konular