Şamil | Kategoriler | Konular

Eman

EMÂN

Emin olmak, güvenmek, korkmamak, endişeden
kurtulmak. Emânet, emn ve emene de "emân"ın
eşanlamlısı mastarlardır. Zıddı
korkmaktır. Diğer yandan emânet, bir kimsenin güvenilir olması
anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan
şey anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan
şey anlamına da gelir. Bir savaş hukuku terimi olarak emân;
düşmana, emniyet altında olduğuna dâir verilen söz veya
yapılan işaret demektir. Bu, bir kimseye "sana emân verdim",
"siz güvendesiniz", "size bir zarar yoktur" gibi açık
ifadelerle olur. Buna "emân-ı sarîh" denir. Yetkili bir
kimse tarafından düzenlenecek yazılı bir emânnâme ile
verilen emân da "Emân bi'l-kitâbe" olur. Emân belli bir
süre ile sınırlan?bileceği yani "Emân-ı
muvakkat" olabileceği gibi süresiz olarak da verilebilir. Buna
da "eman-ı mutlak" denir.

Bir düşmana veya belli bir düşman grubuna
verileceği gibi, bütün savaşçı düşmana genel
olarak da verilebilir. Günümüz devletler hukukunda sığınma
veya iltica talebinde bulunma emân isteme niteliğindedir.

Kur'an'da şöyle buyurulur: "Eğer, müşriklerden
birisi senden emân dilerse, ona emân ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını
dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır.
Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur " (et- Tevbe, 9/6).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümanların
kanları biri diğerine eşittir. En
aşağıları dahi devlet adına emân verebilir,
onlar kendilerinden başkalarına karşı bir el
gibidirler" (Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbn Mâce'den naklen
et-Tebrizî, Mişkatü'l-Mesâbıh, II, 264). Allah Resulunün
Medine'de va'z ettiği ilk anayasada bu husus şöyle ifade edilmiştir:
"...Müslümanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmla)
teşkil ederler" (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır
1355, II, 147; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa
Hareketleri, İstanbul 1969, s.35; M. Hamidullah, İslâm'ın
Hukuk İlmine Yardımları, s.22). Ancak, bir müslümanın
İslâm toplumuna ümmet olarak intisâbı, siyâsi değil, içtimâı
râbıta bakımındandır. Müslümanların
teşkilâtlanıp, devlet kurmaları halinde, devletle ve
birbirleriyle olan bağları politik ve hukuki bir nitelik
kazanır (Abdülkerim Zeydan, Ahkâmu'z-Zimmiyyın ve'l-Müste'minın,
Bağdad 1963, s.61). Kur'ân'da, ümmet bütünlüğü şöyle
ifade edilir: "Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir" (el-Enbiya,
21/92).

Emân olayı bazan kendiliğinden gerçekleşir.
Meselâ bir müslüman erkek, ülkesinde evlendiği hıristiyan
veya yahudi hanımını İslâm ülkesine getirirse, eşi
kendiliğinden emâna kavuşur. Çünkü o, müslüman bir erkekle
evlenmekle zımmî* olmayı kabul etmiş sayılır.

Emân verecek kimsede şu şartların
bulunması gerekir:

a) Müslüman olmak; Gayr-i müslimler, müslümanlar
adına emân veremez. Çünkü, onların iyi niyetle hareket edip,
İslâm toplumunun yararını gözetmelerine güvenilemez.
Ancak kendilerine emân verme yetkisi verilmişse, bu durum müstesnâdır.

b) Akıllı olmak; Akıl
hastalarının veya şuuru yerinde olmayanların
vereceği emân geçersizdir. Çünkü emân işi, tehlikeli ve
rizikolu bir konudur. Kişinin, emânın sonuçlarını
değerlendirebilmesi için tam temyiz gücüne sahip olması
gerekir.

c) Bülûğ çağına gelmiş bulunmak:
Çocukların düşmana vereceği emân geçerli değildir.
Ancak savaşa katılma izni verilen küçükler bundan müstesnâdır.

Savaşa katılma izni verilen müslüman köle
de, düşmana emân verebilir. İran'ın fethi
sırasında, kuşatılan bir şehir halkının
savaşa ilgisiz kaldığı ve kapılarını
İslâm ordusuna açıverdiği görülür. Olay incelendiğinde,
önceden müslüman bir kölenin şehir halkına emân verdiği
ortaya çıkar. Müslüman komutan bu emânı tanımak
istemeyince anlaşmazlık Hz. Ömer'e götürülür. Hz. Ömer ise,
"Müslüman köleler tarafından yapılan anlaşma,
diğer hür müslümanlar tarafından yapılan anlaşma
kadar geçerlidir" cevabını verir (Mevlânâ Şıblî,
Süleyman en-Nedvî, İslâm Tarihi Terc. Ömer Rıza VII, 192).

Müslüman kadın da emân verme yetkisine sahiptir.
Çünkü Hz. Peygamber, kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l Âs
İbnü'r-Rabî' için verdiği emânı kabul etmiştir (eş-Sevkâni,
Neylü'l-Evtâr, VIII, 28).

Düşman beldesinde bulunan müslüman bir tüccar
veya esir yahut orada İslâm'ı kabul edip, yerleşmiş
kimsenin müslümanlar adına emân vermesi geçerli değildir.
Çünkü bunlar düşman ülkesinde baskı altında
sayılırlar. Düşmanın menfaatine alet olmakla veya
kendi kişisel yararlarını düşünerek hareket etmekle
itham olunabilirler.

Verilecek emânın bir hikmete ve toplum
yararına dayanması gerekir. Hanefi ve Malikiler bunu şart
koşarlar. Çünkü düşmanla harp hâli devamlılık
arzeder. Şâfiî ve Hanbeliler ise emânda zararın
bulunmamasını yeterli görürler. Ayrıca bir maslahat ve
yararın bulunmasını şart koşmazlar. Casus ve
benzerleri için câiz olmaz (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, IV,
300, ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 435).

Emânı, İslâm devlet başkanı veya
ordu komutanı verdiği zaman, emân verilen kimse, emânda
belirli bir belde kaydı veya şer'î bir engel bulunmadıkça
her İslâm beldesine gönderilebilir. Ebû Hanife'ye (ö.150/767)
göre, böyle emânlı münkir bir kimse daru'l-İslâm'da*
herhangi bir yere girebilir. Hatta üç gün süreyle, Mekke ve Mescid-i
Nebevî haremine de girip kalabilir. Hanefiler, gayr-i müslimlerin,
bütün mescidlere, bu arada Mescid-i Haram'a izinsiz girebileceklerini
söylerler. Çünkü onlara göre; "Müşrikler, ancak
necistirler, bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar" (et- Tevbe, 9/28) ayetinden maksat,
onların Mescid-i Haram'a girmelerini yasaklamak değil, câhiliye
devrindeki gibi hac ve umre yapmaya kalkışmalarını
önlemektir. Şâfiî ve Hanbeliler ise aynı ayete dayanarak
gayr-i müslimlerin Mekke haremine, maslahata dayalı bile olsa,
girmelerini câiz görmezler. Hattâ, gayr-i müslimlerin, idarecilerin
izni ve elçilik mektubu taşıma veya müslümanların
ihtiyacı olan ticaret işi gibi bir maslahat
dışında Hicaz'a girişlerini de kabul etmezler.

İstisnaî giriş de üç gün süreyle
olabilir. Dayandıkları delil hadistir. Hz. Ömer, Allah
Resulu'nün şöyle dediğini nakletmişti: "Gelecek
yıla kadar yaşarsam yahudi ve hristiyanları muhakkak Arap
yarımadasından çıkaracağım. Orada müslümanlardan
başka kimse bırakmayacağım" (Ahmed b. Hanbel, I,
31). Burada Arap yarımadasından maksat özellikle Hicaz'dır.
Nitekim, hadiste "Yahudileri Hicaz'dan çıkarınız"
ifadelerine de rastlanır (bkz. Buhâri, Cizye, 6; Müslim, Vasiyye,
20; Dârimi, Siyer, 54). Hz. Ömer, yahudi ve hristiyanları
yalnız Hicaz'dan çıkarmakta yetinmiş, onların meselâ
Arap yarımadasından sayılan Yemen'de oturmalarına müsaade
etmiştir {ez-Zühayli, a.g.e., VI, 435-436)

Sürekli emânla İslâm Devletinin vatandaşlığına
geçen Ehl-i kitap kimse zımmi sayılır ve zimmet
haklarından yararlanır. Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer
zimmet akdini kabul ederlerse, onlara bildir ki, müslümanların
lehine olan haklar, onların da lehine; müslümanların üzerine
olan vecibeler, onların da üzerindedir" (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi',
VI, 280, VIII, 100; İbnü'l-Hümâm, a.g.e.. VI. 248: İbn

Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1311, V, 81; Zeydân,
a.g.e., s.70).

İslâm ülkesine ticaret, elçilik, eğitim,
turizm vb. amaçlarla pasaportla gelen yabancı gayr-i müslimler
(müste'min) de, dâru'l-İslam'da ikamet ettikleri sürece birtakım
mâlî haklardan, aile, borçlar ve ticaret hukuku hükümlerinden
yararlanırlar. Prensip olarak, müste'minlerle zımmîlerin hak
ve vecîbelerde eşit sayılması gerekirse de, sonuncular dâru'l-İslâm
tebeası olmaları sebebiyle birtakım hak ve vecibelerde müste'minden
ayrılırlar. Bugün beşerî hukukta yabancıların
hak ve görevleri devletler hukukuna dayanırken, dâru'l-İslâm'da
bunların kaynağı İslâm devletinin iç hukuku, yani
İslâm hukukudur (Zeydan, a.g.e., s.73, 627).

Hamdi DÖNDÜREN


Konular