Şamil | Kategoriler | Konular

Ehl-ı hadis

EHL-İ HADÎS

Hadis ehli, Sünnet'e sahip çıkanlar, Sünnet ve
Cemaat yolundan gidenler.

Ehl-i hadis terimi; hadis ilmine sahip çıkan,
hadise önem veren, onu re'ye tercih eden ve müctehid imamlar devrinde
Hicâz'da özellikle Medine'de hadis âlimlerini anlatmak için kullanılır.

Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına
doğru bazı sahâbeler irşâd ve talim amacıyla
İslâm âleminin çeşitli yerlerine
dağılmışlardı. Hz. Ömer (ö.23/643) devrinde
Fustat, Kûfe ve Basra şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere
aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman
yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ud'u
(ö.32/652) Kûfe'ye göndermiş, Hz. Ali de hilâfeti zamanında
idare merkezini oraya nakletmişti. Emeviler yönetimi ele alınca,
özellikle onlardan memnun olmayan sahâbe âlimleri yeniden Hicaz'da
toplanmaya başladılar. Böylece, ashâb-ı kirâmdan ilim,
irfan ve feyiz almak isteyen tâbiûn âlimleri, aradıklarını
daha çok Hicâz veya Irak'ta bulmuş, giderek bu iki bölgede yer ve
üstad farkından dolayı iki ayrı grup teşekkül etmiştir.
Merkezi Kûfe olana "Irak Ekolü", Medine olana ise "Hicaz
Ekolü" adı verilmiştir. Birinci ekole "ehl-i re'y"
*, Hicaz ekolüne de "ehl-i hadis" ve "ehl-i eser"
denilmiştir.

Merkezi Hicaz olan ehl-i hadisin oradaki temsilcisi
İmam Mâlik b. Enes'tir (ö.93/711 - 179/795). Fazlaca hadis
rivâyeti yapılan bir bölgede bulunması onun ehl-i hadis
sayılmasına sebep olmuştur. İmam Mâlik, Kitap ve
Sünnet yanında Medinelilerin amelini de delil olarak alıyor,
"haber-i vâhid"lerin onların uygulamasına zıt düşmemesini
şart koşuyordu. Çünkü o, dinî işlerde Medinelilerin
amelini "meşhur hadis" derecesinde görür. Bunları;
Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin
kişiden rivâyeti olarak kabul eder. Eğer haber-i âhad,
Medinelilerin ameline aykırı düşerse, onun Peygamber'e
nisbeti zayıf demek olup, Medinelilerin amelinden sonra gelir. Bu da
İmam Mâlik'e göre, meşhur rivâyeti haberi vâhide tercih
etmek gibidir. Medinelilerin ameli İmam Mâlik'ten önce de revaçta
idi. Kâdı Muhammed b. Ebı Bekr, verdiği bir hükmünde
haber-i vâhid'e muhâlefet ederek Medinelilerin ameline uymuştur (Ebû
Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire t.y., s.109;

Târihu'l-Mezâhibi'l-Fıkhiyye, (Mezhepler Tarihi)
Çev: A. Şener, Ankara 1968-1969, s.344; Muhammed el-Hüdarî,
Târîhu'l-Teşriî'l-İslâmî, (İslâm Teşri' Tarihi)
Çev: H. Hatipoğlu, İstanbul 1974, s.166).

İmam Mâlik'in bu metodu, Irak ekolü, Mısır
ve Şam bilginleri tarafından tenkide
uğramıştır. Mısır fakihlerinden Leys b. Sa'd
(ö.175/791), İmam Mâlik'e yazdığı bir mektubunda
özet olarak şöyle der: "Yanınızda bulunan müslüman
cemaatin uygulamasına ters düşen bazı fetvâlar verdiğimi,
herkesin Medine halkına uymak durumunda olduğunu, zira hicretin
bu yere yapılarak Kur'an'ın buraya nâzil olduğunu ve benim,
selefime dayanarak verdiğim fetvâlardan dolayı endişe
duymam gerektiğini yazıyorsunuz. Haklı olduğunuza
inandığım bu görüşünüzü paylaşıyorum.
Ancak, Tevbe sûresi 100. âyette, övgü ile anılan ilk ensâr ve
muhâcirlerin toplu olarak Medine'de kalmadıkları da bir gerçektir.
Çünkü onların çoğu Allah rızası için, onun
yolunda cihada çıktılar. Kurdukları askerî birliklerde
kitap ve sünneti iyi bilen, bunların açıklamadığı
problemleri ictihadla çözen bir grup bulunurdu. Halife Ebû Bekir, Ömer
ve Osman'dan emir gelince, Mısır, Suriye ve Irak'ta bulunan bütün
sahâbîler ona göre hareket ederlerdi. Ben İmam Zuhfi'yi (ö.124/742)
verdiği bazı fetvâlarından dolayı kınıyorum.
Hatalı bulduğum bir fetvası şudur: "Bir müslüman
yağışlı gecede akşamla yatsı
namazını cem ederek bir arada ve akşam vaktinde
kılabilir" Şam çamurunun Medine çamurundan ne kadar fazla
olduğunu ancak Allah bilir. Bununla beraber Şam'da hiçbir imamın
herhangi bir yağışlı gecede iki namazı cem
ettikleri görülmüş değildir. Halbuki Şam askerleri
arasında Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ö.18/639), Halid b. Velid
(ö.21/641), Yezid b. Ebı Süfyân (ö.18/639), Amr b. el-As
(ö.61/680, ve Muâz b. Cebel (ö.18/639 bulunurdu. Mısır'da, Ebû
Zer (ö.32/65), Zübeyr b. Avvam (ö.36/656) ve Sa'd b. Ebı Vakkas (ö.55/675),
Humus'ta Bedir savaşına katılanlardan yetmiş zat
vardı. Ayrıca, Hz. Ali Irak'ta yıllarca oturdu. Diğer
müslüman şehirlerinde de sahâbeler vardı. Bu sıralanan
zatlardan akşam ile yatsı farzlarını
yağışlı gecede cem ettikleri kesin olarak vâki değildir"
(el-Hudârî, a.g.e., s.202-205; İbn Kayyım, İ'lâmü'l-Müvakkıîn'inden
naklen; Abdülkâdir Şener, "İmam Mâlik ile Leys b. Sa'd
Arasındaki İhtilâf ve Yazışma", A.Ü.İ.F.D.,
Yıl 1968, XVI, 131-154)

İslâm'ın ilk iki yüzyılında
âlimler arasında samimi bir kardeşlik, dostluk ve bilgi
alışverişi hâkimdi. Bu, tâbiîn zamanında da, müctehid
imamlar devrinde de böyleydi. İlim merkezleri İslâm ülkesinin
bütün şehirlerinde faaliyetini sürdürüyor ve her mecliste bilgi,
kültür, örf, mekân farklılıklarından doğan ilmî
farklılıklar ümmet için bir sorun teşkil etmiyordu.
Çünkü hepsi "selef-i sâlihîn"in yolunda olarak birbirlerini
tenkid etseler de tekfir etmiyorlardı. Ebû Hanife, Ca'fer-i Sâdık,
Ahmed b. Hanbel, İmam Şâfiî, İmam Mâlik, İmam
Muhammed arasında görüş ayrılıkları
olmasına rağmen, ehl-i bid'ata karşı selefin akidesini
savunmada ortak hareket ediyorlardı. Ehl-i rey diye meşhur olan
Irak ekolünde tâbiînin görüşlerine gelince, "Onlar da insan
biz de" denilerek kendi görüşlerini geçerli sayıyorlar,
buna karşılık ehl-i hadis, yani Medine ekolü ise, re'ye
çok zarûri haller dışında başvurmuyordu. Hafs b.
Abdullah en-Nisâbûrî'nin (ö.209), "kesinlikle re'ye dayanmaksızın
yirmi yıl kadılık yaptım" dediği
zikredilmiştir (Zehebî, Tabakatü'l-Huffaz, VI, 368). Muhaddisler,
hadisleri toplayıp yazmaya ve bunlarla fıkhı tedvin etmeye
başladıklarında ellerinde muazzam bir malzeme
birikmişti. Diğer taraftan zamanla sapık
fırkaların ve ehl-i re'y ile ehl-i hadis
uydurmacılığının yaygınlaşması
üzerine, bir dönemde yoğun bir tekfir ve düşmanlık
dalgası hâkim olmuştur. Kezâ Mu'tezile yüzünden "Halku'l-Kur'ân"
meselesi resmi devlet ilkesi haline getirilerek herkese zorla
benimsettirilmeye çalışıldığı "Mihnetü'l-Kur'an"
devrinde de ehl-i hadis âlimlerine -İmam Ahmed başta olmak
üzere- büyük bir zulüm yapıldığı bilinmektedir.
Fıkıhta meşhur olmuş ve tedvin edilmiş mezhebler
içinde İmam Mâlik ile İmam Ahmed ehl-i hadisten; Ebû Hanife
ehl-i re'yden sayılmış, İmam Şâfii bu iki
ekolün ortasında yeralmıştır. Esasında hadis
veya re'yin delil olarak kullanılmasında bütün bu mezheb
imamları müttefiktirler. Ancak ihtilâf noktaları Medine'de
hadis ve sahâbe içtihadlarının, Irak'ta re'yin
ağırlıklı olduğu bir fıkhın ortaya çıkması,
Medine ekolünün Medine örfüne ve Medine ashâbının fetvâlarına
öncelik verip farazı olaylar hakkında fetvâ vermemesidir. Ayrıca,
sosyal ve siyası hareketlerin de etkileri vardır (İbn
Kayyım, İlâmü'l-Muvakkıîn, I, 55 vd.).

Abbâsiler döneminde (132-334/750-945) bu ictihâdı
farklılık, aşırılarca büyütülerek karşılıklı
zıtlaşmalara kadar vardırılmıştır.
Şa'bî'nin, "Rey leş gibidir, ancak muztar
kaldığından yiyebilirsin" dediği söylenir.
Kavram kargaşası; ehl-i re'yi, haber-i vâhidi reddedenler;
ehl-i hadisi de, re'y ve kıyası reddedenler diye
tanıttı. Bu iki farklı usûl, diğer ilimlerde de zaman
zaman görüldü. Buhâri, Ebû Hanife'ye karşı taassub ve zan
ile bakarak, Sahih'inde adını bile anmamış, "Birisi
dedi ki ..." diye geçiştirmiştir (Zeylaî, Nasbu'r-Râye,
I, 355). Taberî, İmam Ahmed'i fakıh değil muhaddis
saymıştır. Şehristânî ile İbn Haldun, ehl-i
re'ye Ebû Hanife'yi, ehl-i hadis'e diğer üç İmamı dahil
ederler (İbn Haldun, Mukaddime, s.372).

Hemen her mezhebin imamına dâir uydurma ve karşıtları
kötüleyen sözler, uydurma hadisler de yaygınlaşınca
muhaddislerin ve Hanefilerin hadisleri inceden inceye tetkiki, cerh ve
ta'dilin önemi kaçınılmaz olmuştur. III. ve IV. yüzyıl
ve sonrası Emevi-Abbâsi iktidarlarının muhâliflere
zulümlerinin siyası etkileri, İslâm'ın çok geniş
bir coğrafyaya yayılması, doğuda Hanefiliğin,
batıda Mâlikîliğin siyası iktidarların sayesinde
uzun süre resmi mezheb olarak korunup diğer mezheblerin bir
kısmının sâliklerinin tükenmesi veya zayıflaması,
akîde konularının yoğun olarak
tartışıldığı, felsefe ve kelâm yollarının
belirdiği, tasavvufun ayrıca kendi yoluna devam ettiği
şartlarda ilk zamanlardaki selefin metodu zamanla unutulmuştur.
Dolayısıyla ehl-i hadisin fıkıh istinbâtıyla
ehl-i re'yin fıkıh istinbâtı arasındaki bağ da
ortadan kalkmıştır.

Fıkıh tarihçileri; mutedil ehl-i hadisin
temsilcileri olarak Hz. Ömer, Hz. Osman, Âişe, Zeyd b. Sâbit,
İbn Ömer, Ebû Seleme, Said el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr Kasım,
Harice, Ebû Bekir b. Ubeyd, Süleyman b. Yesâr, Ubeydullah b. Abdullah,
İbn Sihâb, Nâfi', Rabiatu'r-Rey, Yahya b. Saîd, İmam Malik,
İmam Ahmed, Ebû Dâvûd et-Tayâlısı, Buhâri, Müslim,
Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Dârimî, Ebû Yalâ,
Dârakutnî, Hâkim,

Beyhâkî, İbn Abdilberr... gibi büyük âlimleri
akretmiştir (Şah Veliyyullah, Huccetu'llahi'l-Bâliğa, I.
311 vd.). Ehl-i hadis, re'y fıkhının takdiri olmasına
karşılık, hadis ve âsâr toplayıp tedvin ederek -Câmi,
Sünen, Musannef, Müsned, Mu'cem- bu hadislerle, hattâ kıyastan
önce zayıf hadislerle amel etmeye çalışmışlardır.
Ehl-i hadisin Mâlik b. Enes'in şu rivâyetinde ana ilkesi belirginleşmiştir:
"Rasûlullah'tan başka sözü kabul veya reddedilebilecek
hiçbir kimse yoktur. " Avâm arasında ehl-i hadîs ile ehl-i
re'y arasındaki ihtilâfı kabalaştırarak ilmin
zayıfladığı devirlerde, âdeta ehl-i re'yin edille-i
şer'iyyeden önce sanki kıyasa ve re'ye başvurduğu,
ehl-i hadisin de re'y ve kıyası tamamen inkâr ettiği gibi
yanlış bir anlayış
yaygınlaşmıştır. Halbuki, gerek amelin imandan
bir cüz olup olmadığı meselesinin ortaya
atılmasında ehl-i sünnetin; gerek re'y, hadis akımıyla
sapık inançlara karşı selefin akidesini korudukları,
yine asıl ihtilâfı körükleyenlerin ehl-i bid'at olup veya asıl
re'yi reddedenlerin Zâhirîler veya sünneti tümden reddeden fırkaların
olduğu unutulmuş gibidir. Muâz hadisini bütün imamlar kabul
ederken, Zahiri olan İbn Hazm bu hadisi reddetmektedir. Yine, Ahmed
b. Hanbel'in, "Biz ehl-i re'yi, onlar da bizi durmadan lânetlerdik;
bu hal Şâfii'nin gelişine kadar devam etti. O gelince
aramızı bulup bizi kaynaştırdı" dediği
nakledilmiştir (Kadı Iyâz, Tertîbu'l-Medârik, 1. 91).
İslâm'da aşırı akımlar, (Havâric, Mu'tezile,
Mürcie...) iki aşırı kutbu temsil etmişlerdir.
Hariciler, amel imandan cüzdür; Mu'tezile büyük günah işleyen küfürle
iman arasındadır, Mürcie, amel olmasa da iman için tasdik
yeterlidir demişlerdir. Buna karşılık ehl-i re'y, amel
imandan cüz değildir diyerek ancak günah işleyenleri
fasık olarak nitelemiş; ehl-i hadis de iman amelden mürekkeptir
görüşünü savunmuştur. Böylece onların bu görüşleri,
ehl-i bid'atın görüşlerinden ayrılmaktadır. Bu akîdeye
yönelik hususlar da muhâlefet ve zıtlaşmaların
artmasına sebep olmuştur (İmam el-Kevserî, Feyzü'l-Bârı
alâ Sahîhu'l-Buhâri, I, 53). Ehl-i hadisten İmam Mâlik ile ehl-i
re'yden Leys b. Sa'd (ö.175/791) arasında mektuplaşma yoluyla
ilmî müzâkere yapılmış, birbirleriyle, sevgi dolu
olmalarına engel olmaksızın görüşlerini
tartışmışlardır. İmam Mâlik, Leys'e şöyle
demiştir:

"Bizim bu memleketteki -Medine'deki- halkın
amel ettiği şeylere aykırı olarak insanlara çeşitli
fetvâlar veriyormuşsun. İnsanlar Medine halkına tâbîdirler,
hiç kimsenin bir işte Medine ameline aykırı hareketini
uygun bulman..." (Kadı İyâd, Medârik, s.170 vd.). Buna
karşılık Leys b. Sa'd da şöyle demiştir: "Umarım
yazdıklarında isabet etmişsindir. Medine'de Rasûlullah'ın
emrettiği ve insanların ona itâat ettikleri hakkında
dediğin doğrudur. Fakat ashâb tâbiîn ve sonraki âlimler
birçok şeyde değişik görüşler ortaya koymuştur.
İbn Şihâb'la (Mâlik'in üstadı)
karşılaştığımız ve
yazıştığımız zaman onun da birçok ihtilâfa
düştüğü olurdu. Bazen bir meselede üç türlü görüş
yazılır ve o öncekinin farkında olamazdı. Senin
terketmemi hoş görmediğini terketmeme, o sebep oldu. Meselâ,
Müeccel mehrin istenmesi, ilâ yoluyla talâkta bekleme, kadının
kocaya talâkında, erkeğin evlendiği cariyeyi satın
almasında, vb. ihtilâfları naklettikten sonra bu ve bunlara
benzer birçok şeyi bıraktım. Allah'ın seni muvaffak
kılmasını ömrünün uzun olmasını dilerim..."
Rey okulunun ve hadis okulunun tâbileri kendi geleneklerini överek öne
çıkarabilmişlerdir.

Muhaddislerden Ebû Bekir b. Ayyaş (ö.193/808-809)
Her devirde muhaddislerin öteki âlimlere nisbetinin Ehl-i
İslam'ın diğer dinlerin bağlılarına nisbeti
gibi olduğunu söylemiştir (eş-Şa'rânı, Kitabü'l-Mizan,
1, 63). Ehl-i re'yi savunan Şehristânî "nasslar sınırlıdır,
hadiseler sınırsızdır; sınırsız
sınırlı olanla ihâta edilemez" diyerek, tamamen
hukûkı uygulamadaki soruna işaret etmiştir (Şehristânî,
el-Mile'l ve'n-Nihâl, s.154). Hayatın
karmaşıklığına karşı re'yi bütün
mezhepler ister istemez kabul etmiştir. Ehl-i re'y ehl-i hadis, ilim
tarihine özel bir deyim olarak girmiştir.

İmam Şâfii (767-820)'nin her iki okul arasındâ
birleştiriciliği sözkonusu edilmesine rağmen onun sanki
re'ye karşı hadis ehli tarafını kuvvetlendirdiği
manası da çeşitli imamların yazılarından
anlaşılmaktadır. Aynı şekilde ona atfedilen
menkıbelerden, meselâ Muhammesi h. Nass (ö.206)'ın rüyasında
Hz. Peygamber (s.a.s.)'i gördüğünde ona, "Acaba Şâfiî'nin
re'yi ile meşgul olabilir miyim?" demesine Rasûlullah (s.a.s.)
güya şöyle cevap vermiş: "Ne diyorsun? Şâfii'nin
re'yi mi? Bu re'y değildir. Aksine benim sünnetime zıt düşenlerin
hepsine bir reddiyedir" (Nevevî, Tehzîbu'l-Esmâ, 122). Şâfiî
mezhebi ileri gelenlerinden olan İmâm Nevevî, aynı eserinde
Şâfii'ye Irak'ta "hadisin muhafızı"; Horasan'da
"ashâbu'l-hadis" denildiğini zikretmektedir. O, Ahmed b.
Hanbel'in, "Re'y taraftarlarını mağlup etmek istedik,
fakat muvaffak olamadık ve Şâfiî geldi, zaferi bize kazandırdı"
dediğini de yazar. Şâfiî'nin Bağdat'a gelmesinden sonra
re'y ehlinin zayıfladığını söylemektedir. Ehl-i
hadîsi Şâfiî canlandırmıştır. Ancak Nevevî,
ihtilâfın rahmet oluşunun fer'i meselelerde geçerli olduğunda
ittifak edildiğini de belirtmiştir. İslâm ilim tarihindeki
aşırıların bu ihtilâfı neredeyse akîde
muhâlefetine çevirmeleri bir değer taşımamaktadır.
Genelde geçerli olan; fıkıhta bütün ılımlı
ehl-i re'yin de ehl-i hadisin de asla uydukları, fakat fürû'da
insanlara kolaylıklar gösterdikleri herkes tarafından kabul
edilmektedir. (Ayrıcâ bk: Ehl-i Rey)

Sait KIZILIRMAK


Konular