Şamil | Kategoriler | Konular

Ef'al-ı mükellefın

EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN

Yükümlülük sahibi olanların
yaptıkları işler, fiiller.

Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef"
kelimesinin çoğuludur. "Teklif" mastarından türetilmiş
olan bu kelime "yükümlülük sahibi kişi"
anlamındadır. Şer'i ıstılahta: "İslâmî
emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü
bulunan kimse" demektir. Bu terkip "yükümlülerin fiilleri"
diye Türkçeleştirilebilirse de fıkıh
ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î
hükümleri" anlamında kullanılmıştır.

Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib,
sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid. Bu taksim Hanefi
hukukçularına göredir.

1. Farz: Sübûtu ve ifâde ettiği anlamı (delâleti)
kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller
"farz" adını alır. Farzlar, te'vile (başka
anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit
olur. Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi. Bunlarla ilgili hem kesin
âyetler vardır, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in tevâtüre varan
yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur. Farzın hükmü işleyene
sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin
dinden çıkmasıdır. Bu da farzı ayrı ve
farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:

a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın
bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir
kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük
kalkmaz. Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc
ve zekât ile İslâm toprakları saldırıya
uğradığında cihada çıkmak gibi.

b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı
ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir
kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri
sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek. Kur'ân-ı Kerîm dinlemek,
Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı
kılmak gibi. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu
işleyenlere âit olur. Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse
bütün toplum günahkâr olur. Bir ibâdetin rükünleri ve
şartları kabilinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin
sıhhatine engel olur. Terk kasten olsun yanlışlıkla
olsun hüküm değişmez. Kasten terk halinde ayrıca günâha
girme vardır. Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek
gibi.

2. Vâcib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel
bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir. Bunları
işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir. İtikadı
açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir.
Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Bir ibâdetin vâciblerinden
birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla)
terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir. Vâcibin de kifâye olânı
vardır. Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli
gözetlemek vacibtir. Fakat herkese vâcib değildir. Diğer vâcib
amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak,
yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım
etmek gibi. Vâcib; sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan
delille sabit olur. Bu delil te'vile uğramış âyet veya
hadis şeklinde olabilir. Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de:

"Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser,
108/2) buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme
emrinin muhâtabı Hz. Peygamberdir. Yani bunlar Hz. Peygamber için
farz hükmünde olur. Ancak emrin, diğer müslümanları
kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Ancak bu
emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha
kuvvetli görüştür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat
âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan
bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib
denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938,
VIII/, 6200 vd.).

3. Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy. Hz. Peygamber'in
sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri. Misvak kullanmak, cemâatle
namaz kılmak gibi. Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere
iki kısma ayrılır.

a) Müekked Sünnet: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in devamlı
işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir.
Terkedilmesinde "itâb" vardır. Sabah, öğlen ve
akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet
ettirilmesi gibi.

b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz. Peygamber'in çok defa
edâ edip, bazan terkettikleri sünnet. Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı
namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayr-ı müekked
sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir.

Usûl bilginleri sünneti ikiye ayırmışlardır.

a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin
tamamlayıcı olan sünnetleridir. Terkeden kınanır.
Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak gibi.

b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetlerine denir. Bunları terkeden
kınanmaz. Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz. Peygamber'in
yemesi, içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit
edilmesi. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın Rasûlünde
sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).

Sünnet mutlak olarak kullanıldığında
Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar. Ayrıca farz ve vâcibde
olduğu gibi sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur.
Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazını
cemaatle kılmak gibi. Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır.
Yani bir kısım müslümanların cemâatle namaz kılması,
diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü kaldırmaz.

Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır.
Kasden terk halinde ceza değil, kınama gerekir.

4. Müstehab: Buna mendub da denir. Hz. Peygamber'in
bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip
işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir. Bazı nâfile
namaz ve oruçlar gibi. Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap
olup, terkinde kınama bulunmamasıdır. Müstehab genellikle
gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır.

5. Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta
muhayyer bulunduğu işlerdir. Bunun hükmü işlenmesinde
veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın
bulunmamasıdır. Eşyada asıl olan mubahlıktır.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan
şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara,
2/19). Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir.
Meselâ, haram olan şeylerden yemek içmek mübahtır. Ancak
ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip
içmek farz olur. Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen
bunu tazmin eder. Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla
sevap bile kazanır. Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç
tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır.
Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında
doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram
sayılmıştır. Ancak cihad gibi bir hizmet için
güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir. Mübah
ve meşrû' eş anlamlıdır.

6. Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi
istenen şeylere gayr-ı meşrû denir. Bunlardan sübût ve
delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram";
yalnız sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış
bulunanlara ise "mekruh" denir. Harama, mahrem veya mahzur
adı da verilir .

Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza
gerekmesi ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır.
İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi.

7. Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu
zannı, delâleti kat'ı delille sâbit olan şeyler mekruh
adını alır. Mekruhun hükmü amel bakımından
haramın hükmü gibidir. Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu
vardır. Mekruhun helâl olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz.
Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan
deniz hayvanlarını yemek, cuma saatinde
alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek.

Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen
mekruh"; helâle yakın olanına ise "tenzîhen mekruh"
denir. Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır.
Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse
de, ona yakındır. İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşrû,
haram demektir. Ancak haramlığına kesin delil
bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini kullanmıştır.
Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında
kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak
"tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır. Ebû
Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu"
kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade etmiştir
(Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s.4-12).

Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi
yerine kullanılır. Meselâ; Başka su varken kedi
artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur.
Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak
guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur.

8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve ibtal
eden kimsedir. Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü,
bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi,
sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir. Başlanan bir
orucu veya namazı bozmak gibi.

Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağına
gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış
olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz
maddeden birisine girer. Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek
helâl; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak
mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek
farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına
kadar süre vermek vâcibdir. Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek
her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn;
başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek
farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub;
övünmek için öğrenmek mekruhtur. Satım akdinin
gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olân
bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir. Her insan gücü
dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir. Gücünün dışındaki
işlerle sorumlu tutulmaz. (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin
emredilmesi gibi).

"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması
mümkün olmayan zor işlerden sorumlu tutmak. Zira "Allah
kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler" (el-Bakara,
2/286).

İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu
yüklenmeye ehliyetli olması lâzımdır. Ehliyet
kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine
getirmeye salâhiyetli bulunmasıdır.

Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ
ehliyeti" olmak üzere iki kısımdır:

a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi
lehine ve aleyhine âit meşrû hakların gerekliliğine salâhiyet
sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna
salâhiyetli bulunması gibi).

b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden
şer'ân mûteber olacak şekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet
sahibi olması. Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa
ermiş bir insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh
akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana
getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz
bir çocuğun veya matuh (bunamış) bir kimsenin
yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber,
bir kısmının ise mûteber olmaması gibi) olmak üzere
iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku
İslâmiyye Kamusu, I, 31).

Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu
fiiller önem sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve
ukûbat'tır. Bunlar da ayrıca delillerinin
sağlamlığı, lâfızlarının delâletinin
katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır. İslâmi
bir toplumun imanı ve tâğutî olanı tefrik edebilmesi için
yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun
olarak bilmesi gerekmektedir.

Hamdi DÖNDÜREN


Konular