Şamil | Kategoriler | Konular

Edılle-ı ser'ıyye

EDİLLE-İ ŞER'İYYE

Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma
yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de,
kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak
demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.

Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en
genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil
eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada
başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı
Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi
veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân
şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42). Kesin veya
zannı olarak genel hüküm ifâde eder.

Genel bir sınıflama ile şerî deliller,
"Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir.
Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları
değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara
ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak
değerlendirilen diğer deliller ve bunların
sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu
deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele",
"örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan
önceki şeriâtler" gibi delillerdir.

Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının
gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya
vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy
kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır
veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir.

Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda
ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün
müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin
ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır
(Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20).

Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit
kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün
delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası
olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas
"aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf,
sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î"
delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).

Kitap

Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an"
yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında
olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)'e inen, mushaflarda
yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir
olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında
kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17). Kur'ân Allah'ın
kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir.
Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah;
sonra ashâbıdır. Kur'an, İslâm teşrîinin (yasama)
temelini teşkil eder. Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat)
esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları
genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî,
el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin
"aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne
değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah
Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki
şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün
sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe
dalâlete düşmezsiniz." Kur'ân, hükümleri genel
çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların
detayına inmez. Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı
belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş;
bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü
ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde,
Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş,
alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu
belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya
da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu
ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda
sünnet yüklenmiştir .

Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile
birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras,
karı-koca arasındaki liân'ın nasıl
yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır.
Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi,
özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır.
Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde
anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik
zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve
prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre
hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Meselâ, Kur'ân'da, özel
bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan
bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra,
istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde
belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine
saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini
kapsamaktadır.

Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının
bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına
ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta
bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u
Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi
yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7)
ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e
itâat edin. Bir şeyde anlaşamazsanız onu Allah'a ve
Peygamber'ine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ,
4/59).

Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın
hakkıyla bilinmesi demektir. Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya
vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için
fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap
olabilir. İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir:
"Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar.
Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek hâs ile delil
getirdiler. Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil
şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler.
Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar,
böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih,
İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış,
İstanbul 1981, 176).

Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir.
Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz.
Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı
olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya
koymasına yol açmıştır. Şer'i hükümlerin
kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi,
târifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin
kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir
(İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed
Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35).

Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da
denilir. Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak
kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının
bilinmesi gerekir. Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss,
âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına
ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır.
Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser,
muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler. Kapalı tarzda
delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara
ayrılırlar. Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka
bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı
kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına
ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi
maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin
vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre",
"Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar.

Kur'ân hükümleri de birkaç kısma
ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı
hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri
"ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır.
Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır.
Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş
olmasıdır. Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd
eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı
değildir. Üslûbu mu'cizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır
ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir.

Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî
sûrelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken
müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri
tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele
alma metodundan doğmaktadır.

Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri
vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın
hafızalarındaydı. Hz. Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini
toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu
Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün
merkezlere gönderdi. Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar,
hem de amel ederdi. Bir âyetle amel etmeden başka âyete
geçmeyenler vardı. Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil
olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan
insanlardı. Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân
tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi. Âyetlerin
tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.

Sünnet

Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen
veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz.
Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında
kullanılır. Hz. Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır:
''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ,
4/80). Hz. Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve
vazgeçilmez tek örnektir.

Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz.
Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir.
Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık
vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller
niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir.

Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamber'in şekil ve
şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme
usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir.
Hz. Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz
de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol
göstermiştir.

Takriri sünnet, Hz. Peygamber'in sahâbenin yaptığı
bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması
veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf,
İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından
teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu
halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi.

Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini
açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda
olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan
sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır. Sünnet,
Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden
müstakil bir teşrî' kaynağıdır. Kur'ân'ın
çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan
onun açıklayıcısı olması bakımından da
Kur'ân'a tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet
olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak
ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yasamaya kaynak
teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları
taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci
derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan
Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.

İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır.
Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir
ifadeyle Hz. Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa
ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini
Hz. Peygamber'in açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet
hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur.
Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir
konuyu Hz. Peygamber'in uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi
hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid
Hz. Peygamber'in bağımsız bir yasama yetkisine sahip
olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen
konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir
kısmı da Hz. Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki
olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir
(Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir.
"Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan
anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı
nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır
(Ahmed b. Hanbel, V, 53).

Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir.
Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis).
Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm
kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur sûresinin altmışüçüncü
âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil. Rabbine andolsun
ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip
durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin
hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir
teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar"
(en-Nur, 24/63). Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün
hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat,
I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası
gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların
yaptığı gibi İsra sûresinin 78. âyetine istinaden
günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür
(İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80). Zahiri
mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında
"O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen
bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle
der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş
olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet
edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır.
Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı
gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet
edilmemiştir. Fakat makru' (okunmuş)dur. Yani bu Peygamber'den vârid
olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı
mâhiyettedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur:
"... Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın.''
Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını
teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu
ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar
arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm
'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: Abdulkadir Şener, Ankara
1969, s.83).

Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad
haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir.
Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır.
Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.

Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin
kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı
bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre
mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de
sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde
de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir
başka ihtilâf noktasıdır.

Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir
şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere
hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen
ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen
yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rek'atlarına
dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asl'dır.

Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın
rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren
nakledilen haberlerdir. "Ameller niyetlere göredir" gibi.
Bunları reddetmek fâsıklıktır.

Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir
cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir.
Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın
naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bid'at'tır.

Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar
vardır:

Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle
der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber
ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı,
I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca
Hz. Peygamber'in sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz.
Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân
dışındaki söz, hareket, davranışları,
takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu
ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri
şeyde "Hz. Peygamber nasıl yaptı?" diye
sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife
Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla
değişime uğradı, bid'atler dine
karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin
büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân,
3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını
'sünnet' şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii
de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin
verildiğini söyleyen Hz. Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti
böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail
(a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de
getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34). Hem Kur'an'ı hem de sünneti
indiriyor, Hz. Peygamber'e öğretiyordu. Sünnet, İslâm
toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim
faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için
aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu. Ancak
ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına
karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve
İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı
meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu.
İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği
hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır.
Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve
hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şia'nın Hz. Ali
hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b.
Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt
hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür.

Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan
ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında
bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn
İshak'ı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını;
Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler.
İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna
şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile
ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu
(Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı,
el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn).

Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı
olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat
şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder.
Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir.

İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle
neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin,
sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder. "Her ikisi de
vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der
(el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti;
sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir.
Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış,
daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına
göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını,
Ahmed b. Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı
verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır.

İcmâ '

İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir
konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir. Istılahta
ise, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin,
herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği
etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Bu itibarla, halk
tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları
mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf,
s.34-35).

İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu
tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir
müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı
kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla
zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim
Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir
yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve
cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası"
(en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan
hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez"
(İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir.

İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse
bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir. İslâm
hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın
keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine
varmaları düşünülemez. Bu sebepledir ki, sonraki İslâm
hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek
istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın
var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir
şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar.
Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması
gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve
bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir.

İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir.
Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir
konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği
etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda
görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar
olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri
durumunda meydana gelir.

Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının
çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber,
sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir
Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s.29-41). Sonuç
olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak
değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları
genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da
uygulamaya pek yanaşmamışlardır. Başka bir
deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci
bir icmâ'a imkân tanımamışlardır. Bununla birlikte,
Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden
ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul
edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a
imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve
kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir.
Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur. Molla Hüsrev,
"Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı
esastır" der. Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet
etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev,
Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I,
s.50).

İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır. Rasûlullah'ın
vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu
kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde
olmadılar. İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün
varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması
şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sarih icmâ' bağlayıcıdır;
amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur. Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık
kesin değildir. Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir.

İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın
kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler
icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler
İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli
ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. İbrahim b.
Yesar en-Nazzâm (ö.331) icmâ'ın huccet olmasını
reddeder. Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa,
delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile
dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip
olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi
es-Sâlih, a.g.e. 182).

Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar
arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler,
diğer icmâ'ları reddederler.

Kıyas

Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir
etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki
benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır.
Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet
aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın
hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit
kılmaktır. Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve
kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler,
işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83)
buyurulur.

Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan
kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip
tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle kıyas,
zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç
delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır
(Abdülkadir Şener, a.g.e., s.67; İ. Hakkı İzmirli,
Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s.21). İslâm
hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile
amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Meşhur Muaz hadisin'de,
Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran
Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın
onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye,
11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b. Amr'dan rivâyet etmişlerdir).

Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ
kullanır (Şâfii, Risâle, s.66). Re'y ile kıyası
aynı mânâda kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok,
bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama
vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir.
Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek
için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir
şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları
sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan
olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına
göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad
yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir
(İzmirli, a.g.e., s.19).

İslâm hukukuna canlılık kazandıran
da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin
yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği
ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri
ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak
kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile
hüküm verebilmesidir .

Bu deliller dışında geliştirilen ve
daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve
esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki
bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir.

Kıyas aklı bir kaynaktır. Nassı
benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur. Aslın hükmünü
fer'e uygulamaktır. Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde,
hükümde de aynı olmasını sağlamaktır. Vahiy
asrında (h. 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş,
kıyası Hz. Ömer delillere katmıştır.
Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas
onlarla özdeşleşmiştir. Kıyasla varılan hükümler
zann-ı gâlib ifade eder.

Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın
olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla
olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye
lâyık olurdu" demiştir. Ebû Hanife, "Kıyas
yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona
iki hisse verirdim" demiştir.

Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında
son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b. Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin
(öl. h. 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın
ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları
Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış
ve şerîatın tedvini gerekmişti. İlk fıkıh
medresesi Medine'deydi. Fıkhı hareket Medine medresesinin
meşhur yedi fakihi olan Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım
b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Ubeydullah b.
Abdullah, Selman b. Yesâr ile başlamıştır.

Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu. Mezhebler doğdu,
halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler. II. ve III.
asırlar en parlak ilim asırları oldu. Kur'ân ve sünnetin
tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin
tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî,
Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu. Mezheblerin
şer'i delilleri değerlendirme açıları
farklıdır. Şöyle ki:

İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi
reddetmiştir. O, ahad haberi bazı şartlarla kabul
etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir
ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve
tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı
dışında kaynağının da zikredilmiş
olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel
etmemesi...

İmam Mâlik (93-179), Medine halkının
ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder. İçtihad ve re'ye
mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar. Sahâbi sözü
içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep
ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında
benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider.

İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine
ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder. Bu
kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir.
İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz. Şâfii
istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek
şiddetle karşı çıkar. Ancak o da başka adla
istihsanı kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (164-241) göre
kıyas en zayıf delildir.

İmam Câfer es-Sâdık'a (ö.147) göre
sünnet, Hz. Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar. Masum imamların
söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder. Kıyası
reddeder ve delil saymaz.

Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı
tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta,
211). Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti. Vahiy çağında
fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi.
Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı.
Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn
Haldun, Mukaddime, s.375 vd.). Nasslarla çatışmayan örf ve
âdet de hukukî teşri'de kullanıldı. II. asır, tâbiîn
devridir. Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y
ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Etbau't-tâbiîn ve
müçtehid imamlar döneminde (III. ve IV. yüzyılda) fütuhat ve
yeni gelişmeler hayatın ve toplumların
değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı.
Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü
delil aldı. Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında
fıkıh çok gelişti, genişledi. İstihsan, örf,
maslahat v.b. deliller çıktı. Ebû Hanife'nin delilleri Kitab,
Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan,
örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı,
Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele,
zerayi', örf ve âdet'di. İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe
icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası
delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi',
istihsan, istihsab'ı da ekledi.

mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl
kaynaklarıyla fıkhı koydu. Ancak edille-i şer'iyye
diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler.

Şamil İA


Konular