Şamil | Kategoriler | Konular

Ecir

ECİR

Ücretli, emekçi, işçi. Ecir, bir İslâm
hukuku terimi olarak, "bir hizmet akdiyle bir ücret karşılığında
meşrû olan bir işi yapmak üzere emeğini kiraya veren
kişi" anlamına gelmektedir. Ücret, menfaat bedelidir ve
buna kira da denilmektedir (Mecelle, Madde: 405). İcâre; ücret, bir
şeyi kiraya vermek demektir. Istılah olarak ise, "cinsen ve
kaderen malum bir menfaati malum bir bedel (ivâz) karşılığında
satmak''tır. İcâreye vermeye icâr, kiralamaya isticâr veya
iktirâ; insanlar hakkındaki icâreye müvâcere; birşeyi kiraya
verene âcir veya mukri; birşeyi kiralayana müstecir veya müstekir;
kiralanana mucir; kiraya verilene mecur, mucer, mustacer, mukra; çalışmaya
sa'y, amel veya sınaa; kazanca kesb denilmektedir. Amele (işçi)
kelimesi de 'amel'den gelmektedir; genel olarak, 'çalışanlar'
demektir; özelde el emeğiyle geçinen işçi ve kamu
görevlileri için kullanılmıştır. Ecr, mükâfat ve
ücret demektir. Fıkıhta iki kısma ayrılmaktadır:
Ecr-i misil *, Ecr-i müsemmâ * .

Ecir de, ecir-i müşterek ve ecir-i has olarak
ikiye ayrılır. Ecir-i müşterek, birden fazla kişiye
iş yapan kişidir. Terzi, marangoz, saatçi, köy çobanı,
hammal, ayakkabıcı gibi zanaat erbâbı gibi. Bunlar,
bilfiil başkalarına değil de sadece bir kişiye çalışsalar
da ecir-i müşterek sayılırlar. Bunların ücreti hak
edişleri verilen işi yaptıktan sonradır (et- Tûrî,
Tekmiletü'l Bahru'r-Râik, Mısır 1311, VIII, 30 vd.; Şeyhîzâde,
Mecmeu'l-Enhur, Matbaa-i Amire 1301, II, 376 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen,
Hukuk-i İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu,
İstanbul 1968, VI, 157).

Ecir-i has (özel ücretli) ise, belirlenmiş bir
anlaşma süresi içerisinde, belirlenmiş bir ücretle sadece bir
işveren için çalışan kişidir. Çalışma süresince
işverene bağımlıdır, süre içerisinde iş
olmasa da ücretini alır. Başka bir işte çalışamaz.
Bir aylığına tutulan hizmetçi, özel tutulan çoban,
gündelikli inşaat işçisi gibi. Devlet memurları da bu
kapsama dahildir.

Fıkıhta, kira sözleşmesiyle tutulan
kimse tarifiyle belirlenen ücretli el emekçisi, emeğini "kiralarken"
işveren veya devlet ile bir akit yapar. Dolayısıyla icâre,
icap ve kabulden ibarettir. Yani borç-alacak ilişkisi,
tarafların muhayyerliğiyle ortaya konur. Ecir, ücret tespit
edilmeden çalıştırılamaz, ancak çalışırsa
emsal ücrete hak kazanır.

İslâmî devlet ve toplum düzeninde ecir kavramının
bu: emeğin kiraya verilmesi şeklinde belirlenmiş
bulunması, aslında günümüzdeki işçi sınıfı,
proletarya, patron, burjuvazi kavramlarından tamamen ayrı bir
uygulamanın ürünüdür. İslâmî sosyal ve iktisâdı düzende
sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve
mücâdele sözkonusu değildir. Çünkü düzen; kardeşlik,
herkesin birer çoban olup, güttüğünden sorumlu olması; din
kardeşliği, ahlâk üzerine inşa edilmiştir. Bu
sebeple ecir, ferdî bir kavramdır. Bu bakımdan bu âdil
düzende insanlar daimi olarak işçi veya işveren olarak
kalmazlar, hem emekçi hem mülk sahibi olabilirler, çalışan
herkes çalıştığının
karşılığını alır.

Kasıtsız meydana gelen iş
zararlarını ecir-i has ödemez. Elindeki eşya bir çeşit
emanet hükmünde sayılır ve kendi fiilinden dolayı olmayan
bir sebepten telef olan eşyanın
karşılığını ödemez. Hırsızlık,
gasb, su baskını, yangın vs. gibi. Ancak işi
alırken, kiralayan, eğer malı kaybolduğunda ödemesi
şartını koyduysa, o zaman telef olan eşya ecire
ödetilir. Bunun dışında ecirin işinden veya fiilinden
dolayı üzerine aldığı bir işte bir zarar meydana
getirmesi, meselâ, terzinin kumaşı yırtması,
hamalın dikkatsizlikten sırtındaki malları düşürüp
telef etmesi, fırtınadan değil de
bakımsızlıktan bir geminin batması gibi durumlarda
maldaki zararları ecir ödemekle yükümlüdür. Yine, geminin batmasında
boğulan olsa, onların diyeti ise ecir tarafından
ödenmeyecektir, fakat cinayet sebebiyle diyet tazmin ettirilecektir (el-Mavsilî,
el-İhtiyâr li Ta'lili'l-muhtâr, İstanbul 1980, II, 54).

Ecir-i hass, çalıştığı süre
içerisinde müstecire bağımlıdır. Kendi hesabına
iş yapamaz, yaparsa ücreti düşer (el-Kâsânı, Bedâiu's-Sanâyi'
IV, 192). Bir kimse, bir fırın işçisini, şu kadar unu
ekmek yapacaksın diye günlüğü bir dirheme kiralasa, bu icare
Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü adam iş ile zamanı
birleştirmiştir. Eğer bir gün için anlaşsalardı
câiz olurdu (İbn Abidin, XIV, 42).

İbadetlerde kiralama sahih değildir, hattâ
haramdır. Meselâ Kur'ân okuyan (tedavi için hariç) bunun karşılığında
bir ücret alamaz, müezzin için de ücret yoktur. Bir insanı hizmet
için veya bir eşyayı korumak için, bir sanat ve ilmi talim
için isticar câizdir. Çalıştırmadan önce iş ve süre
tâyin edilir. Ücretler; hadisin hükmüne göre gündeliktir, haftalık
veya aylık da verilebilir.

Çocuklar çalıştırılamaz, ancak vâli
ve vasisinin izniyle bir sanatı öğrenmek için çalışabilirler.
Ebeveyn, ücret mukabili evlâdını çalıştırabilirken
evlât, ebeveynini çalıştıramaz. İmâm-ı Âzam'a
göre koca, zevcesini bir işyerinde isticâr edebilir. Ecir, bizzat
çalışır, yerine başkasını çalıştıramaz,
fakat bir ustabaşı aldığı bir işte işçi
çalıştırabilir. Müstecirin ecir'e, bu işi yap demesi
ıtlaktır. Ecire yemek yedirmesi şart değildir, bu,
örfe ve anlaşmaya göre belirlenir. Ecir, akitte belirlenen çalışma
süresinden -hastalık vb. sebepler dışında- az çalışırsa
çalıştığı süre kadar ücretini alır.
İcârede muhayyerlik vardır, pazarlık câizdir. Ücret hakkında
ihtilâf olursa ecirin sözüne itibar olunur. Müstecir, ecire tâkati dışında
iş yükleyemez, fazladan çalıştıramaz. Ücretin
belirlenmesinde devlet ecir hakkında, ailesi ve geçindirmekle
yükümlü bulunduğu kimseleri dikkate alarak, yiyecek, giyecek,
mesken ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır.

İslâm düzeninde ecirin emeği
kutsaldır, değerlidir. Hz. Peygamber, "Hiç kimse elinin
emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir"
buyurur (es-Suyûti, el-Câmiu's-Sağir, II, 418). Müstecirler için
de, "Ecirin ücretini daha alın teri kurumadan veriniz"
(Suyûtî, a.g.e., I, 150) buyurarak geciktirmenin âdil olmadığına
işaret etmiştir (İbn Hümâm, Fethu'l-Kadir, VII, 147;
Kasânî, a.g.e., IV, 174; Merginânî, el-Hidâye şerhu Bidâyetü'l-Mübtedî,
III, 231).

Kur'ân-ı Kerim'de, "çocuklarınızı
emzirirlerse ücretlerini verin" buyruğu ve Hz. Musa'nın
kıssası anlatılırken onun ücretli olarak çalıştığı
zikredilmektedir (el-Kasas, 26/27). Hz. Musa, on yıl ecir olarak çalışmıştır
(çobanlık yapmıştır). Fukahâ, devlet memurlarının,
kadı, âmil, kâtip, polis ve askerlerin de ecir-i has olduğunu
belirtmiştir. Rasûlullah, akit hakkında, "Kim bir ecri
çalıştırırsa verilecek ücretin miktarını
hemen ona bildirsin" buyurmuştur (İbn Hümâm, a.g.e.,
147).

Geniş anlamda ecir (ücretli), Allah'ın yeryüzünde
insanları halife kıldığı ve kimini kiminden
imtihan için üstün tuttuğu (el-Enâm, 55/6) ve amellerin cezâ
veya mükâfatının görüleceği âhiret gününün esas
olduğu temel İslâm akîdesine göre değerlendirilmelidir.
Öte yandan İslâm'da çalışma ibadettir ve kişinin geçimi
için çalışması kaçınılmazdır. Ecirler,
toplumsal hayatta müstecirlerden itibar yönüyle aşağıda
değildirler. Çünkü toplumda üstünlük ilim ve takvâ iledir.
Keza İslâm toplumunda sosyal sınıflar ve sosyal mücâdeleler
görülmez. Ecirlerin sömürülmesi mümkün değildir. Âdil bir
toplum olan böyle bir düzende müstecirlerin müstekbir olmaları,
servet ve mal yığmaları, menfaatin yozlaşması
engellenmiştir. Hz. Ebû Bekir bütün servetini İslâm için
harcamış, vefât ettiğinde elbisesiyle gömülmüştür.
Toplumun egemen güçlerinin, büyük sermaye sahipleri ve eşrâfın
açgözlülük ve hırsla ecirleri ve köleleri sömürdükleri
câhiliye düzenini altüst ederek yeryüzünde Allah'ın
indirdikleriyle hükmeden bir toplum düzeni oluşturan Hz. Peygamber
(s.a.s.) de gençliğinde bir süre ücretli olarak çobanlık
yapmıştır (İbn Mâce, Sünen, II, 5; M. Hamidullah,
İslâm Peygamberi, Çev: Sait Mutlu-Salih Tuğ, İstanbul
1966, I, 19-24). Zenginliği ve fakirliği (bir imtihân olarak)
kabul eden İslâm Dini, âdeta sınıfsız bir toplumu
gerçekleştirmiştir. Allah, (Kur'ân'da) cimrileri, mal-mülk
çokluğuylâ övünenleri, yetimin ve fakirin hakkını
vermeyenleri yermekte, onları azâbıyla korkutmaktadır.
"Kadın erkek inanmış olarak kim iyi iş
işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağını"
vadetmiştir. Ecirlerini yâptıklarından daha güzeli ile
ödeyeceğini vâdeden Allahu Teâlâ (en-Nahl, 16/97), ihtiyacındân
fazla mala sahip olanları tekrar tekrar infaka çağırmıştır.

Diğer bir mesele, İslâm hukukunda, hakların
şahsîliği ilkesidir. Batı ekonomik
şartlarının bir sonucu olan işçi sendikalarının
ortaya çıkışı ve sosyal siyasetin vaz'ı,
İslâm hukukunda yer almamıştır. Çünkü sosyal sınıfların
meydana gelişi ve sınıf mücâdelesi İslâm'a aykırıdır.
"Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de
istemedikçe gerçek anlamıyla inanmış
olamazsınız" buyruğuyla yürüyen bir toplumda, herşey,
bütün insan ilişkileri tevhid gerçeğinden
kaynaklanmaktadır. İslâm'da ümmet vardır ve ümmet
Allah'â ve Peygâmber'e, emir sahiplerine itâatle yükümlüdür. Hz.
Peygamber şöyle buyurur: "İnsanoğluna, içinde yaşayacağı
bir evden, çıplak vücudunu örteceği bir giyecekten, ekmek ve
sudan başka bir şeye sahip olma hakkı verilmemiştir.
" Rızkı veren Allah'tır ve dilediğine
artırır, eksiltir..."Allah, rızkı dilediğine
genişletir ve daraltır'' (er-Ra'd, 13/26).

Allah'ın hükmüyle hükmedilmeyen câhili
toplumlarda ecirler, devletin ve İslâm'dan haberdar olmayan işverenlerin
ve hukuk düzeninin karşısında zavallı ve âciz
durumdadırlar. Demokratik ülkeler, ecirlere, düzeni sarsmasınlar
diye grev, sendika hakkı gibi sosyal siyaset tedbirleri
uygulamışlar; sosyalist ülkelerde de ecirler, baskı ve
zorla çalıştırılarak maddenin kölesi haline düşürülmüşlerdir.
O sebeple dâima ücretlilerle sermaye arasında mücâdele ve zıtlaşma
sürmektedir. Halbuki İslâmî düzende herşeyin mutlak sahibi
yalnız Allah'tır. Hukuk, Kur'an ve sünnet dışında
olmadığından, böyle âdil bir toplumda ecirlerin ezilmesi
meydana gelmez. Bu arada şu da belirtilmelidir ki, İslâm'da
ücret farklılıkları geçerlidir, çünkü Kur'ân'da değişik,
farklı amellerin farklı kazançlara yol açacağı husûsu
yer almaktadır. Bir bakıma herkese yeteneğine göre ücret
verilir, eşit işe aynı ücret takdir edilir. Asıl
olan, amellerin niyetlere ve yeteneğe göre olmasıdır.

İslâm hukukunda ecirlere âit meseleler
"icâre" bâblarında tetkik edilmiştir. İbn
Teymiyye (1236-1328), İslâm toplumunda fertlerin çalışacak
yer ve iş bulamaması durumunda devletin ona iş bulmak
zorunda olduğunu belirtir. Çalışmayı emreden,
dilenmeyi, rüşveti, fâizi, kumarı yasaklayan devlet, herkesi
çalıştırmak, iş ve kazanç yolları açmak
zorundadır. Yoksulların geçimini garanti altına almak
devletin vazifesidir. Devlet bunu, zekâtı toplayarak, devlet
hazinesinden karşılayarak, veya zenginlere zor kullanarak
hayır yapmalarını sağlar (Nazif Şahinoğlu,
Sa'di-i Şırâzî ve İbn Teymiyye'de Fert ve Cemiyet
İlişkileri, 25). İbn Haldun da gelir ve servetin
kaynağını emeğin meydana getirdiğini, işbölümü
ve üretim araçlarının gelişmesi ve
yaygınlaşması sonucunda emeğin zorunlu ihtiyaçları
aşarak rızık aşamasından kazanç aşamasına
fazlası ürünün başkalarınca ele geçirilmesi, Allah
yolunda kullanılmaması istismarının ortaya çıktığını,
çalışanların kazanmadığı, kazananların
çalışmadığı âdil olmayan bir düzenin oluşarak,
ecirlerin kıt-kanâat geçinirken, üretim araçlarına sahip
olanların mal ve mülk yığdıklarını
savunmuştur. Böyle bir toplumda ahlâkın bozularak, lüks,
israf ve gösterişin yaygınlaşacağını,
toplumun yozlaşarak çökeceğini savunan İbn Haldun,
İslâmî bir toplumda Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmezse
toplumun nasıl bir çöküş sürecine gireceğini de tahlil
etmiştir (Bk. İbn Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan,
İstanbul 1968, 1970). Ecirlerin doğuşu, Allah'ın
takdiriyledir. Fahruddin Râzı, Şûrâ sûresinin 27. âyetini
tefsir ederken, "Eğer bütün insanlar eşit olsaydı,
bir kısmı diğer bir kısmına işçi olmaya
yanaşmaz, dünya harap olup maslahatlar kaybolur giderdi"
demektedir (Fahrüddin er-Razı, Mefatîhu'l-Gayb, V, 538).
Rasûlullah, ''Allahu Teâlâ, tuttuğu işçiden tam iş
aldığı halde, ücretini vermeyenin öteki hayatta hasmı
olacaktır" diye buyurmuştur (Buhâri, İcâre, 10).

Hz. Peygamber (s.a.s) "köle ecirler" için
şu emri ortaya koymuştur: "Kardeşleriniz sizin
işlerinizi yapan kimselerdir. Allah onları ellerinizin
altına verdi. Dileseydi sizi onların eli altına
sokabilirdi. Kardeşi eli altında olanlar, bu ücretlilerine yediğinden
yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerini aşan bir
iş teklif etmeyin; eğer teklif ederseniz siz de yardım
edin" (Buhârî, İmân, 22; Edeb, 44, Müslim, İmân, 38,
40). Hz. Peygamber'in köleler için böyle buyurması, muasır dünyamızda
hür ecirlerin durumunun ne olması gerektiğini de ortaya koyar.

Bütün insanların eşit ücret alması mümkün
değildir: "Allah'ın rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar?.. " (ez-Zuhrûf, 43/32) âyeti buna
işaret etmektedir. Ancak Hz. Peygamber'in hadisleri ücretliler hakkında
ev, binek, hizmetçi temel ihtiyaçlarının edinilmesini
karşılayacak bir maaşın temel
alınmasını göstermektedir.

İslâm'da ücreti, rızık meselesi içerisinde
çok geniş kapsamlı bir inanç ve ibadet bağlamında düşünmek
gerekmektedir. Dar anlamıyla ücretliye (ecire) dâir fıkhı
kaideler konulmuşsa da, hukuk kaideleri zaman ve şartların
değişmesiyle daha genişletilerek, ecirlerin modern ihtiyaçlarda
müstecirlerden geride kalmamaları sağlanacaktır. Bu,
İslâmî bir devletin temel görevidir. Gelirin ve kârın belli
bir yüzdesinin maaş yahut ücret olarak, ecirlere verilmesi gibi
(Celâl Yeniçeri, İslâm İktisâdının Esasları,
İstanbul 1981, s.125). Yukarıda değinildiği gibi çalışan-çalıştıran
münâsebetlerinin temelleri nasslarda ortaya konmuş, buna mukabil
teferruata âit ilkeler fıkha bırakılmıştır.
Meselâ, Hz. Peygamber zamanında (VI. ve VII. yüzyıl) geçerli
olan ticaret hayatı ile yirminci yüzyılda ortaya çıkan
sanayi, işbölümü, uzmanlaşma gibi sorunların
getirdiği ücretlilere âit sorunlar, fıkhın icâre
konusunda uzman kişilerce yapılacak yeni ictihadlarla
fıkhı boşluklar doldurulur ve bu sayede müslümanlar
nerede yaşarlarsa yaşasınlar, câhilî iş
hukuklarının tesiriyle şer'î alanın
dışında birtakım hak ve mücâdele yollarına
sapmazlar. Bu kaidelerin ortaya çıkarılması için bir
yerde Dâru'l-İslâm'ın olması da şart değildir.

Bu arada Hz. peygamber (s.a.s.) zamanındaki onun
gerçekleştirdiği ilk İslâmî devletin âdil
prensiplerinin her zaman geçerli olduğu, hattâ bugünkü sözde eşitlik
ve insan hakları kavram ve uygulamalarının, doğal
hukuktan çıkan doğal haklar uygulamalarının bundan
1400 küsur yıl önce Rasûlullah (s.a.s.) tarafından Medine'de
uygulandığını söylemek gerekmektedir. Dikkat çekici
bir husus da, İslâm'a ilk girenlerin büyük çoğunluğunun
ezilen köle ve fakir mü'minler oluşudur. Bu, İslâm'ın hiçbir
zaman sınıf eşitliği ve sınıf sömürüsünü
tasvip etmediğinin, ezilen sınıfların haklarına
sahip çıktığının bir ifadesidir. Çünkü Allah'ın
dini, fıtrî, tabii, vasatı bir dindir.

Şamil İA


Konular